Sudan Kabine İşleri Bakanı Şarku’l Avsat’a Sudan Kabine İşleri Bakanı: Ne kadar zor olsa da siviller ile askerler arasında iş birliği olmalı

Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer Şarku’l Avsat’a konuştu: Paris’te düzenlenecek Sudan’ın Ortakları Konferansı, Sudan’ın uluslararası topluma dönüşünün ve uluslararası tecridin sona ermesinin ilanıdır

Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer  (Mubarek el-Kurdi)
Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer (Mubarek el-Kurdi)
TT

Sudan Kabine İşleri Bakanı Şarku’l Avsat’a Sudan Kabine İşleri Bakanı: Ne kadar zor olsa da siviller ile askerler arasında iş birliği olmalı

Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer  (Mubarek el-Kurdi)
Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer (Mubarek el-Kurdi)

Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer, bu ay Fransa'nın başkenti Paris'te düzenlenecek Sudan’ın Ortakları Konferansı ile ilgili değerlendirmesinde, konferansın ‘Sudan'a otuz yıldır uygulanan uluslararası tecridin sona ermesine ilişkin tüm dünyaya yüksek sesle yapılan büyük bir duyuru’ olduğunu söyledi. 
Sudanlı Bakan Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, Sudan’daki geçiş hükümetinin iki türlü eleştiriye maruz kaldığını söyledi. Bazılarının, hükümeti, Sudan’ın devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir liderliğindeki İslamcı rejimin mirasını tasfiye etmede ‘yumuşak iniş’ olarak tanımlanan bir sürecin parçası olmakla eleştirildiğini söyleyen Bakan Ömer, bazılarının ise eski rejimin tasfiyesi ve yolsuzlukla mücadele için kurulan komitenin eski rejimden isimlere karşı attığı adımların ‘çok kaba’ olduğu yönünde eleştirilerde bulunduklarını belirtti.
Geçiş hükümetinde asker ve sivil kanatlar arasındaki ilişkide bir takım zorluklarla karşılaşıldığını kabul eden Bakan Ömer, ancak bunun beklenen doğal bir durum olduğunu söyledi. Bunun nedenini, Sudan'daki askerler ile siviller arasındaki ilişkinin geçmişindeki i zorluklara bağlayan Ömer, “Bu süreç, hatalar, gerilimler ve güvensizlik içinde hatasız olmadığı kabul edilen bir geçiş dönemidir. Geçiş süreci için iş birliğine ihtiyaç vardır. Geçiş sürecindeki sorunlar karşısında kafamızı kuma gömemeyiz. Geçiş sürecinin tehlikeye girmemesi için cesaret ve açık bir tutum ile mücadele edilmeli” ifadelerini kullandı.

İşte Sudan Kabine İşleri Bakanı Halid Ömer’in Şarku’l Avsat’a verdiği röportajın tam metni:

*Paris’te düzenlenecek Sudan’ın Ortakları Konferansı hakkında neler söyleyeceksiniz?
Paris'teki Sudan’ın Ortakları Konferansı, geçiş hükümeti sürecinde önemli bir dönüm noktasıdır.  Çünkü konferans, Sudan'a uygulanan uluslararası tecridi sona erdirmeyi, Sudan’ı uluslararası toplumla yeniden kaynaştırmayı, yatırım ve borç erteleme gibi meseleleri ele almayı amaçlamaktadır. Konferansta hükümet ve özel sektör tarafından hazırlanan bir yatırım forumu da gerçekleşecek. Bu foruma hazırlıklar için provalar yapıldı. Başbakan, konferansta, altyapı, enerji, tarım, madencilik ve dijital dönüşüme yatırım için başlıca sektörlere ilişkin kapsamlı bir sunum yapacak. 

*Borç dosyasıyla ilgili neler söyleyeceksiniz?
Sudan nihayet Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) ikinci incelemesinden de geçmeyi başardı. Böylece Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler (HIPC) Girişimi’nden yararlanarak karar verme aşamasına geçecek. Konferansta, Fransa'dan alınan köprü kredisi ile ödenmemiş IMF borçları kapatılacak. Çeşitli ülkelerin Sudan’ın borçlarını silmesinin yanı sıra Dünya Bankası ile Afrika Kalkınma Bankası'na ödenmemiş borçlar önümüzdeki Haziran ayından itibaren ödenmeye başlayacak. Ancak konferansın en belirgin özelliği, Sudan'a otuz yıldır uygulanan uluslararası tecridin sona ermesine ilişkin tüm dünyaya yüksek sesle yapılan büyük bir duyuru olmasıdır.

