Milliyetçilik artık kınama veya destek ifadeleri değil, gaz hatları, elektrik şebekeleri ve bir zorunluluk haline gelen modern bir anlayışın pekiştirilmesidir.
Milliyetçilik kavramı değişti ve artık onlarca yıl önce hakkında okuduğumuz gibi değil (AFP)
Milliyetçilik kavramı değişti ve artık onlarca yıl önce hakkında okuduğumuz gibi değil (AFP)
Mustafa Feki
Ulusal terminoloji, onu zamanın ruhuna daha uygun, ulusal ve küresel ruh haline daha yakın hale getiren geçişlere ve dönüşümlere tabi oldu. Aynısı Arap milliyetçiliği için de geçerli, geçen yüzyılın altmışlı ve yetmişli yıllarında olduğu gibi kalmadı. Artık ulusal kurtuluş hareketleriyle ve o zamanlar Asya ve Afrika kıtalarında son nefesini vermek üzere olan sömürgeciliğe karşı direnişle doğrudan bağlantılı değil. Dünya değişti, evrildi ve şimdi çağdaş uluslararası ilişkilerin yeniden yapılandırıldığı bir süreç var. Milliyetçilikler şimdiki zamanla daha yakından ilgili daha gerçekçi bir yöne doğru hareketlendi.
İşte aynı milletin, hatta komşu milletlerin çocukları arasındaki bölünmeye, hatta bir çatışmaya tanık oluyoruz. Rusya ve Ukrayna arasındaki kanlı çatışma, milletlerin bölünmesi, ırkların parçalara ayrılmasıyla dünyanın değiştiğine dair kanıtlar sunuyor. Rusya ve Ukrayna, eski Sovyetler Birliği'nin iki birimiydi ve hiç kimse aralarında şu anda şahit olduğumuza benzer ve neredeyse dünya savaşına işaret eden bir savaşın patlak vermesini beklemiyordu. Öyle ki son aylarda nükleer silahlar ve kullanım olasılıkları hakkında ifadeler dillendirilmeye başlandı. Oysa dehşet dengesinin, nükleer ve biyolojik silahların dış politikanın teorik literatürü dışında artık var olmamasına yol açtığını varsayıyorduk. Ama öyle görünüyor ki insan hafızası, (Pearl Harbor) ve daha sonra (Hiroşima) ve (Nagazaki)'de olduğu gibi, son dünya savaşından önemli olayları hala muhafaza ediyor ve işte çağdaş dünya, parmak uçlarında dikilmiş, şiddetli krizden ve devam eden çatışmadan bir çıkış yolu arıyor.
Buradan milliyetçilik kavramının değiştiğini ve benzer dönüşümler geçirdiğini net bir şekilde çıkarıyoruz. Mesele, artık ulusal sabiteler ve onların çerçevesindeki fikri şablonların durgunluğu hakkında onlarca yıldır okuduğumuz gibi değil. Dünya değişti, adlandırmalar daha önce bilinmeyen farklı varlıklara atıfta bulunuyor ve bu, kaçınılmaz olarak Arap milliyetçiliği için de geçerli. Bu beni o kadar cezbetti ki birkaç yıl önce bu gelişmeleri, Arapçılık kavramında yaşanan değişiklikleri, bu terimin zamanımızdaki gerçek anlamını tartışmak istediğim "Mısır Arapçılığı" adlı bir kitap yayınladım. Burada birkaç gözlemimizi sayacağız:
Birincisi, Arap milliyetçiliği kavramı artık onu dokunulmaz bir “tabu”ya dönüştüren, düşünülmesini affedilemez gören keskin yankıya sahip değil. Milliyetçiliğin tabuya dönüşmesi, çağrışımları ve ifade ettiği anlamlar değişse de, Arapları, sanki taptıkları büyük bir putmuş gibi milliyetçilik kavramı yörüngesinde dönmeye yöneltmişti
Milliyetçiliğin gerçek değerinin sadece savaşlarda ve büyük muharebelerde ortaya çıktığına inananlar var. Ana devlet dediğimiz merkezî devlette millî fikrin gerilemesinin, millî seslerin giderek duyulmaz olmasına, üniter iddiaların çöküşüne ve milliyetçilik kavramı üzerine pragmatik diyaloğun başlamasına sebep olan neden ve etkenlere eklenen bir diğer olumsuz unsur olduğunu da göz önünde bulunduruyorlar.
Yukarıda bahsi geçen kitabımda hâkim olan, Arapların sesiyle çöllere ve vadilere taşınan Mısır Arapçılığı denebilecek yeni çağrışımların önemini ele almıştım. Bir keresinde Lübnanlı büyük düşünür Elias Sahab'dan, Arap milliyetçisi düşünürlerin Arapçılık kriterlerini merkezî devlet ile olan ilişkileriyle ölçtüğünü duymuştum ki, bu devlet de altmışlı yıllarda Mısır’dı.
Şimdi durum nispeten farklı, ulusal sloganlar artık daha önce hâkim olan klasik içeriğe sahip değil. Aynı şekilde, 1967'deki askeri yenilgi ile Mısır'ın kendisi de değişti ve kamuoyunun ruh hali radikal sloganlardan ve tumturaklı söylemlerden uzaklaştı.
İkincisi; aynı milliyetçi arenada bir çıkar çatışmasının meydana geldiğini, artık amaçların mutlaka aynı, araçların ortak olması gerekmediğini tam bir tarafsızlıkla kabul etmeliyiz. Arapçılık ifadesini kullanma ya da atıfta bulunma yöntemlerinde açık farklılıklarla karşı karşıyayız. Arapçılık, öncelikle kültürel bir çağrışım haline geldi. Etkisi bazen bunun ötesine geçerek genişlediğinde ise, esasında temel Arap davasına atıfta bulunuyor. Temel Arap davası dediğimizde, üzerine ve üzerimize düşen her şeyle Filistin davasını kastediyoruz. Hele ki son yıllarda gerileme demeyelim de bir tür durgunluğa evrilmesinden sonra. Gerileme demiyoruz çünkü Filistin halkının yiğitliği kesintisiz, ancak şu anda yaşadığımız bir Arap-İsrail çatışmasını çözme girişimi değil, sadece bu çatışmanın yönetilmesidir.
Bilhassa bir yanda Arap ülkeleri diğer yanda İbrani devleti arasındaki ikili ilişkilerde büyük değişiklikler meydana geldiğinden, bu kronik soruna nüfuz etmekten bahsetmek artık mümkün değil. Bu noktada Arapçılık kavramı daha önce önerilmeyen yeni çağrışımlar kazandı.
Üçüncüsü; yine (Arap düzeyinde) artık kitleleri birlik yönüne çeken çekici bir "karizma"ya sahip bir ulusal liderliğin olmadığını kabul etmeliyiz. Çeşitli Arap ülkelerinde yerel çıkarlar dili hâkim oldu ve artık yoğun veya alevli duygular için geniş bir alan yok. Herkes dersi anladı ve Arap ümmetinin nihayetinde asla bir slogan, hayal, hatta illüzyon olmayıp, bayrağı altındaki birimlerin ortak çıkarları için bir buluşma yeri olduğuna tamamen ikna oldu. Özel anlamı ve doğru mefhumu ile bir bölgesel devlet çağında yaşıyoruz.
Dördüncüsü; Arap bölgesinin ve içinde yaşayan milletlerin karakterini, Arapların, Farsların, Kürtlerin ve Türklerin kimliğini takip edenler, bölgenin jeopolitik yapısının artık daha önce müjdelediğimiz veya savunduğumuz gibi olmadığını keşfedeceklerdir. Eksik ittifaklar galip geldi, değişen hızlardaki siyaset yaygınlaştı. Bölgede artık milliyetler arasında kaynaşma veya baskın kimlikler arasında yakınlaşma için gerçek bir alan yok. Sonuç olarak, Batı Asya ülkeleri, Maşrık (Levant) ve Arap Yarımadası’nın güneyi arasındaki ilişkilere hâkim olan bir akışkanlık durumu ile karşı karşıyayız. Buna ek olarak, üç komşu ülke, İsrail, Türkiye ve İran'ın da çoğu zaman aralarında ortak temelleri olmayan bağımsız ajandaları bulunuyor. Bunu görmek için Arap sahnesini ve ilk etapta uluslararası değişimlere, ardından çoğu durumda bölgesel değişkenlere bağlı olarak değişen, bölgedeki diğer güçlerle ilişkilerini dikkatle incelemek yeterlidir.