*Konferansa ilişkin büyük beklentileriniz var. Ya bu beklentileri karşılayamazsa ne olacak?
Konferansa yönelik beklentiler, doğal bağlamı ve boyutundan kaynaklanmaktadır. Ekonomik reformlar konusunda dahili olarak harika bir iş çıkardık. Ülkenin geliri arttı. Giderler rasyonelleştirildi ve stratejik öneme sahip mallar, geliştirme ve üretim gibi önceliklere uygun şekilde yönlendirildi. Konferans, bu çabaların tamamlayıcısı olacaktır. Değerlendirmelere ve hazırlıklara dayanarak olumlu bir etkiye sahip olmasını bekliyoruz.

*Özel vaatlerde bulunan ülkeler oldu mu?
Önemli bir ülke olan Fransa tarafından düzenlenen konferans, büyük ülkelerden küresel liderlerin katılımının yanı sıra Sudan’a olan ilginin bir göstergesidir. Geçtiğimiz birkaç gün boyunca, dünya liderleriyle, içinden geçtiği hassas geçiş sürecinde Sudan'ı desteklemeye çağıran birçok temas gerçekleştirildi.

*Konferanstan beklentileriniz neler?
Esasen, yatırım ortamını iyileştirmesini, uluslararası yatırımları Sudan’a yönlendirmesini ve borç affı için güçlü bir baskı oluşturmasını umuyoruz.

*Sizce konferans, Sudan’daki mevcut durumu nasıl etkileyecek?
Konferansın Sudan’ın borçlarından muaf tutulması, ülkeye yabancı yatırımların çekilmesi ve uluslararası önemli ortaklıklar kurulması gibi etkilerinin olmasını bekliyoruz. Konferans ayrıca Sudan'a yönelik otuz yıllık tecridi ve dışlamayı sona erdirerek önemli bir siyasi etkiye ve büyük bir ekonomik etkiye sahip olacak. Paris’teki konferans, Fransa ve dünyanın belli başlı ülkelerinin, Sudan’ın muhtemelen öncekinden daha iyi bir şekilde uluslararası topluma geri dönüşünü kutladığı bir karnavaldır.

*Geçiş hükümeti, iç dosyalar yerine dış dosyalara odaklanmakla eleştiriliyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Geçtiğimiz yıl Şubat ve Mart aylarında onaylanan ikinci geçiş hükümetinin programı, biri dış ilişkiler olmak üzere başlıca beş önceliği içeriyordu. Hükümet bu dosyaları birbiriyle ilişkilendirmek için çalışıyor. Burada başlıca çalışma alanımız Sudan’ın iç dosyaları, ancak bölgesel ve uluslararası nüfuzun rolü, olumlu ya da olumsuz olabileceği için göz ardı edilemez. Bu yüzden dış ilişkileri, olumlu etkiyi en üst düzeye çıkaracak şekilde iyileştirmeye çalışıyoruz. Diğer dört dosyada iç meselelerle ilgili ve bunlara odaklanıyoruz.

*Ekonomik kriz, uygulanan zorlu prosedürlere rağmen insanların omuzlarına yük olmaya devam ediyor. Bununla ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
Otuz yıllık yıkım bir buçuk yılda onarılamaz. Bazı dosyalarda ilerleme, bazılarında ise gecikme olduğu söylenebilir. Juba Barış Anlaşması’nın imzalanmasıyla barış dosyasında ilerleme kaydedildi. Anlaşma çerçevesinde Abdulaziz el-Hılu liderliğindeki muhalif silahlı grup Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Kuzey (SPLM-N) ile uzlaşıya varma konusunda yapılan önemli çalışmalar var. Ekonomi konusunda ise Sudan ekonomisindeki bozuklukları gidermek için önemli kararlar alındı ​​ve büyük adımlar atıldı.
Elbette vatandaşların hayat şartları ile ilgili bir takım sorunları var. Fakat objektif bakıldığında, buğday tedariki gibi bir dizi dosyada bir miktar ilerleme kaydedildiği görülebilir. Enerji ve yakıta gelince, bazı zorluklar var ve bunlarla yüzleşmek için planlar hazırlandı ve bu ay boyunca enerji alanında bir gelişme bekliyoruz. Enerji ve yakıt alanlarında ise bir takım zorluklar mevcut. Bu zorlukları gidermek için bazı planlar hazırlandı. Bu ay enerji alanında bir gelişme bekliyoruz. Sorunların kökten çözülmediği doğru, ama güvenlik, dış politika ve reformlar gibi dosyaların yanı sıra bu sorunları çözmeye yönelik açık planlar var.
Üç yıl üç aylık geçiş döneminin ardından yeni geçiş döneminin bir buçuk yılında Sudan'ın tüm sorunlarını çözmek mümkün değil. Eğer bu mümkün olsaydı, geçiş dönemi bu bir buçuk yılla sınırlı kalırdı. Geçiş dönemi, Juba Barış Anlaşması çerçevesinde uzatıldıktan sonra eğer işler planlanan programlara göre giderse geçiş döneminin hedeflerine ulaşabiliriz.