Beşincisi; burada ulus-devleti korumanın önemini, enternasyonalizm bahanesi ve radikal örgütlerin illüzyonları ile önemini azaltma tehlikesini ihmal etmemeliyiz. Zira radikal örgütler bölgeyi kendi halklarının çıkarlarına hizmet etmeyen yönlere çekmeye çalışıyorlar. Her şeyden önce, Arap ümmetinin ulusal çıkarlarına, halklarının ülke içi menfaatlerine hizmet etmeyecek tahakkümlerini güçlendirmeyi amaçlıyorlar. Dini ve üç dinin takipçileri üzerindeki tehlikeli etkisini sömürmeye, manevi boyutunu politize etmeye çabalıyorlar. Böylece dini, ilerleme sürecini, güven ve kararlılıkla ilerleyen modern ülkelerin tesisine engel olan yıkıcı bir güce dönüştürüyorlar.
Yukarıdaki gözlemler, Arap-Arap çatışmasının boyutlarını tek milliyetçilik, bu bağlamda duyguların parçalanmasına ve birleşik milliyetçi ruhun kırılmasına yol açan açık ihtilaflar çerçevesinde kadraja alma girişimidir. Bu nedenle, 2011 yılında Kahire'de yayınlanan bahsi geçen kitabımızda (Mısır Arapçılığı) belirttiğimiz ve modern Arapçılık kavramının pekiştirilmesini, başkasının yerine bir alternatif olarak yerleştirilmesini açıkça talep eden görüşümüze bağlıyız. Mevcut Arapçılık, kınama veya destek ifadeleri değil, gaz hatları, elektrik şebekeleri ve modern yollar ağıdır. Arapçılık, on yıllardır yaşadığımız gibi Arapların çıkarları ve daha iyi bir yarın için umutları üzerinde gerçek bir etkisi olmayan tarihsel bir yanılsama değil, modern bir kurgu haline geldi. *Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara, Moskova'daki Büyük Kremlin Sarayı'nda yaptıkları görüşmede tokalaşırken, 15 Ekim 2025 (AFP)
Pragmatizm Rusya-Suriye ilişkilerini yeniden tanımlamaya yeter mi?
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara, Moskova'daki Büyük Kremlin Sarayı'nda yaptıkları görüşmede tokalaşırken, 15 Ekim 2025 (AFP)
Samir İlyas
Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara'nın Moskova ziyareti ve Kremlin'in yakın misafirlere ayrılmış salonlarından birinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından sıcak bir şekilde karşılanmasının sembolizmi ve önemi konusunda herkes hem fikir olurken uzun bir düşmanlık geçmişi ve Suriye'de karşı cephelerde savaşmış iki taraf arasında tartışılan konularda somut bir ilerleme kaydedilip kaydedilmediğine ilişkin değerlendirmelerde görüş ayrılıkları vardı.
İdlib mağaralarından çıkan ‘isyancı’ liderin iktidarını sağlamlaştırma hırsı, Şara’yı düşmanlıkları bir kenara bırakıp Kremlin'e yaklaşmaya itti. Kremlin, eski rejime siyasi, askeri ve ekonomik destek vererek Suriyelilere uzun süredir ihanet ediyor ve onların acılarını uzatıyordu. Yıkılmış bir ülkeyi yeniden inşa etmek, güvenliği sağlamak ve dış müdahale ve baskılara karşı birliğini korumak gibi devasa zorlukların ortasında Şara, vesayet dayatmadan karşılıklı çıkar temelinde istikrara katkıda bulunacak Rusya’nın yeni bir rolü üzerine bahis oynuyor. Şara, sabırlı bir politikanın istenen sonuçları elde etmesine ve Kremlin'e uzanan uzun merdiveni tırmanmasına yardımcı olmasını umuyor.
Öte yandan önemli jeopolitik konumu ve Sovyetler Birliği döneminden beri Moskova ile uzun süredir devam eden tarihi bağları nedeniyle Suriye’yi kaybetme korkusu, Kremlin’i Şara için sıcak bir karşılama ve onu Yeşil Salon'da ağırlayarak abartılı bir şekilde kutlamaya sevk etti. Bu konuk, bir yıldan kısa bir süre öncesine kadar Rusya ordusu için değerli bir aranan isim olarak görülüyordu. Şara’nın o dönem lideri olduğu Heyet-u Tahrir eş-Şam (HTŞ) halen Rusya'nın terörist örgütler listesinde yer alıyor. 7 Ekim 2023 olaylarının ardından Rusya'nın bölgedeki rolünün azalması, İran eksenindeki müttefiklerinin önemli ölçüde zayıflaması ve Beşşar Esed rejiminin çarpıcı şekilde düşüşünün yanı sıra ABD’nin Gazze konulu Şarm eş-Şeyh Zirvesi’ne hiçbir Rus temsilciyi davet etmemesinin de gösterdiği üzere Ortadoğu’yu yeniden düzenleme çabalarında Rusya’nın rolü tamamen görmezden geliniyor gibi görünüyordu. Bölgesel değişiklikler çerçevesinde, yeni rejimle ilişkilerin yeniden kurulmasına bahis oynamak, Rusya yönetiminin Doğu Akdeniz'den tamamen çekilmesini ve bölgedeki ülkelerle siyasi ve ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi açısından Rus varlığının sağladığı tüm kazanımları kaybetmesini önlemek için zorunludur. Ayrıca Tartus Deniz Üssü ve Hmeymim Hava Üssü’nün, Rusya'nın Afrika'daki yayılmacı hedeflerine ulaşmak için lojistik merkezler olarak oynadıkları önemli rol de göz ardı edilemez.
Açıklamalar, Beşşar Esed’in kaderinin tüm siyasi, ekonomik, askeri ve istihbarat alanlarında gelecekteki iş birliğini araştırmaya engel teşkil etmediğine işaret ediyor.
Henüz somut bir ilerleme kaydedilmemiş olsa da Şara'nın Moskova ziyareti, Beşşar Esed rejiminin düşüşünden sonra Şam ve Moskova arasında güvenin yeniden tesis edilmesine yönelik temkinli bir başlangıç niteliğindeydi. Şam ve Moskova arasındaki ihtilaflı konuların son derece karmaşık olduğu unutulmamalı. Bu konular arasında Suriye’deki Rus askeri üslerinin geleceği, önceki ekonomik ve askeri anlaşmaların akıbeti, önceki rejimden miras kalan borçlar, Esed ve bazı üst düzey subaylar ile eski yetkililerin teslim edilmesiyle ilgili geçiş dönemi adaleti dosyası yer alıyor. Bu yetkililerin bir kısmı insani sığınma hakkı tanındıktan sonra Moskova’da ikamet ediyor.
Suriye Devlet Başkanı Şara, Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmek üzere Moskova'daki Büyük Kremlin Sarayı'na girerken, 15 Ekim 2025 (AFP)
İki liderin görüşmesinin başındaki resmi açıklamalara yeniden bakıldığında yüksek hassasiyetli konuların kamuoyuna açıklanmaması konusunda bir uzlaşı olduğu görülüyordu. Görüşme, tarihi ilişkiler ve ikili çıkarlarla sınırlı kaldı ve gelecekteki iş birliği için önemli noktalar belirlendi. Açıklamalar, görüşmenin öncesindeki beklentilerin aksine, Kremlin'den birkaç kilometre uzaklıkta yaşayan devrik Devlet Başkanı ve mülteci Esed'in kaderinin, iki tarafın heyetleri arasındaki görüşmede de görüldüğü üzere siyasi, ekonomik, askeri ve istihbarat alanlarında gelecekteki iş birliğinin önünde bir engel teşkil etmediğini ortaya koydu. Esed'ın kaderi, Moskova ile Şam arasındaki ilişkilerin gelişmesine gerçek bir engel teşkil etmeyecek gibi görünüyor. Mevcut Suriye yönetimi, iktidarı korumak, iç durumu kontrol etmek ve yaşam ve ekonomik koşulları iyileştirmek gibi daha acil sorunlarla karşı karşıya. Yeni Şam yönetimi, Moskova'nın ülkenin geleceğinde olumlu bir rol oynamaya istekli olmasının, Esed'e insani sığınma hakkı tanıyan Putin için büyük bir utanç kaynağı olan Esed'in iadesi konusunu gündeme getirmekten çok daha iyi olduğuna karar vermiş olabilir.