*Geçiş döneminde en azından ülkedeki gerilemenin durdurulduğunu söyleyebilir misiniz?
Gerilemenin gerçek bir sıkıntı olduğuna şüphe yok. Ancak bu temelde geçiş hükümetinin 60 milyar doları aşan borçlar, yüksek vergiler karşısında tamamen parçalanmış bir üretim yapısı ve çok zayıf gelirlerle kendisini son derece karmaşık ekonomik dosyalarla karşı karşıya bulduğunu söyleyebiliriz. Bu miras, geçiş hükümetinin mirası değil. İnsanlar dışa bağlılıkla ilgili sorular soruyorlar. Şuan için siyasi çerçevede dışa bağlılık durdurulabildi, fakat ekonomik çerçevede durdurulamadı.
Devletin nüfuzunu zayıflatan ve ekonomik reform görevini karmaşıklaştıran bir takım sorunlar var. Buna karşılık, özellikle son aylarda, bazı dosyalarda net bir ilerleme kaydedildiğini gördük. Döviz kuru, 3 ay boyunca yüzde 5 civarında dalgalanma yaşadı. Bu dalgalanma, döviz kurunu değiştiren benzer ülkelerin deneyimlerine kıyasla oldukça sınırlıydı. Buğday tedariki gibi geriye kalan dosyalara gelince, bu dosyalarda boğucu bir kıtlık söz konusuydu, ancak şimdi, yerel üretim ve hükümetin attığı adımlarla, yıl sonuna kadar yetecek stokumuz oldu. Elektrik ve yakıt meselelerini geçen ayla karşılaştırdığımızda, net bir somut ilerleme kaydettiğimizi söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra ilaç kıtlığı sorununu çözmek için atılan büyük adımlar söz konusu. Geçiş hükümeti yaşanan sıkıntıları gidermek ve kökten çözmek için her türlü çabayı gösteriyor.

*Hükümet, kamu hizmetlerini yeniden canlandırmak ve reform yapmaktan çekinmekle, ‘yumuşak inişin’ bir parçası olmakla ve eski rejimin kalıntılarının yaptıklarına karşın yumuşak davranmakla suçlanıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Hükümete yönelik tür suçlama var. Bazıları hükümetin ‘yumuşak iniş’ olarak nitelenen bir sürecin parçası olduğunu söyleyerek, eleştiriyor, bazıları ise Eski Rejimin Etkilerini Ortadan Kaldırma Komitesi’ni eski rejimden isimlere kaba davranmakla suçluyorlar. Tüm bunlar göreceli eleştirilerdir. İki eleştiride doğru değil. Devletin otuz yıl boyunca yıpranan hizmetlerinden bahsediyoruz. Bunların bir anda düzeltilmesi mümkün olmadığı gibi, eski rejimin unsurları tasfiye edilerek onarılması da söz konusu değildir.
Hükümet, kamu hizmetlerinde radikal bir değişim üzerinde çalışıyor. Haftalar önce, önde gelen uluslararası uzman kurumlardan birinden, kamu hizmetlerinin bir değerlendirmesinin yanı sıra radikal değişiklikte teknik ve lojistik olarak bize yardımı olacak bir çalışma yapılmasını istedik. Bu bir gün ve bir gece değil, yıllar sürecek bir projedir. Kamu hizmetini eski rejimin kontrolünden, araçlarından, mekanizmalarından ve yolsuzluk vakalarından arındırmak için radikal değişiklikler gerçekleştirmeye yönelik siyasi bir irade olduğunu söyleyebiliriz.