Rusya ile Suriye arasındaki ilişkileri yeni temeller üzerine inşa etmek her iki taraf için de acil bir ihtiyaç olsa da ABD ve Avrupa'nın tepkilerinden duyulan endişeler bu konuda en büyük engellerden birini oluşturuyor.
Açıklanan konuların yanı sıra Rusya’nın Genelkurmay Askeri İstihbarat Servisi (GRU) Başkanı Igor Kostyukov’un toplantılara katılması, iki tarafın Rusya ve Orta Asya'dan kişilerin de dahil olduğu radikal terör örgütleriyle mücadeleyi ve bu örgütlerin üyelerinin geldikleri ülkelere dönmelerini ve radikal fikirlerini yaymalarını veya Rusya'da terör eylemleri gerçekleştirmek üzere yeni üyeler kazanmalarını önlemeyi tartıştıklarını ortaya koyuyor. Bu da Devlet Başkanı Putin’in terörün Rusya’nın şehirlerine yayılmasını önlemek için Suriye'deki teröristleri hedef alarak 2015 yılındaki askeri müdahalesini meşrulaştırmak için belirlediği bir hedefti. Diğer yandan, Suriye’deki yıllarca süren müdahalesi sırasında biriktirdiği geniş arşiv ve Suriye ordusu subayları ve İran güçleriyle uzun süredir devam eden ilişkileriyle GRU, Esed’in kaçışından sonra ülkeyi terk etmeme kararı alan eski rejimin kalıntılarının hareketlerini frenlemek için Şam'daki yeni rejime yardımcı olabilir. İki taraf arasındaki istihbarat koordinasyonu, yeni hükümeti reddeden veya yeni devlete katılmak istememelerini haklı çıkarmak için ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalışan güçlerin bireysel terörist operasyonlarını veya hareketlerini engellemede rol oynayabilir.
Rus askeri araçların Suriye’nin batısındaki Lazkiye ilinde Rusya tarafından kiralanan Hmeymim Hava Üssü’ne girişi sırasında yukarıda asılı duran Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in bir fotoğrafı, 29 Aralık 2024 (AFP)
Çeçenistan ve Dağıstan gibi Rus cumhuriyetlerinden ve Özbekistan ve Tacikistan gibi Orta Asya ülkelerinden binlerce savaşçının Suriye'de ayrı gruplar halinde savaştığı biliniyor. Yüzlerce savaşçı HTŞ’ye katılırken, bazıları daha küçük, daha radikal örgütlerde kaldı veya DEAŞ saflarında savaştı. Öte yandan, Moskova'da bulunan rejim subaylarının bu bahar kıyı şeridinde bir isyanı koordine ettiği ve bunun talihsiz olaylara ve ciddi ihlallere yol açtığı iddia edildi.
Şara’nın ziyaretinin sonucunu değerlendirmek için henüz erken olsa da her iki tarafın da yeni aşamaya uygun olarak imzalanan anlaşmalarda değişiklik yapılmasına kapıyı açık bıraktığı ve Şara’nın bu konuda taahhüdünü açıklaması dikkati çekti. Suriye Dışişleri Bakanı Esad eş-Şeybani, 18 Ekim'de Suriye devlet kanalı el-İhbariyye'ye verdiği röportajda, “Rusya ile ilişkiler kademeli olarak ilerliyor ve yeni anlaşmalar imzalanmadı, eski rejimle imzalanan anlaşmalar ise eski halleriyle kabul edilmediğinden askıya alınmış durumda” ifadelerini kullandı. Bu, değişen bölgesel ve uluslararası gerçeklik içinde iki taraf arasındaki güven sınırlarını test etmek ve çıkarları yeniden tanımlamak için bir temel olarak görülebilir.
Suriye'nin dış politikasının bugün kutuplaşma ve ittifaklardan kaçındığını, tüm taraflarla diyalog, açıklık ve dengeli iş birliği peşinde olduğunu vurgulayan Şeybani, Şam'ın, ulusal egemenliği koruma ve herhangi bir türden bağımlılık veya bağımlılığın geri dönüşüne izin vermeme ilkesi çerçevesinde, Rusya meselesini rasyonel ve ihtiyatlı bir şekilde ele aldığını da sözlerine ekledi.
Şeybani’nin açıklamaları, Suriye'nin yeni politikasının temelini oluşturan zıt kavramları ifade ediyor. Bu politika, siyasi ittifaklardan ziyade ulusal çıkarlar temelinde diğer ülkelerle ortaklıklar kurmayı amaçlayan dengeli bir açıklık ve pragmatizm üzerine kurulu. Ancak, kutuplaşma ve ittifaklardan kaçınmak ile tüm taraflarla diyalog ve iş birliği içinde olmak arasında bir denge kurmak pratikte zor görünüyor.
Rusya-Suriye ilişkilerinin yeni temeller üzerinde yeniden inşa edilmesi her iki taraf için de acil bir ihtiyaç olsa da ABD ve Avrupa'nın tepkilerinden duyulan endişeler, özellikle askeri ve ekonomik alanlarda Suriye-Rusya ilişkilerinin yeniden inşasının önündeki başlıca engellerden biri.
ABD ve Avrupa ülkeleri, Suriye'nin özellikle petrol, doğalgaz, maden ve bankacılık sektörlerinde olmak üzere Moskova'ya uygulanan yaptırımları atlatmak için bir arka kapı haline gelmesinden endişe ediyor.
Askeri alanda Şam, savaş yıllarında zarar gören ve önceki rejimin çöküşünden sonra İsrail tarafından büyük ölçüde tahrip edilen savunma yeteneklerini yeniden inşa etmek için Rusya, Çin ve Türkiye ile iş birliği yapmak zorunda. Bu alanda ABD veya Avrupa Birliği (AB) ülkelerine güvenmenin imkansızlığı göz önüne alındığında, Batı'nın Suriye'ye herhangi bir gelişmiş savunma sistemi veya askeri teknoloji sağlaması ihtimali yok ve herhangi bir güvenlik müdahalesi, Suriye'nin egemenliğinin özünü etkileyecek siyasi koşullara bağlı olacak.
Rusya ve Çin’e yönelme, geleneksel ittifaklardan çok ulusal güvenlik ihtiyaçları ve caydırıcılığın yeniden tesis edilmesi tarafından belirlenen tek gerçekçi seçenek. Bu yüzden Batı’nın hassasiyetlerini kışkırtmamak veya bölgesel istikrarı tehdit etmemek için bu ortaklıkların yönetilmesinde ihtiyatlı davranılması gerekiyor. Bu bağlamda, Ukrayna'daki savaş nedeniyle Rusya’nın öngörülebilir gelecekte Suriye'nin tüm askeri ihtiyaçlarını karşılama isteği ve kabiliyetine sahip olduğu konusunda mutlak bir kesinlik yok.
Bu açıdan İsrail, Suriye'nin savunma kapasitesinin yeniden inşasına ilişkin Batı'nın tutumunun en önemli belirleyicilerinden biri olarak öne çıkıyor. Washington ve Avrupa başkentleri, bir dereceye kadar İsrail'in taleplerini dikkate almaya kararlı ve Trump yönetimi, İsrail'in işgal altındaki Suriye Golan Tepeleri'ni ilhakını tanıdı. ABD aynı zamanda Suriye'nin füze yetenekleri ya da hava savunma sistemlerinin niteliksel gelişimini sınırlamak için AB ülkeleriyle birlikte çalışıyor. Bu durum, Suriye'nin ihtiyaçlarını karşılayan askeri alanda ABD veya Batı ile herhangi bir iş birliği yapmasını neredeyse imkansız hale getiriyor.
Ekonomik açıdan, meşru hükümetin yeniden yapılanma ve ekonomik toparlanma için Amerika Birleşik Devletleri veya Avrupa Birliği'ne güvenme olasılığı, açık yapısal engellerle karşı karşıya. ABD ve Batı'nın meşru hükümete karşı nispeten açık tutumu ihtiyatlı olmaya devam etmekte, yaptırımlar henüz tamamen kaldırılmamış ve Batı'nın yatırımları, kısa vadede gerçekleştirilmesi zor olan köklü siyasi reformlara bağlı olmaya devam ediyor.
Öte yandan, Batı'nın yaptırımları nedeniyle Rusya'ya ekonomik ve yatırım konularında güvenilemez. Geçtiğimiz eylül ayında Rusya Başbakan Yardımcısı Aleksandr Novak başkanlığındaki Rus heyetinin Şam'ı ziyareti sırasında Moskova, enerji sektörünün ve insani yardım alanının yeniden inşasına katılmayı teklif etti. Putin ve Şara arasında yapılan son görüşmelerin sonuçlarına göre Rusya Suriye’ye buğday, ilaç ve gıda tedarik etme ve petrol sahalarında çalışma olasılığını değerlendirmeyi kabul etti.
Söz konusu alanlar durumu iyileştirmek için yetersiz olsa da, ABD ve Avrupa ülkeleri, Suriye'nin özellikle petrol, doğalgaz, maden ve bankacılık sektörlerinde olmak üzere Moskova'ya uygulanan yaptırımları atlatmak için bir arka kapı haline gelmesinden endişe ediyor. Bu bakımdan Şam ile Moskova arasındaki her türlü ekonomik veya askeri yakınlaşma yakından takip ediliyor. Ancak Suriye'nin Rusya ile ilişkilerinin güçlenmesi, Çin'i Suriye'deki yeniden inşa projelerine fon sağlamaya ve belirli sektörlere yatırım yapmaya teşvik ediyor.
Yukarıda belirtilen tüm bu karmaşık durumlar, meşru hükümeti oldukça zor bir duruma sokuyor. Hükümet, ortaklıklarını çeşitlendirmeye ve herkese açılmaya çalışırken, aynı zamanda uluslararası güç dengesi ile gerçekçi bir şekilde başa çıkmak zorunda kalmakta ve bu da ona sadece sınırlı bir marj alanı bırakıyor. Şam'ın güvenlik gereklilikleri, egemenlik şartları, yeniden yapılanma ve ekonomik toparlanma arasındaki bu hassas dengeyi korumadaki başarısı, şüphesiz Doğu ve Batı ile gelecekteki ilişkilerinin şeklini belirleyecek. Bu, Suriye’nin yeni politikasının izolasyon olmadan bağımsızlığı ve bağımlılık olmadan açıklığı ne ölçüde başarabileceğini gösterecek. Şeybani’nin bahsettiği denklemi gerçekleştirmenin zorluğu da burada yatıyor.
Moskova’daki Putin-Şara görüşmesi, Suriye-Rusya ilişkilerinde ‘karşılıklı ihtiyaç’ başlıklı yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyor
Şara'nın ziyareti, karşılıklı çıkarlar temelinde Rusya-Suriye ilişkilerinde yeni bir başlangıca işaret ediyor. Yeni Suriye yönetiminin, meşruiyetini güçlendirmesi ve ekonomik ve güvenlik sorunlarını çözmesi gerekiyor. Bu noktada Moskova, en azından söz konusu sorunların hafifletilmesine yardımcı olabilir. Putin'in Şara ile yaptığı görüşmeler, Esed rejiminin düşüşünden sonra itibarını kurtarmak ve Rusya'nın Ortadoğu'da hâlâ var olduğunu göstermek için bir fırsat teşkil ediyor. Ancak, Rusya’nın İsrail’in güneydeki tekrarlanan saldırılarını sınırlamada önceki rolünü oynayacağı pek olası görünmüyor, zira Şam’daki iktidar değişikliğinden önce Rusya'nın güney Suriye'deki varlığı İsrail'in çıkarlarına hizmet ediyordu ve Rus devriyelerinin başlıca görevi güney Suriye'de İran yanlısı grupların yayılmasını önlemekti.
İsrail, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde askeri üsler kurmasından korktuğu için Tartus Deniz Üssü ve Hmeymim Hava Üssü’nü açık tutmayı tercih etse de Avrupa'nın tutumu yeni hükümete yardımın Rusya ile ilişkilerin kesilmesine bağlı olduğunu gösteriyor. Bunun yanında ABD de Moskova ile kazandığı nüfuzu paylaşmaya gerek duymuyor. Eğer Trump yönetimi çekilmeye karar verirse, Rusya'nın Suriye bölgesindeki boşluğu doldurmasını istemiyor.
Suriye Dışişleri Bakanı Esad eş-Şeybani ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Rusya’nın Moskova kentinde gerçekleşen görüşmelerinin ardından düzenlenen basın toplantısında tokalaşırken, 31 Temmuz 2025 (Reuters)
Görüşmenin basına açık olan kısmında açıklamalarda bulunan Suriye Devlet Başkanı Şara, “Suriye'nin bağımsızlığını, egemenliğini, birliğini, toprak bütünlüğünü ve güvenlik istikrarını sağlayarak, bu ilişkilerin doğasını yeni bir şekilde yeniden tesis etmek ve tanımlamak istiyoruz” diye konuştu.
Putin'in konuşması ve ardından Rus yetkililerin yaptığı açıklamalar da Şara'ya teorik olarak istediklerinin verildiğine işaret eder nitelikteydi. Zira Putin, Suriye Halk Meclisi seçimlerine övgüde bulunurken ülkesinin ayrılıkçı hareketleri reddettiğini ve Suriye topraklarının birliği ve bütünlüğünü desteklediğini teyit etti.
Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Moskova’daki toplantı, karşılıklı ihtiyaçların ön plana çıktığı Suriye-Rusya ilişkilerinde yeni bir sayfanın açılmasını simgeliyor. Ancak ilişkilerin yeniden kurulması, ne kadar zor olursa olsun, sadece geçmişi geride bırakmakla bağlantılı değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası gerçeklerin Suriye’deki duruma etkisi ve Rusya’nın Ukrayna'daki beka savaşıyla meşgul olurken Ortadoğu'ya yönlendirebileceği stratejik kaynakların miktarı gibi faktörlerle de bağlantılı olmaya devam ediyor.
Hamaney ve İran’a dönüş: Temel mi yoksa taktiksel bir değişim mi?https://turkish.aawsat.com/d%C3%BCnya/5200718-hamaney-ve-i%CC%87ran%E2%80%99-d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F-temel-mi-yoksa-taktiksel-bir-de%C4%9Fi%C5%9Fim-mi
Dini Lider'in uluslararası spor ve bilim yarışmalarının kazananlarına yaptığı son konuşmada, rejimin dini kimliğinin dayanağını oluşturan ideolojik ve doktrinel tanımlardan hiçbirini kullanmaması dikkat çekiciydi (Batı Asya Haber Ajansı/Reuters)
Hamaney ve İran’a dönüş: Temel mi yoksa taktiksel bir değişim mi?