*Emniyet güçlerinin, güvenliği sağlayamadığı ve vatandaşları koruyamadığı, bunun  da suç oranlarını artırdığı ve hükümetin bununla katı bir şekilde başa çıkmakta başarısız olduğu şeklinde suçlamalar var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Eski rejimi tasfiye etmenin bir kısmı güvenlik sistemini tasfiye etmektir. Tasfiye, güvenlik sistemini böldü. Bu da yapısında değişliğe sebep olarak geçiş sürecini kabul etmesini zorlaştırdı. Bu yüzden içeriden mücadele söz konusu. Bu durum iyileştirme çabalarını güçleştiriyor. Buna rağmen polisin üst düzey makamlarındaki kişileri değiştirmek, daha önce görevden alınmış kişileri görevlerine iade etmek, emniyet yapılarını gözden geçirmek ve diğer dosyalar gibi bir gecede sağlanamayacak gerekli kaynaklara ihtiyaç duyan adımlar atılıyor.
Hükümet, güvenlik dosyasıyla tüm ciddiyetiyle ilgileniyor, ancak güvenlik riskinin artması ve geçiş dönemlerine beklendiği gibi eşlik eden siyasi dalgalanmalar nedeniyle aksamalar yaşanıyor. Fakat Sudan’ı bölgede aynı deneyimleri yaşayan diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda, nispeten performansımızın daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü önce tüm sorunları çözüyoruz ve güvenlik dosyasını ciddiyetle ele alıyoruz. Yine de tam gelişme için hükümetin beş önceliğinden biri olan güvenlik sisteminin daha iyi bir performans göstermesi gerekiyor.

*Abdulaziz el-Hılu liderliğindeki SPLM-N ile müzakere turlarının 24 Mayıs’ta Juba'da yapılması planlanıyor. Peki, Sudan Kurtuluş Hareketi (SLM/AM) lideri Abdulvahid Muhammed Nur ile temas kurdunuz mu?
Yurt içinden ve yurtdışından birçok taraf, Abdulvahid Muhammed Nur’u barış sürecine katılmaya çağırmak için temas halinde. Geçiş hükümeti kapsamlı barışı son derece ciddiye alıyor. Abdulvahid Muhammed Nur’u barış sürecinin bir parçası olmaya teşvik ediyoruz. Çünkü diyalog kanalları kapanırsa sorunları çözmek zor olacaktır. Onunla kurulan temasların olumlu sonuçlar elde edeceği ve böylece Muhammed Nur’un barış müzakerelerinin bir parçası olacağı konusunda iyimseriz.

*Cuba Barış Anlaşması'nın imzalanmasının üzerinden yaklaşık 7 ay geçti. İktidarı paylaştınız ama pek bir başarı kaydedilemedi. Başarıların önündeki engeller neler?
En büyük engel, finansman meselesidir. Herhangi bir barış anlaşmasının kağıt üzerinde kalmaması için mali kaynaklara ihtiyacı vardır. Bunu en çok savaştan etkilenenler hissediyorlar. Fakat devlet kaynakları son derece sınırlı. Barış süreci, yerel kaynaklar dışında herhangi bir tarafça finanse edilmiş değil. Bu da anlaşmanın birçok şartının uygulanmasının önünde engel oluşturdu.
Farklı görüşler nedeniyle uygulama mekanizmalarını müzakere etmek de uzun zaman aldı, ancak daha sonra mekanizmalar üzerinde mutabakat sağlandı. Anlaşmanın yoluna koyulması için uygulama mekanizmalarıyla ilgili yoğun toplantılar yapıyoruz.

*Neredeyse ‘komite hükümeti’ adını alacak kadar çok komite kurdunuz. Ancak bu komitelerin raporları kamuoyuna sunulmuyor. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz?
Her komitenin bir takım başarılara imza attığına şüphe yok. Son olarak Petrol Ürünleri Krizini Çözme Komitesi’nin kurulmasıyla elde ettiğimiz kısa deneyimlerimiz bunu doğruluyor. Üç hafta içinde kamuoyuna, bazı hatalar olsa bile yaptığı çalışmaların bir özetini sundu. Komitelerle çalışmalara devam etme niyetindeyiz.
*Başbakana Suikast Girişimini Soruşturma Komitesi ise yaklaşık iki yıldır hiçbir rapor sunmadı. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?
Başbakana Suikast Girişimini Soruşturma Komitesi, pek çok faktörden dolayı konuyla ilgili kesin sonuçlara ulaşamayan komitelerden biridir. Kamuoyuna açıklanacak sonuçlara varması ve sorumluların cezalandırılması için çeşitli taraflardan baskılar yapılıyor.

*Ama Oturma Eyleminin Dağıtılması Olaylarını Soruşturma Komitesi dahi sözde bir komiteye dönüştü.
Bu dosya, oldukça karmaşık bir dosya olmasına rağmen acilen ele alınmalıdır. Komite, nihai sonuçlara ulaşmak için zorlu işler yaptı. Ancak bağımsız bir adalet komitesi olan komitenin raporundaki gecikme nedeniyle huzursuz olunması anlayışla karşılanabilir. Fakat çalışmalarının sonuna gelmiş gibi görünüyor. Biz hükümet olarak komiteye görevini en iyi şekilde yerine getirmesi için gerekli tüm desteği sağlıyoruz.

*Etiyopya ile Sudan arasında anlaşmazlık yaşanan Feşka bölgesi dosyasına Nahda (Rönesans) Barajı dosyası da eklendi. Sudan'ın önceki tutumunu değiştirmesinin tüm kartlarını kaybetmesine neden olduğunu düşünüyor musunuz?
Sudan iki dosyada da tutumunu değiştirmemiştir. Nahda Barajı konusunda, barajın inşasına karşı olumlu bir tavır benimsiyoruz. Sadece baraj ile ilgili yasal bağlayıcılığı olan bir anlaşma istiyoruz. Bu da sağlam bir duruş gerektiriyor. Değişen şey Etiyopya’nın tutumudur. Barajı tek taraflı olarak doldurduktan sonra şimdi Sudan ile yasal bağlayıcılığı olan bir anlaşma imzalamadan ikinci kez doldurmak istiyor.
Feşka dosyasına gelince, 1902'den beri aynı tutumu sergiliyoruz. Feşka, Sudan’ın gasp ve işgal edilmiş bir parçasıdır. Sudan kusurlu bir tutumu düzeltmeye çalışıyor. Feşka, uluslararası hukuk ve uluslararası meşruiyetle desteklenen sınır işaretleriyle Sudan toprağı olarak kabul edildi. Sudan, toprakları üzerindeki egemenliğine ve kontrolüne halel getirmeksizin, komşusu Etiyopya ile herhangi bir iş birliği olasılığını da reddetmeden, Feşka’daki egemenliğini kaybetmemekte kararlıdır.

*Ya Etiyopya ile uzlaşılamazsa ne olacak?
Sudan bunun verdiği zararı durdurmak için tüm kapıları çalacaktır. Çünkü barajın tek taraflı olarak yeniden doldurulması, Sudan’ın ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdittir ve bu konuda elimiz-kolumuz bağlı oturmayacağız. Bu, tüm Sudan halkının savaşıdır.

*Son birkaç gün içinde çok sayıda Amerikalı yetkili Sudan’ı ziyaret etti. Bu ziyaretlerde Etiyopya ile Nahda Barajı ve sınır bölgesi gerginliği ele alındı. Ziyaretlerin sonuçlarını özetleyebilir misiniz? Bu ziyaretler Sudanlıların tutumunu destekliyor mu yoksa sadece bir girişim süreci çerçevesindeler mi?
Sudan’ın tutumuna ilişkin büyük bir anlayış söz konusu. Bu, objektif bir konum olduğu için yaptıkları açıklamalarda bile bariz şekilde ortaya koyuluyor. Her iki durumda da gerçeğin yanında yer alıyorlar. Onlara barışçıl bir siyasi çözüme bağlı kaldığımızı ve komşumuz Etiyopya ile gerginlik yaşamak istemediğimizi söyledik. Ziyaretler sırasındaki görüşmeler oldukça olumlu geçti. Çeşitli arabulucuların zamanında çözüme ulaşmadaki rollerini takdir ediyoruz.

*Sudan, Mısır’a yakın bir tutum içerisinde mi?
Tarihi ve coğrafi olarak köklü bağlarımızın olduğu kardeş ve komşu ülke Mısır ile Nahda Barajı dosyasında birçok ortak paydamız var. Sudan, en başından beri bizi birleştiren ve birbirimize yaklaştıran bir anlaşmadan söz etti.

*Sudan’ın her iki tarafa da yakınlığını belirleyen faktörler nelerdir?
Herhangi bir yakınlaşmanın ana noktası, üç ülkenin halklarının ortak çıkarlarıdır. Geçiş hükümeti, kurulduğundan bu yana, Sudan'ın komşularıyla ilişkilerini nasıl yeniden kuracağı üzerinde çalıştı. Komşuları ile ilişkilerin ortak çıkarlara göre yeniden kurulması için gereken çabayı gösterdi.