Dini Lider'in uluslararası spor ve bilim yarışmalarının kazananlarına yaptığı son konuşmada, rejimin dini kimliğinin dayanağını oluşturan ideolojik ve doktrinel tanımlardan hiçbirini kullanmaması dikkat çekiciydi (Batı Asya Haber Ajansı/Reuters)
Hasan Fahs
Açıkça ortaya çıkan ve haziran ayında ABD’nin katılımıyla İran'daki İslam rejimini hedef alan İsrail saldırısının üzerinden zaman geçtikçe daha da netleşen husus, bu saldırının rejimin, liderlerinin ve kurumlarının davranışlarında derin değişikliklere neden olduğudur. Bu değişiklikler, taktiksel bir değişimin ötesine geçerek, genel davranışlarına da yansımaya başlayan köklü bir değişime dönüşebilir. Zira söz konusu değişiklikler, yetkililerin son 40 yıldır ideolojik boyut ile İslami kimliklerini ulusal söylem ve İran kimliğinden daha öncelikli tuttuklarında görmezden geldikleri gerçeklerin anlaşılmasına dayanan gerçekçi bir söylemi, İran liderliğine ve karar alma merkezlerine dayattı. İran rejimi, tehditler ve meydan okumalar karşısında İran ve kendisi için bir savunma hattı tesis edecek bileşik bir kimlik oluşturmak için en azından bunları uzlaştırıp birleştirmedi de. Davranışlarındaki değişikliğin belki de en dikkat çekici tezahürü, rejimin ideolojik kolu olan İslam Devrim Muhafızları Ordusu'nun aldığı darbenin ardından, askeri sınıfın meydan okuyan, İran'a saldırmaya veya onu ihlal etmeye çalışan herhangi bir tarafa karşı yok edici ve ezici yanıt vermekle tehdit eden gösterişçi askeri söylemi terk etmek zorunda kalmasıyla yaşandı. Rejimin ideolojik kolunun askeri gücünü tanımlamada gerçekçi bir anlayışa geri dönmek zorunda kaldı.
Rejimin terminolojisinden vazgeçmek
Uluslararası spor ve bilim yarışmalarının kazananlarına yaptığı son konuşmada, Dini Lider'in 27 dakikalık konuşması boyunca, rejimin dini kimliğinin dayanağını oluşturan İslam rejimi, İslam Devrimi ve Devrim Muhafızları gibi ideolojik ve doktrinel tanımlardan hiçbirini kullanmaması dikkat çekiciydi. Kazananların sportif ve bilimsel başarılarını ideolojik boyutlara ve dini saiklere bağlamadığı gibi, bunları İslam rejimi ve devriminin başarılarının bir parçası olarak, sürekli kökleştirmeye çalıştığı önceden hazırlanmış çerçevelere de yerleştirmedi. İslami rejim terimine hiçbir atıfta bulunmayan ve devrimden bahsederken İslami terimini kullanmayan, hatta İsrail saldırısında öldürülen askeri liderlerden kasıtlı olarak bahsetmeyip, sadece nükleer bilim adamlarından bahseden Dini Lider'in bu konuşması, bir gaf veya toplantının doğası gereği öylesine benimsenmiş bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Aksine bu, Dini Lider'in ideolojik, doktrinel ve dini terimler kullanmasına yol açabilecek konulardan kaçınmaya çalıştığı, önceden planlanmış ve bilinçli bir karardı; öldürülen Devrim Muhafızları liderlerinden bahsetmek istemedi, çünkü bu kurum ideolojik, doktrinel ve İslami bir kurum.
Meydan okumaların derinliği
Dini Lider'in “anavatan”, “İran” ve gayretli “İran gençliği” merkezli söylemi, İran içine yönelik siyasi söylemde yeni ve stratejik düzeye varan bir değişime işaret ediyor olabilir. Aynı zamanda bu, rejimin hem meşruiyet hem de halk tabanıyla arasındaki uçurumu kapatma çabaları açısından karşı karşıya olduğu meydan okumaların büyüklüğü ve derinliğine dair derin bir farkındalığının sonucu olabilir. Bu uçurumu kapatmak için de rejim, İran halkının mezhepsel, ulusal ve etnik bileşenlerini, siyasi veya dini aidiyetlerinden bağımsız olarak birleştiren ulusal ve İran kimliğine odaklanıyor.
Kapsayıcı ulusal söylem
Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan'ın seçilmesinden bu yana hükümetin benimsediği ve Dini Lider'den açık destek alan çalışma programının özünü oluşturan kapsayıcı ulusal söyleme dönüş, ideolojik rejim ile halk tabanı arasında oluşan ayrışmanın boyutuna dair derin bir farkındalığın sonucudur. Bu ayrışma, tek bir muhalefet, laik akım, reformist grup veya rejimi devirmek ve yıkmak için çalışan güçlerle sınırlandırılamayacak kadar çeşitli eğilim ve yönelimleri temsil ediyor. Dahası bu durum, Dini Lider'in ve otoriter sistemin, halk nezdinde geriye kalan azıcık meşruiyetlerini de kaybettikleri, bunun rejim yanlısı grupların da artık telafi edemeyeceği bir kayıp olduğu hissinde ifade buluyor. Rejim bu grupların, özellikle Eylül 2022'de Mahsa Amini’nin öldürülmesinin ardından patlak veren, rejimin ideolojisi ile toplumun yönelimleri arasında bir kültürel uçurum olduğunu ortaya çıkaran, rejimin dini kimliği için en tehlikeli olan, rejimi gelecekteki varlığı ve iktidarının sürekliliğiyle ilgili varoluşsal sorularla yüzleştiren halk ayaklanmasından sonra, rejimin dini ve ideolojik kimliğini koruyan bir araç görevi göremeyeceğini de anladı. Bu bölünme, geçmişte ekonomik ve siyasi arka planı olan bir dizi yüzleşme sonucunda ortaya çıkan halk hareketlerinin ve protestoların doruk noktasıydı. Dini Lider'in konuşmasında ulusal ve İran kimliğine odaklanması, rejim ile her türlü değişim sürecinin omurgasını oluşturan, mevcut otoritenin devamlılığı için oluşturdukları gerçek tehlikeler de dahil olmak üzere, dönüşümün tohumlarını içlerinde taşıyan bu toplumsal kesimler arasındaki mevcut uçurumu kapatma girişimiydi. Aynı zamanda Dini Lider'in rejimin karşı karşıya olduğu ve onu, İran halkının çoğunluğu, özellikle de gençler için çekiciliğini yitirmiş ideolojik söylemden uzak, kapsamlı bir ulusal söylem aracılığıyla halk nezdinde meşruiyetini yeniden tesis etmek için harekete geçmeye zorlayan krizin derinliğini anlama çabasını da temsil ediyordu.
Milliyetçi ve ulusalcı söylemin öne çıkarılması, herhangi bir dönüşümü çıkarlarına, kazanımlarına ve ideolojik yapılarına varoluşsal bir tehdit olarak gören katı görüşlüler veya radikaller hariç, iktidar sisteminin ve karar alma mekanizmasının bir kısmıyla birlikte İran Dini Lideri'ni, rejimin stratejik derinlik kavramını yeniden tanımlamaya itebilir. Söz konusu kavram, daha önce nüfuz ve bölgede rejime sadık gruplar aracılığıyla yayılma anlamına geldiği için dış politikayı önceliklendirme ilkesine dayanıyordu. Yeniden tanımlama ile bu derinlik, İslami ve ideolojik boyuttan ziyade İran'ın ulusal boyutuna dayanabilir. Yani liderlik ve iktidar sistemi içinde bölgesel sistemde ulusal çıkarlara odaklanan dönüşümlere ilişkin yeni bir anlayış tesis edebilir. Bu, bir bakıma, bu liderliğin ve mekanizmanın, devrimi ihraç etme kavramının ötesine geçerek stratejik menfaatler ilkesine geçiş yapan bölgedeki önceki yatırımlarının, rejim bu menfaatlere dair milliyetçi ve ulusalcı bir anlayış netleştirmediği sürece, hedeflerine ulaşamayacağını örtük olarak kabul ettiği anlamına geliyor. Bu ise onun son on yıllarda kurduğu içerisi, krizleri ve talepleri yerine dış etki ve nüfuza öncelik veren denklemi tersine çevirmesini gerektiriyor. İçerisini, rejimin yayılmacı politikalar sonucunda karşılaştığı meydan okumalar ve baskılarla başa çıkabilmesini kolaylaştıracak bir savunma duvarı oluşturabilecek güç olarak önceliklendirmesi gerekiyor.
Ancak İran Dini Lideri'nin söyleminde ve hükümet politikalarında yaşanan bu değişiklikler şu soruyu gündeme getiriyor: Bu değişiklikler, otorite ve yönetim anlayışında yeni bir yol açacak ve tüm İranlıları kapsayan, kişisel ve siyasi hak ve özgürlüklerini geniş bir çoğulcu çerçeve içinde garanti altına alan, köklü bir dönüşüm olarak tanımlanabilecek gerçek bir açılım aşamasına geçişi sağlayacak mı? Yoksa rejim, özellikle de birincil ideolojik müttefikleri olan radikal grupların böyle bir değişim karşısında en üst düzeyde direneceği düşünüldüğünde, tehlike bölgesinden uzaklaştığını hissettiği anda aleyhine dönebileceği taktiksel bir bakış açısıyla mı bu söylemi benimsedi?
Japonya Çin’in estirdiği fırtınalar ve ABD’nin değişen koruma şemsiyesi karşısında sessiz bir kaygı içindehttps://turkish.aawsat.com/d%C3%BCnya/5200607-japonya-%C3%A7in%E2%80%99-estirdi%C4%9Fi-f%C4%B1rt%C4%B1nalar-ve-abd%E2%80%99nin-de%C4%9Fi%C5%9Fen-koruma-%C5%9Femsiyesi-kar%C5%9F%C4%B1s%C4%B1nda
Japonya Çin’in estirdiği fırtınalar ve ABD’nin değişen koruma şemsiyesi karşısında sessiz bir kaygı içinde
Fotoğraf: Majalla
İbrahim Hamidi
Son yirmi yıl içinde Japonya'yı birkaç kez ziyaret ettim. Her ziyaretim farklı bir dönemin aynası oldu. Japonya, ruhunu değiştirmeden sürekli yenilenen bir ülke. Vücudu yaşlanıyor, ama gözleri hala parlak. Her gidişimde dış dünyadan habersiz, geçmişin ve geleceğin sessizce sohbet ettiği bir zaman laboratuvarına giriyormuşum gibi hissediyorum. Japonya yaşlanmıyor, yavaşça olgunlaşıyor, her dönemin kendi dili ve endişeleri olduğunu bilen bilge bir adam gibi, ya da Japonlar böyle düşünüyor.
Bu sefer ki yolculuğuma Osaka'dan başladım. Burası gürültü olmadan kalabalığı yöneten bir şehir. Kuyruklar makul bir hızda ilerliyor, teknoloji gösterişten çok bir araç olarak kullanılıyor ve kamu tesisleri ortak mülkiyet olarak değerlendiriliyor. Ne sokaklarda gürültü ver ne de hayatın ayrıntılarında kendini gösteren ilerlemede abartı.
Expo 2025'e veda etmeye ve bayrağı Expo Riyad 2030'a devretmeye hazırlanan Osaka’ya geldim. Yıllar önce bu etkinliğe hazırlandığını görmüştüm. Şimdi de sonunu görmek için geri döndüm. Nahif selamlamalar, disiplinli alkışlar ve düzenin sınırında yürüyen müzik, sadece bir etkinlik değil, 20. yüzyılda mucizesini yaratan Japonya ve 21. yüzyılda rüyayı yeniden tanımlayan Suudi Arabistan olmak üzere iki rönesans süreci arasındaki bir köprü görevi görüyordu. Disiplinden hırsa, deneyimden yenilenmeye olan iki dönemi ve iki vizyonu özetleyen sembolik bir an.
Sergi salonlarında, yapay zekaya (AI) adanmış olanlar da dahil olmak üzere birçok standın arasında dolaştım. Salonlar soğuk ışıkla aydınlatılmıştı, ekranlarda değişen görüntüler geçiyordu, robotlar sanki insanları taklit etmeyi öğreniyormuş gibi hareket ediyorlardı. Osaka'da ilerleme, bir yarıştan çok bir tefekkür gibi görünüyor. Dünya, Çin'in yükselişinden ve büyük güçler arasındaki yarıştan bahsetse de Japonya üçüncü bir yolu, yani sabır yolunu izliyor.
Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Osaka, Expo 2025 çerçevesinde yeniliklerle göz kamaştırmaktan çok, kullanışlılığıyla ikna ediyor, işlevsellik katan ve hayranlık uyandıran mütevazı bir gelecek sunuyor. Tüm seyahatim boyunca ‘Japonya, sakin tavrından ödün vermeden, deniz, hava ve ekonomi alanlarında ‘sınırları’ zorlayan ve kendine güveni artan dev bir komşuyla nasıl yaşıyor?’ sorusu zihnimi meşgul etti.
Pusulanın düzeltilmesi
Osaka'dan hızlı trenle Hiroşima'ya gittim. Kısa bir yolculuktu, ama beni geleceğin gürültüsünden anıların ağırlığına taşıyacak kadar uzundu. Pirinç tarlaları çarpıcı bir geometrik düzen içinde uzanıyordu ve küçük evler sanki ders veriyormuş gibi sıralanmıştı.
Tokyo içerideki bu kırılgan durumla dışarıdaki dengesini korumaya çalışırken ABD ile güçlü bir ittifak ve kapsamlı bir güvenlik anlaşmasına sahip.
Şinkansen (Japonya'da Japan Railways tarafından işletilen yüksek hızlı demiryolu ağı) ile gidilebilecek uzaklıktaki Hiroşima pusulasını yeniden ayarlıyor. Tarihin eşiğinde yürüyen bir şehir. Burada hiçbir şey sıradan değil. Havanın kendisi bile yıkımın bir ders haline getirilebileceğini hatırlatıyor. Barış Parkı'nda, yıkılmış kubbenin yanında ağaçlar sallanıyor ve üniformalı okul çocukları çiçekler taşıyor. Ağaçların dallarına yüzlerce kağıttan turna asıyorlar. Her kağıt turnanın üzerinde kurbanlar için barış, umut ve anma sözleri yazılı. Turistler, eski ABD Başkanı Barack Obama'nın anılarla barışmak için cesaretle ziyaret ettiği kemerin altında fotoğraf çekilmek için sıraya giriyor.
1945 yılında Hiroşima'ya atılan atom bombasının kurbanları ve şehrin anısına ithaf edilen Barış Müzesi’ndeki ‘Barış Alevi’ anıtı, 30 Mayıs 2025 (AFP)
Burada hafıza, bir slogan ya da intikam için bir bahane değil, etik konusunda bir ders olarak karşımıza çıkıyor. Ziyaretçiler Barış Müzesi'ne girdiklerinde gerçeği olduğu gibi görürler, sonra da her zamanki gibi işleyen şehre geri dönerler. Trajedi, hatırlatılmak için değil, yönetilmek için öğretilir. Gerçeklere saygı duyarak insanlara saygı duymak, bir davranış kuralı haline gelmiştir. Düzen ve medeniyete yönelik bu eğilim, yalnızca sosyal bir davranış değil, bir savunma biçimidir. Japonya'da bir konuşmacı, ülkesinin ‘yenilginin anlamını erken öğrendiğini ve buna düzenle yanıt vermeye karar verdiğini’ söyledi. Japonların çoğu açıkça “İkinci Dünya Savaşı'nda yenildik. Japonya yenildi ve teslim oldu” demekten çekinmiyor ve ‘yenilgi’ ifadesi yumuşatılmıyor.
Dar sokaklar, geniş sorular
Hiroşima’dan Kyoto’ya kadar dil değişir ama fikir aynı kalır. Dar sokaklar boğucu değil, çünkü yollar işaretlidir. Tapınaklar ikonlar olarak değil varlıklar olarak yönetildikleri için faaldir. Yaşlı satıcılar bile bu felsefeyi basit bir cümleyle ‘sakinlik, dinleme ve organizasyon’ olarak özetliyor. Huzur, mimaride saklı. Japonya'nın bugün Çin'in yükselişi ve çevresindeki değişen dünya hakkındaki endişelerini nasıl sakin bir şekilde yönettiğini açıklayanda bu hesaplı sakinliktir.
Asla uyumayan başkent Tokyo'da, kültürel yoksunlukla ilgili endişeler somut siyasi ve ekonomik sorunlara dönüşüyor. Burada her şey, hatta şehrin kendisi sanki insan hassasiyetiyle çalışan bir saatmiş gibi, kesin bir hızda ilerliyor. Shibuya'nın gökdelenlerinden Ginza'nın mağazalarına, imparatorluk bahçelerine kadar her ayrıntı hesaplanmış, her sessizlik bilinçli olarak planlanmıştır. Ancak bu disiplinin arkasında gizli bir endişe yatıyor. Kafelerde ve sohbetlerde sürekli olarak, yükselen Çin, tehditkâr Kuzey Kore ve ağırlığıyla yakınlarda beliren Rusya konuşuluyor. Ginza İstasyonu’nun yakınlarındaki bir kafede, genç bir adam “Biz temkinli bir nesiliz. Babalarımızın ihtişamı ile Çin çağında en zayıf halka olma korkusu arasında yaşıyoruz” diyor.