*Etiyopya, Sudan’ın Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) güçlerini eğittiğini iddia ediyor. Bunu neye dayandırarak öne sürüyor?
Bu doğru değil. Hiçbir dayanağı da yok. Çünkü biz asla Etiyopya'da bir istikrarsızlık faktörü olamayız. Etiyopya’nın istikrarı, Sudan’ın istikrarıdır. Aynı şekilde Sudan’ın istikrarı, Etiyopya’nın istikrarıdır. Etiyopya'daki kardeşlerimize karşı düşmanca bir eylemde bulunamayız. Etiyopya'da olup bitenler, Etiyopya'nın iç meselesidir.

*Peki, Sudan bu kadar net bir görüşe sahipken nasıl suçlanıyor?
Etiyopya'nın Sudan ile baraj ve sınır konularındaki tutumu, Etiyopya liderliği için bile bir takım güçlüklere neden olurken Etiyopya'nın iç durumundan etkilenmiştir. Karşılıklı yapılan tüm yazışmalar, sahadaki gerçeklerden çok, Etiyopya'nın iç durumuna bağlıdır.

*Sudan muhalefeti, hükümetin sivil kanadının askeri kanada teslim olduğunu ve ordu için bir araç haline geldiğini iddia ediyor. İki kanat arasındaki ilişki verimli bir ilişki mi yoksa dalgalı bir ilişki mi?
Devrimciler 6 Nisan’da Genelkurmay Başkanlığı’na gittiklerinde, geçiş aşaması, siviller ve askerler arasında bir dayanışma aşaması olarak algılandı. Nihayetinde bu bir geçiş dönemi modeliydi. Bu da onun kusurlarından arınmış olduğu anlamına gelmezken eksiklikleri oldukları anlamına gelir. Bu geçiş dönem aynı zamanda Sudan’ın bağımsızlığından bu yana katlanarak artan zorluklarla karşı karşıyadır.
Siviller ve askerler arasındaki ilişkide kusurlar, gerilimler ve bir güvensizlik mirası, anlaşmazlıklar ve farklı devlet yönetimi algıları var. Bu da modern Sudan devletiyle bağlantılı büyük bir sorundur ve bir gecede çözülemez. Bu ilişkide birçok sorunla karşılaşılması bekleniyor. Ama geçiş sürecinin başarılı olması için iş birliği olması gerekiyor. Sivil ve askerler arasındaki sorunlar karşısında kafamızı kuma gömmemeliyiz. Geçiş sürecinin tehlikeye girmemesi için bu sorunlarla cesaretle ve açık bir şekilde mücadele etmeliyiz. Bu sorunlarla açıkça yüzleşmeyi seçtik, bu da demokratik bir geçişe ve eski rejimin tasfiyesine yol açtı.

*Bu durum, İç Güvenlik Teşkilatı’nın yapılandırmasını geciktirdi mi?
Sadece İç Güvenlik Teşkilatı dosyasında değil, sivillerin ve ordu arasındaki sorunlar yüzünden birçok dosyada gecikme oldu. Ancak geçiş döneminin birçok farklı kesimi temsil etmesi ve aralarındaki ilişki uzlaşmaya dayandığından, fikir birliğine varmada ve farklı görüşleri birleştirmede yaşanan zorluklardan ötürü ilerlemede bir gecikme ve yavaşlık olabilir. Siviller ile askerler arasındaki karmaşık ilişkilerin, bazı dosyalarda yavaş ilerleme kaydedilmesine neden olduğuna şüphe yok.

*Peki, Bakanlar Kurulu, İç Güvenlik Kanunu'nu ele aldı mı?
Kanun, Bakanlar Kurulu önüne hiç gelmedi. Adalet Bakanı, kanunun henüz çalışmaları tamamlanmadan basına sızdırıldığını söyledi. Bakanlar Kurulu'nun kanunu basında tartışılırken gördüğünü söyleyebilirim. Ancak bu tamamlanmamış bir kanun. Öte yandan demokratik çerçevede bir iç güvenlik servisinden bahsediyoruz ve mevcut kanunun bunun için gerekli belirleyicileri sağlanmadığı da ortada. Adalet Bakanlığı, Bakanlar Kurulu'na sunulacak kanun tasarısının bir an önce tamamlanması için çalışıyor.



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.