ABD tarafından 80 yıl önce nükleer bombayla hedef alınan Hiroşima'nın genel görünümü (Al Majalla)
“Korkmuyorlar, sadece kendilerini gözden geçiriyorlar.” Bu cümle, Japonların genel ruh halini özetliyor. Çünkü onlar bağırmak yerine sessizce gözden geçirmeyi, acele etmek yerine düşünmeyi tercih etti. Ancak bu sefer yeni bir şey var; siyasi fırtınalar. Bir uzman, Liberal Parti hükümetinin çöküşü, yolsuzluk iddiaları, boğucu enflasyon ve popülizmin yükselişi gibi içeride eşi benzeri görülmemiş krizlerin yaşandığını söyledi. Aynı uzman, Japon popülizminin Batı'daki popülizmin bir kopyası olmadığını, daha çok ‘demografik endişe ve ekonomik zorlukların bir karışımı’ olduğunu ifade etti. Binlerce adadan oluşan bir ülke olan Japonya, büyük bir nüfus yaşlanmasıyla karşı karşıya. Bu durum göçmenleri ekonomik bir zorunluluk haline getirirken, aynı zamanda sosyal gerginliğin artmasına da neden oluyor.
Su üzerinde uzanan bu adalar, tehditlerin aynasında kendilerini seyrediyorlar. Önceki ziyaretlerimde, Rusya ile barış anlaşması konuşuluyordu ve merhum Başbakan Abe Şinzo, tartışmalı ada meselesini sonuçlandırmak ve Tokyo'nun 80 yıldır beklediği barış anlaşmasını imzalamak için Başkan Vladimir Putin ile 28 kez bir araya gelmişti. Şimdi ise durum değişti. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalini kınayan sesler yükseliyor ve eski anlayışlılığın artık mümkün olmadığına dair bir his hakim. Çin'in artan nüfuzu ve Senkaku Adaları'ndaki statükoyu değiştirme çabaları ile Kuzey Kore'nin füze denemeleri de Japonların sabrının sınırlarını hatırlatarak endişeleri artırıyor.
Tokyo içerideki bu kırılgan durumla dışarıdaki dengesini korumaya çalışırken ABD ile güçlü bir ittifak ve kapsamlı bir güvenlik anlaşmasına sahip. Fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombası atılmasıyla aldığı yenilgiden bu yana, geleneksel anlamda güç kullanımı veya ordu kurulması anayasa tarafından yasaklı olmaya devam ediyor. Japonya, kuzeyde Rusya, doğuda Kuzey Kore, güneyde ve batıda Çin gibi sorunlu ülkelerle çevrili. Güvenliği için Washington ile olan ittifakına güvense de bu kez Washington'da başkanlık koltuğunda Biden değil Trump oturuyor.
Japonları en çok, Çin'in Tayvan'ı ilhak etme olasılığı endişelendiriyor. Çünkü Tayvan’da gerginliğin herhangi bir şekilde tırmanması, Japonya'nın güney adalarına mülteci akını ve Okinawa'daki ABD üslerinin kullanılması anlamına geliyor.
Japonya’da yaklaşık 200 bin kişilik bir öz savunma gücü var, ancak gençleri bu güce katılmaya ikna etmek giderek zorlaşıyor. Bir uzman, “Ordu fikri hala hassas bir konu. Dünya değişti ve savaşlar artık tarih kitaplarında kalmadı” değerlendirmesinde bulundu. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma silahlar müzelerde sergilenmeye devam ediyor. Eski Başbakan Kişida Fumio hükümeti, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinin ardından savunma bütçesini artırmış ve 2027 yılına kadar askeri harcamaları gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yüzde 2'sine çıkarmak için bir plan uygulamaya başlamıştı. Bu rakam, son 70 yılın en yüksek seviyesi.
Güneyden endişe rüzgarları esiyor
Ancak bu kez endişe kuzeyden değil, güneyden geliyor. Ekonomik ve askeri gücüyle Çin, denizde ve havada Japonya’nın sabrını sınamaya devam ediyor. Arka planda ise, bu rekabetin Japonya'nın aleyhine Donald Trump ve Şi Cinping başkanları arasında bir uzlaşmaya dönüşeceğine dair artan bir korku var.
Liberal Demokrat Parti lideri Sanae Takaichi, Tokyo'daki Temsilciler Meclisi'nin olağanüstü oturumunda Japonya'nın yeni başbakanı seçildikten sonra, 21 Ekim 2025 (AFP)
Uzmanlardan biri, “Tokyo, Trump ve Xi arasında kendi arkasından yapılabilecek olası bir ticaret anlaşmasından endişe duyuyor” yorumunda bulundu. Bu yüzden Japonya, Trump'ın 28 Ekim'de Güney Kore'de Çin devlet başkanıyla görüşmesinden önce ülkeyi ziyaretine hazırlık olarak, ‘Demir Leydi’ olarak anılan Takaiçi Sanae’nin başbakanlığında yeni bir hükümet kurdu.
Aynı uzman şunları söyledi:
“Biden, Çin'in Tayvan'a yönelik tek taraflı herhangi bir hamlesine karşı olduğunu defalarca söyledi. Bugün Şi, Trump'ın Tayvan'ın tek taraflı herhangi bir hamlesine karşı olduğunu söylemesini istiyor. Cümleyi tekrarlamak ve bağlamını biraz değiştirmek, caydırıcılık dengesini değiştiriyor.”
Büyük başkentlerde diplomasi alanında uzun süre çalışmış bir başka uzman ise şöyle dedi:
ABD uzun süredir küresel polis rolünü üstlenmiş ve pazarlarını açmıştır. Trump bunu değiştirmek istiyor. Adalet hakkında konuşuyor, ancak adaletin anlamı kişiden kişiye değişir.”
ABD Başkanı Donald Trump ve eski Japonya Başbakanı İşiba Şigeru, Beyaz Saray'da bir araya geldi, 7 Şubat 2025 (AFP)
Çin adeta Japonya ve diğer müttefiklerin ABD’nin müttefikliği hakkındaki sorularına yanıt verircesine istikrarlı bir şekilde ilerliyor, Asya'daki varlığını güçlendiriyor ve Rusya ve Kuzey Kore ile ittifakını derinleştiriyor. Pekin, Moskova’nın Ukrayna'ya karşı savaşını destekliyor ve Rusya’dan büyük miktarlarda petrolü satın alıyor. Putin ve Kim Jong-un'un Zafer Bayramı kutlamalarına katılımı, bölgedeki yeni ittifakın sembolik bir işareti oldu. Bir Japon uzman, bu görüntünün ardında yatanlara dair “Şi, Putin ve Kim ile ittifakında temkinli davranıyor. Kendini sorumlu bir güç olarak göstermeye çalışıyor, ancak aynı zamanda Asya'daki güç dengesini kendi tarzında yeniden şekillendiriyor” değerlendirmesinde bulundu.
Çin'in Ukrayna'sı: Tayvan
Japonları en çok, Çin'in Tayvan'ı ilhak etme olasılığı endişelendiriyor. Çünkü Tayvan’da gerginliğin herhangi bir şekilde tırmanması, Japonya'nın güney adalarına mülteci akını ve Okinawa'daki ABD üslerinin kullanılması anlamına geliyor. Bu da Tokyo'yu krizin doğrudan tarafı haline getirir. Bir askeri uzman, Japonya’nın, ‘Çin'in Ukrayna'sı olan Tayvan’ olmak istemediğini belirtti. Bu yüzden Japonya, kendi tanımını değiştirmeden savunmasını güçlendirmek için sessizce çalışıyor.
Hiroşima Müzesi'ndeki ABD'nin 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sırasında şehri bombaladığı anı gösteren saat ve sayaç (Al Majalla)
Sahada ise Senkaku Adaları çevresindeki sular sinirlerin sınandığı bir test alanı haline geliyor. Japonya’nın 1895'te işgal ettiği adalar, 1969 yılında Birleşmiş Milletler’in (BM) bir raporunda petrol rezervleri olabileceği öne sürülene kadar neredeyse tamamen unutulmuştu.
O tarihten beri Çin, 1992'de Senkaku'nun Çin'e ait olduğunu iddia eden bir rapor, 2008'de gemilerinin karasularına girmesi, 2016 yılında yaklaşık 200 geminin yaklaşması ve ardından son yıllarda tekrarlanan ihlaller, en sonuncusu ise geçtiğimiz mayıs ayında bir Çin helikopterinin adanın hava sahasına girmesi gibi gerginliği tırmandıran bazı adımlar attı.
Tokyo, Washington ile olan tarihi ittifakının artık eskisi kadar güvenli olmadığını düşünüyor.
Çin şu anda üç uçak gemisine sahip ve bunlardan biri geçtiğimiz yıl eylül ayında Japonya kara sularına girdi, ikisi ise sadece iki ay sonra Japonya çevresinde tatbikatlar gerçekleştirdi. Tokyo için bunlar münferit olaylar değil, ‘düşmanca normalleşme’ olarak adlandırdığı, yani tehlike hissini azaltmak için sürtüşmeleri günlük bir olay haline getirme eğiliminin işaretleriydi. Japonya'nın yüksek perdeden ses çıkan bir tepki vermedi, yasal belgeler, aralıksız devriyeler ve sürpriz unsurunu azaltan sofistike elektronik gözetim sistemini devreye sokmak gibi önlemler aldı. Bu konuyla ilgili diplomatik bir uzman, “Japonya gerginlik istemese de zorla değişimi kabul etmiyor. Çin'e her türlü karasuları ihlalini bildiriyoruz ve sürekli iletişim halindeyiz, çünkü iletişim eksikliği yanlış anlaşılmalara giden en kısa yoldur” ifadelerini kullandı.
Caydırıcılık felsefesi
Burada iletişim, caydırıcılık felsefesinin bir parçası. Tokyo, Pekin ile ilişkilerini koparmak istemiyor, ancak ona tamamen de güvenmiyor. Bunun yanında ABD ve Avustralya filolarıyla tam koordinasyon içinde faaliyet gösteren ve Güney Kore ile ortak tatbikatlar düzenleyen, fiilen küçük bir ordu haline gelen deniz sınır muhafızlarını güçlendirmeye devam ediyor.
Diğer yandan hükümet yeni bir farkındalık kampanyası başlattı. Japonya'nın merkezinde bulunan bir müze, genç nesillere Rusya, Güney Kore ve Çin ile olan denizcilik ve egemenlik anlaşmazlıklarını anlatıyor. Bu küçük bir adım olsa da kültürel bir değişimin işaretidir. Tehditlerden bahsetmekten kaçınmaktan, halkın bu tehditler konusunda farkındalığını artırmaya doğru bir adım.
İkinci Dünya Savaşı’nda Japon ordusu tarafından donatılan intihar denizaltısı, Deniz Kuvvetleri Koleji Müzesi'nde sergileniyor (Al Majalla)
Çin ile olan çatışma sadece askeri alanda değil. Japonya, sivil araçları kullanarak caydırıcılık sağlayan ve “ekonomik güvenlik” olarak adlandırdığı bir strateji izliyor. Buradaki amaç, ilişkilerin kesilmesi değil, bağımlılığın azaltılmasıdır. Tokyo, Çin'e 23 kategorideki gelişmiş çip üretim ekipmanlarının ihracat kısıtlamalarını sıkılaştırırken, aynı zamanda bu alanda büyük iç yatırımları çekiyor. Bu projeler sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik niteliktedir. Bunlar, kritik tedarik zincirlerinde Çin'in nüfuzunu azaltma girişimidir.
Üç kelime arasında denge kurmak
Kısa bir süre önce yapılan bir ankette, Japonların yüzde 90'ı Çin hakkında olumsuz bir izlenime sahip olduklarını ifade ederken benzer bir yüzdeyle Çinliler de Japonya hakkında aynını hissettiği ortaya çıktı. Bu psikolojik ayrılık, karşılıklı güvenin kurulmasını zorlaştırıyor, ancak iletişim ihtiyacını ortadan kaldırmıyor. Deneyimli bir diplomat bu durumu “Japonya sürekli bir çatışma içinde yaşayamaz, ancak komşusuna da güvenemez. Bu nedenle ortaklık, rekabet ve çatışma olmak üzere bu üç kelime arasında denge kurmaya çalışıyoruz” diye özetliyor. Aynı diplomat, “Akıllıca olanı, diyaloga imkan veren ve çatışmaya sürüklenmemizi önleyen bir mesafe korumaktır” diye ekledi.
Öte yandan Tokyo, Washington ile olan tarihi ittifakının eskisi kadar güvenli olmadığını düşünüyor. Emekli bir diplomat, “Eskiden dünya için tek bir polise güveniyorduk. Şimdi ise bu polis memuru daha yüksek maaş istiyor ve hizmet kurallarını değiştiriyor” şeklinde konuştu. Bu endişe, Japonya'yı Avustralya, Hindistan ve Filipinler ile ortaklıklar kurarak güvenlik ağını genişletmeye itiyor. Böylece hükümet, tek bir müttefike bağlı olmayan, ‘çok katmanlı caydırıcılık’ olarak adlandırdığı bir sistem oluşturmaya çalışıyor.
Japonya tehlikelerle, tıpkı sokaklarını temizlediği gibi yavaşça, dikkatlice ve sessizce başa çıkıyor.
Tokyo, gürültünün ödüllendirildiği bir dünyada gücünü sessizce artırmayı seçti. Açıklanan programa göre savunma harcamalarını artıran Japonya, kurumlarını yavaş yavaş reformdan geçiriyor ve uzun vadede kolektif sinirlerini eğitiyor. Ben gizemli bir ‘Japon sırrına’ rastlamadım. Daha ziyade basit bir yaklaşım buldum. Gücü dizginleyen bir hafıza, paniği önleyen bir sistem ve sakinliği bir strateji haline getiren bir politika ile karşılaştım. Çin'in yükselişi yadsınamaz bir gerçekse, Japonya'nın bu konudaki yaklaşımı da yerleşik bir gerçek haline gelmiş durumda. Taklit yok, uyuşukluk yok. Uzun vadeli bir yaklaşım, mantıkla yönetilen ve komşularının gerginliği artarken ülkenin normal yaşamını sürdürme kabiliyetiyle ölçülen bir yaklaşım.
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi, Japonya hükümetinin Rusya, Güney Kore ve Çin ile yaşadığı deniz sınırı anlaşmazlıkları üzerine kurduğu müzeyi gezerken (Al Majalla)
Burada endişe gürültüye dönüşmüyor. Japonya tehlikelerle, tıpkı sokaklarını temizlediği gibi yavaşça, dikkatlice ve sessizce başa çıkıyor. Osaka'dan Hiroşima'ya, oradan Kyoto'ya ve Tokyo'ya kadar aynı manzara tekrarlanıyor. Japonya, endişelerine duygusal değil mantıklı bir şekilde yaklaşan, Çin'in yükselişinden ve ABD’nin koruma şemsiyesinin değişmesinden duyduğu korkuyu organizasyon ve hazırlık için enerjiye dönüştüren bir ülke.
Kyoto'da, Japonya'nın tek bir yeri değil, bütünü içine alan bir mozaik olduğunu fark ettim. Her şehir bir renk ve her deneyim daha büyük bir kompozisyonun bir detayı. Pratik zihniyle Osaka, yaralı hafızasıyla Hiroşima, düşünceli ruhuyla Kyoto ve gerilmiş sinirleriyle Tokyo... Dengesi bozulmadan zıtlıkları bir araya getirmeyi başaran, çelişkiyi uyumun kaynağı haline getiren ve zafer peşinde koşmadan yenilgiyi kabul eden bir ülkenin görüntüsü tamda bu mozaiğin içinde belirginleşiyor.
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة