Irak, Körfez ülkelerinden Türkiye’ye uzanan karayolu ve demiryolu bağlantısına yönelik ‘Kalkınma Yolu’ projesini duyurdu

Başbakana Sudani, projenin çıkarların, tarihlerin ve kültürlerin yaklaştırılması için umut verici bir fırsat olduğunun altını çizdi

Başbakan Sudani, Bağdat'ta yapılan Kalkınma Yolu Projesi konferansının açılışında konuştu (Irak Başbakanlığı)
Başbakan Sudani, Bağdat'ta yapılan Kalkınma Yolu Projesi konferansının açılışında konuştu (Irak Başbakanlığı)
TT

Irak, Körfez ülkelerinden Türkiye’ye uzanan karayolu ve demiryolu bağlantısına yönelik ‘Kalkınma Yolu’ projesini duyurdu

Başbakan Sudani, Bağdat'ta yapılan Kalkınma Yolu Projesi konferansının açılışında konuştu (Irak Başbakanlığı)
Başbakan Sudani, Bağdat'ta yapılan Kalkınma Yolu Projesi konferansının açılışında konuştu (Irak Başbakanlığı)

Irak’ın komşusu olan ülkelerden gelen yetkililerim katılımıyla Bağdat'ta düzenlenen konferansta, Irak ve Arap Körfezi ülkelerini Türkiye sınırına bağlayacak ve Irak'ın Ortadoğu ile Avrupa arasında yapılacak ürün ticaretinde başlıca güzergâh olmasını sağlayacak karayolu ve demiryolu ulaşım projesinin başlatıldığı duyuruldu. Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani, projenin petrol dışı sürdürülebilir bir ekonominin temel direği ve Irak'ın komşularına ve bölgeye hizmet etmesini sağlayacak bir bağlantı olacağını söyledi.

Bağdat'ın ev sahipliğinde dün (Cumartesi) düzenlenen ve Irak'a komşu ülkelerin (Türkiye, Suriye, Ürdün, İran) yanı sıra birçok Körfez ülkesinin ulaştırma bakanlarının katıldığı Kalkınma Yolu Projesi konferansının çalışmaları dün başladı.

Irak hükümeti, yolun, ülkenin güneyindeki Basra ilinde bulunan Büyük Faw Limanı’ndan başlayıp 10 ilden geçerek kuzeyde Türkiye'ye bağlanacağı ve buradan da Avrupa ülkelerine ulaşacağını açıkladı. Bin 200 kilometre uzunluğunda olacak olan yolun 2028 yılına kadar tamamlanması bekleniyor.

Büyük Faw Limanı hakkında neler biliyoruz?

* Büyük Faw Limanı’nın şu an yüzde 50'den fazlası tamamlanmış durumda.

* Limanın kapasitesi 4,6 milyar euroluk bir maliyetle yıllık 99 milyon tondur.

*Limanın inşası, birincisi 2028'de, ikincisi 2038'de olmak üzere iki aşamada tamamlanacak.

Konferansa ev sahipliği yapan Başbakan Sudani, açılış konuşmasında, konferansı, kardeş ve dost ülkelerin liderleriyle olan yapıcı bir anlayışla başlattıklarını söyledi. Irak Başbakanı, “Kalkınma Yolu Projesi, ekonomik bir arter olacak. Bu umut verici proje, çıkarların, tarihin ve kültürlerin yaklaştırılması için umut verici bir fırsattır. Irak, dost ve kardeş ülkeleri modern sanayi ve ürün ihracatçısı yapacak olan ekonomik ortaklık kuracaktır” ifadelerini kullandı.

Başbakan Sudani sözlerini şöyle sürdürdü:

Çalışma platformları, ulusal ve yerel çıktılara sağladığı katkı ve ekonomik kaldıraçları ile Kalkınma Yolu Projesi, mevcut durumu sağlam bir ekonomik yapıya doğru değiştirmeyi hedefleyen iddialı ve bilinçli bir plandır. Bu projede, sürdürülebilir petrol dışı ekonominin bir ayağını ve Irak'ın komşularına ve bölgeye hizmet eden bir bağlantı görüyoruz.

Büyük Faw Limanı’nın inşasında uzun bir yol kat edildiğini ifade eden Başbakan Sudani, “(Liman) bu önemli ekonomik adıma giriş kapısı olacak, liman ile kentler bütünleşecek ve bunun yanında bölgenin ve dünyanın en yeni ve ülkemiz için önümüzdeki elli yılın mevcut ve beklenen teknolojik gelişmelerinin uygulanacağı akıllı sanayi kentini kuracağız” şeklinde konuştu.

saf

Irak Başbakanı’nın açıklamalarına göre Irak, inşa edilecek yolun yapımı sırasında Intermodal koridorlara ve bin 200 kilometreden fazla demiryollarına ağırlık verecek ve bunların birlikte çalışabilirliğini sağlayacak. Otoyollar ve demiryolu ulaşımı ile nakliyeyi kolaylaştıracak bu projelerin yaratacağı istihdam, bölge halklarını bütünleşme, istikrar ve zorluklarla mücadele aşamasına taşıyacak olumlu yönde etkileyecek.

Büyük iyimserlik

Sudani ve danışmanlarının Kalkınma Yolu Projesi’nin uygulanışına ilişkin konuşmalarında büyük bir iyimserlik hakim. Projenin 100 binden fazla kişiye iş imkânı sağlayacağını, ülke için yılda yaklaşık 4 milyar dolarlık bir gelir oluşturacağını ve tüm bunlara yaklaşık 17 milyar dolar nihai maliyetle sahip olacağını, ayrıca, Körfez ve Asya'dan Avrupa'ya ve tersi yönde ürün ticareti için ortalama geçiş süresinin 30 günden yalnızca 15 güne düşürülmesine de katkıda bulunacağını söylediler.

Yine yetkililer, çalışmaları yaklaşık iki yıldır Güney Koreli Daewoo şirketi tarafından yürütülen Büyük Faw Limanı’ndaki başlangıç ​​noktası baz alınarak, projenin tamamlanma oranının yaklaşık yüzde 40'a ulaştığını vurguladılar.

Temsilciler Meclisi’ndeki Ulaştırma ve Ekonomi Komitesi'nden yapılan ve Şarku’l Avsat’ın Irak Haber Ajansı (INA)’dan aktardığı açıklamada, projenin katılımcı ülkeler için bir yatırım olacağı ve her ülkenin projenin bir bölümünü tamamlayabileceği belirtildi. Projenin 3-5 yıl içinde tamamlanmasının umulduğuna dikkati çekilen açıklamada, katılımcı ülkelerle konferansın ardından yatırım mekanizmasının ele alınacağı kaydedildi.

Irak'ın projenin toplam maliyetini üstlenip üstlenmeyeceği yahut diğer ülkelerin buna katkıda bulunup bulunmayacağı henüz tam olarak bilinmiyor.

Sudani, geçtiğimiz mart ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında şunları söylemişti:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile sadece Irak ve Türkiye için değil, bölge ve dünya için ürün ve enerji taşımacılığının küresel koridoru olan Doğu ile Batı'yı birbirine bağlayan Kalkınma Yolu Projesi ve Kuru Kanal Projesi hakkında konuştuk.

Irak Hükümet Sözcüsü Basim El-Avvadi, dün yaptığı açıklamada, teknik nedenlerden ötürü son anda katılım gösteremeyen Bahreyn dışında Kalkınma Yolu Projesi Konferansına 6'sı Irak'ın komşusu olan tüm Körfez ülkeleri katıldı.

Avvadi, resmi haber ajansına yaptığı açıklamada, “Konferans, proje sunma, ülkeleri tanıtma ile planları belirleme ve ardından tüm ülkelere konuyu tartışmaya açma imkânı verdi” dedi.

Ana stratejik güzergahın güneyde iki farklı yol olacağını, yani bin 190 kilometrelik kara yolunun yanı sıra bin 175 kilometrelik demiryolu olacağını belirten Avvadi, karayolu ve demiryolunu dini bir merkez olan Kerbela şehrinin kuzeyinde buluşacaklarını ve Fişhabur Sınır Kapısı’na varana kadar yan yana ilerleyeceklerini ifade etti.

Kalkınma Yolu Projesi’nin görevini, Avrupa’dan Türkiye’ye gelen her türlü ürünün Irak üzerinden Körfez ülkelerine taşınması olduğunu belirten Avvadi, ayrıca Körfez ülkelerinden gelen ürünlerin ve enerji kaynaklarının Irak üzerinden Türkiye ve Avrupa'ya taşınacağını açıkladı.

sa

Öte yandan Iraklı bazı gözlemciler, Başbakan Sudani hükümetinin, bu iddialı projeyi gerçekten uygulayamasa bile hükümetin vaatlerine fazla güvenmeyen vatandaşlarının hayatlarına umut aşılayacağını düşünüyorlar.

Bazı gözlemciler ise büyük projelerin uygulanmasıyla ilgili olarak son yirmi yılda ülkenin deneyiminin, projelerin uygulanmasındaki gecikmeler, kötü yönetim ve yolsuzluk açısından güven verici olmadığını söylüyorlar.

“Bağlılık”

Katılımcı ülkelerin çoğu, projeyi desteklerini ifade ederken, Türkiye’den gelen heyetin temsilcisi Ali Rıza Günay, Ankara'nın Kalkınma Yolu Projesi’nde önemli bir ortak olduğunu söyledi.

Günay, konferansta yaptığı konuşmada, “Hepimiz için kazan-kazan imkanı sunan Kalkınma Yolu Projesinde önemli bir ortağız. Sorumluluk, Irak ile Türkiye arasındaki ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasında yatmaktadır. Proje, bölge ülkeleri arasındaki karşılıklı bağlılığı artıracaktır” ifadelerini kullandı.

Suudi Arabistan Ulaştırma Bakanı Salih bin Nasır el-Casir ise düzenlediği basın toplantısında, “Suudi Arabistan, Irak ile ortak ilişkilerini güçlendirmeye istekli. Son iki gün içinde çok sayıda bakanın katılımıyla Irak-Suudi Arabistan Koordinasyon Konseyi'nin toplanmasına tanık oldu” değerlendirmesinde bulundu.

Suudi Arabistan Ulaştırma Bakanı Salih bin Nasır el-Casir, dün Bağdat’taki konferansa katıldı (Irak Başbakanlığı)

Suudi Arabistan Ulaştırma Bakanı Casir, şunları söyledi:

Suudi Arabistan ile Irak arasındaki Ar Ar - Cemima Sınır Kapısı, ürün taşımacılığı ve yolcu ulaşımı alanlarında yoğunluk yaşıyor. İki ülke arasındaki ticaret geçtiğimiz yıl 1 milyar doları aştı. Haftalardır Ar Ar - Cemima Sınır Kapısı’ndan günlük yaklaşık 6 bin hacı adayı geçiş yaptı ve  70 bin hacı adayı daha geçişe hazırlanıyor.

INA’nın aktardığına göre İran Yol ve Şehircilik Bakan Yardımcısı Şehryar Efendizade, “Demiryollarının rolü çok önemli. Irak’taki bu yeni proje ürün taşımacılığında büyük bir role sahip olacak” dedi.

“Akış” eksikliği

Irak'ın en güneyinde ve Körfez ülkelerine komşu olan Büyük Faw Limanı’nın, ticari ürünleri kara yoluyla taşımadan temel bir istasyon olacak şekilde düzenlenmesi için çalışmalar devam ediyor.

Körfez bölgesi, özellikle bölge ülkeleri tarafından çıkarılan petrol kaynaklarının taşınması alanında önemli bir deniz ulaşım platformu oluşturuyor.

Uluslararası taşımacılık ekonomisi danışmanı Ziyad Haşimi, Fransız Haber Ajansı’na (AFP) yaptığı açıklamada, ‘akış’ eksikliği olduğunu düşündüğü bu projenin öncesinde yapılan fizibilite çalışmasıyla ilgili soruları gündeme getirdi.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 yılında duyurduğu ‘Yeni İpek Yolu’ gibi küresel ulaşımda önemli bir arterin geri dönüşü hedeflerini merkezine koyan başka küresel projeler de var.

Çin Devlet Başkanı’nın duyurduğu proje, resmi olarak ‘Kuşak-Yol Projesi’ olarak adlandırılıyor, 130 ülkeyi kapsıyor ve Çin (Asya), Avrupa ve Afrika arasında daha iyi bağlantı sağlamak için kara ve deniz altyapılarını geliştirmeyi hedefliyor.



Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
TT

Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)

Macid Kiyali

Irak’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve bu işgalin sebep olduğu İkinci Körfez Savaşı veya Çöl Fırtınası Harekatı (17 Ocak-28 Şubat 1991) gibi önemli sonuçlar, Irak ve Arap dünyasının yanı sıra İsrail’e karşı mücadelede Arap boyutuyla ilgili olanlar da dahil olmak üzere Filistin meselesi için de sarsıcı bir olaydı.

Irak açısından bu olay, ülkenin teorik ve pratik olarak İsrail’e karşı mücadele denkleminden dışlanması veya çıkarılması ve o dönemde Suriye ordusuyla sınırlı hale gelen sözde ‘Doğu Cephesi’nin ağırlığından kurtulmasıyla sonuçlandı. Araplar açısından da tüm bunlar, Arap siyasi sisteminin çatlamasına ve birbiriyle çatışan odaklara dağılmasına yol açtı. Bu dönüşümün etkisini artıran şey, Irak ‘barajı’ önünden kalktıktan sonra İran’ın bu sisteme meydan okuma imkânı elde etmesi oldu. Halbuki İran ile Irak arasında sekiz yıl süren (1980-1988) kanlı ve yıkıcı savaşta bu barajı ortadan kaldıramamıştı. Bu olayın daha sonra tüm Arap Doğusu ülkeleri üzerinde, şimdiye kadar devam eden ciddi yansımaları olacaktı.

Filistin düzeyinde bu olay, dava, halk ve ulusal hareket için çok feci sonuçlar doğurdu. Nitekim Arapların Filistin davası etrafındaki birlikteliği sona erdi, Filistin meselesi Arapların öncelikler listesinden ya da (varsayılan) merkezî konumundan uzaklaştırıldı. Dolayısıyla Filistinliler İsrail’in izlediği politikalar ve meydan okumalar karşısında savunmasız kaldı. Üstelik Filistinliler, kaybedenler kampında yer alıyorken İsrail, eski Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dağılması sonucunda uluslararası ve bölgesel sisteme tek kutup olarak hâkim olmaya başlayan ABD’den destek alıyordu.

Filistin’in durumuna yönelik doğrudan sonuçlara gelince… Olayın yansımaları, 1987-1993 yılları arasındaki ilk Filistin halk ayaklanmasının (Birinci İntifada) oluşturduğu etkilerin zayıflatılmasına ve özellikle liderlerinin işgal karşısındaki muğlak tutumundan ötürü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) dışlanmasına odaklandı. Buna ek olarak çoğunluğu, işgal edilen Filistin topraklarındaki ailelerine destek olan Filistinlilerin çoğunun işgal sırasında ve sonrasında Kuveyt’ten göç etmesi de ayrı bir felaket olarak tarihe geçti.

ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon, İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölgenin güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama sürecine katılamayacağını gösterdi.

Sonuç olarak tüm bu zorlu uluslararası ve bölgesel koşullar, Madrid Konferansı (1991 yılı sonları) yoluyla Arap-İsrail barış sürecinin başlatılmasına katkı sağladı. Bu gelişme, Filistinlilerin söylemlerinde ve mücadele biçimlerinde görülen tüm değişikliklerle birlikte Oslo Anlaşması’nın (1993) yolunu açtı. Filistin ulusal hareketinin bir otoriteye dönüşmesi ve Filistin davası kavramının Filistin, Arap ve dünya düzeyinde değişmesi söz konusu değişikliklere örnek gösterilebilir.  

İsrail’in işgali istismar etmesi

İlk bakışta İsrail, Irak’ın Kuveyt’i işgaline şaşırmış göründü. Aynı şekilde daha sonra uluslararası koalisyonun (ağırlıklı olarak Batı’nın), özellikle onu dışarıda bırakarak Irak’a karşı yürüttüğü operasyona da şaşırmış görünüyordu. Bunun üzerine başlangıçta ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için herhangi bir doğrudan askerî faaliyette bulunma ihtimalini dışlamaya dayalı seçenekleri benimsedi.

İşçi Partisi’nin lideri ve eski Başbakan İzak Rabin, bu tutumu şu ifadelerle dile getirmişti:

“Batı’nın Körfez’de meydana gelen durum için sömürgeci bir askerî seçeneği yok… ABD, Irak’a karşı kullanmak üzere askerî güçler gönderemez. Buna dahil olacağını sanmıyorum.” (Yediot Aharonot/3 Ağustos 1990).

Askerî strateji yorumcusu Ze’ev Schiff ise şunları söylemişti:

ABD, Irak petrolünün ihracını engelleyebilir ve Irak’a ambargo uygulayabilir. Ama bu, aşırı bir adımdır. Bu konuda Sovyetler Birliği ya da Avrupa ülkeleri tarafından bir destek göreceği şüpheli. Aynı şekilde Arap dünyası da böyle bir hamlede iş birliği yapmayı reddedecektir. Dolayısıyla ABD, ekonomik yaptırımlarla yetinecek. (Haaretz/3 Ağustos 1990)

Sonuç olarak ABD’nin Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölge güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama operasyonuna katılamadığını ortaya koydu. Ayrıca ABD ve Arap ülkeleri tarafından doğrudan askerî bir müdahaleyle, bu çıkarların savunulması uğrunda kendisinin gözden çıkarılabileceğini de gösterdi. Bununla beraber dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Arens, bu değişimin etkisini ve stratejik sonuçlarını hafifletmeye çalışarak şöyle dedi:

Amerikalılar, Arap ülkelerini içine alan geniş bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu durumda İsrail’in bu çabaya dahil edilmesinde bir çıkarlarının olmaması anlaşılır bir durum. Bu yüzden İsrail, buna dahil değil. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Ancak İsrail çok geçmeden bu endişenin üstesinden gelerek bu hadiseyi birkaç alanda istismar etmeye çalıştı. Mesela Arap dünyasına güvenilemeyeceğini ve onun sorununun İsrail’in varlığıyla değil, bizzat Arap gerçekliğiyle alakalı olduğunu öne sürdü. Bu durum da onun, herhangi bir çözüm süreciyle bağlantısı olmaksızın güvenliğini sağlama, istikrarını ve bölgedeki askerî üstünlüğünü güvence altına alma yaklaşımının isabetliliğini ve Batılı ülkelerin kendisine destek vermeye devam etmesi gerektiğini teyit ediyordu. Ariel Şaron da Irak’ın Kuveyt’i işgalini değerlendirirken şu ifadeleri kullandı:

İsrail topraklarındaki Arap-Yahudi çatışması, ikincil öneme sahip bir sorun olarak gerçek boyutunu kazanıyor. İsrail’in gerek varlığı gerekse güvenliği açısından yorulmak bilmeden güçlenmesi gerekiyor. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Çok açık ki İsrail, Batılı ülkelerin Irak ordusunu yıkıma uğratıp Irak’ı zayıflatmasından çok memnun oldu. Bu, kendisi hiçbir bedel ödemezken Doğu Cephesi’nin zayıflatılması demekti ki bu, İsrail’in stratejik ve uzun vadeli hedeflerinin merkezinde yer alıyor.

Barışa siyasi yatırım

Bununla birlikte bu savaşa yapılan asıl ve siyasi yatırım şudur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutup olarak küresel sistem ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin sonuçlarına bağlı olarak da bölgesel sistem üzerindeki hâkimiyetiyle ABD bu savaşı, Madrid Konferansı’nda (1991 sonları) varılan Filistinlilerle çözüm süreci kisvesi altında Arap-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için uygun bir fırsat olarak gördü.

Burada kayda değer bir nokta şu ki Madrid’de başlatılan bu çözüm süreci, 1967 yılında işgal edilen Filistin veya Suriye topraklarını sahiplerine iade edecek bir çözüme, İsrail’in temel direği olacağı ve çeşitli alanlarda karşılıklı iş birliğine dayalı yeni bir bölgesel düzenin oluşturulmasına odaklandığı kadar odaklanmadı.

O dönemde bu müzakereler, İsrail ile ilgili tarafların her biri (Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan) arasında ikili ve çoklu olmak üzere iki yönde başlamıştı. Amacı da İsrail ile Arap ülkeleri arasında, Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası tarafların da katılımıyla (ekonomide, sularda, altyapıda ve güvenlik düzenlemelerinde) ortak sistemler oluşturarak bölgesel iş birliğinin önünü açmaktı. Bu müzakereler, her yıl periyodik olarak düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Ekonomi Zirvesi konferansıyla taçlandı (1994-1997 yılları arasında Kazablanka, Amman, Kahire ve Doha’da dört konferans düzenlendi). Çoklu müzakerelerin ve bu konferansların teorik zemini, Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kurma bahanesiyle oluşturuluyordu. Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres de Yeni Ortadoğu adlı kitabında buna açıklık getirmiş ve teşvik etmiştir.

Filistin’in tutumundaki hatalar

FKÖ yönetimi ve lideri Yaser Arafat tarafından temsil edilen sorunlu ve muğlak Filistin tutumu, Filistin ulusal hareketi ile Arap siyasi yapısı arasında önemli bir çarpışma anı oldu. Bu tutumun, harekete ve Filistin halkına uzaktan yakından olumlu bir getirisi olmadı. Hatta aksine her düzeyde Filistinlilere ve davalarına zarar verdi.

Bu aşamada Arap resmî sistemi iki eksene ayrılmış gibi görünüyordu. Bu eksenlerden ilki, işgale karşı çıkıp kınadı, Kuveyt’e destek verdi ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için gösterilen her türlü askerî faaliyete yardımcı oldu. Diğerinin ise görünüşe göre olan bitene itirazı yoktu ya da Kuveyt’in işgaline yönelik herhangi bir girişime veya askerî çözüme çekimser yaklaşıyordu. İlk eksen, işgale karşı güçlü bir uluslararası hareketin merkezinde yer alıyordu. Bu hareket, 2 Ağustos 1990’da, yani işgal gününde alınan, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve Irak ordusunun genel olarak, derhal ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında ifade edildi. İkinci eksen ise bu uluslararası denklemin dışındaydı ya da ondan kopmuştu. O kritik tarihî anda Filistin Yönetimi bunun farkında değildi. BM Güvenlik Konseyi tarafından daha sonra alınan (6 ve 9 Ağustos 1990) kararların (661 ve 662) içeriğinde bahsedilen ve Irak’a yaptırım uygulanmasını da içeren sonraki uluslararası adımların boyutunu da idrak edemedi. Aynı şekilde 10 Ağustos 1990’daki Arap Zirvesi konferansında alınan ve Irak’ın işgalinin kınanmasını ve Arap Körfez ülkelerinin Kuveyt’i geri alma yolunda attığı adımlara destek verilmesini içeren kararların boyutunun da farkına varamadı. Bu zirvenin kararları arasında Kuveyt’i geri almak için uluslararası güç talep etmek ve buna katkı sağlamak için Arap güçleri göndermek de yer alıyordu.

Filistinli akademisyen tarihçi Velid el-Halidi, ‘Körfez Krizi: Kökenler ve Sonuçlar’ başlıklı makalesinde (Filistin Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Kış 1991) bu çarpışma anını acı bir şekilde gözlemliyor ve şöyle diyor:

“Bu zorlu durumda FKÖ, Libya ve Irak ile birlikte bu karara karşı oy kullandı.”

FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısı. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir. Velid el-Halidi

Halidi’nin ifadesiyle; “FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısıdır. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir.” Halidi bu duruma ilişkin şunları söyledi:

Yaser Arafat’ın, Fetih hareketinin kuruluşundan sonraki siyasi hayatında yaptığı en büyük stratejik hataydı… Arafat, Fetih hareketinin kurulduğu günden bu yana benimsediği temel bir ilkeyi unuttu: Filistin davasına hizmet etmek, FKÖ’nün Araplar arasındaki anlaşmazlıklardan uzak tutulmasını gerektirir. BM kararlarına dayanarak işgali açıktan kınayamaması ve Irak’ın geri çekilmesini savunamaması, FKÖ’nün siyasi güvenilirliğine ve uluslararası konumuna ciddi şekilde zarar verdi.

Feci sonuçlar

Aslında işgalin ve savaşın yansımaları; uluslararası, Arap ve İsrail yansımaları bakımından Filistinlerin davası için bir felaketti. Bu yansımalardan ilki, o dönemde doruk noktasında olan Filistin halk ayaklanmasının zayıflatılması oldu. Zira önce savaş patlak vermiş ve sonra Kuveyt’te yaşayan ve çalışan yüz binlerce Filistinli, işgal esnasında ve sonrasında bu ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki on binlerce aileyi, Kuveyt’teki akrabalarından elde ettikleri kaynaklardan mahrum etti ki bu kaynaklar, onların direnişini güçlendiriyordu.

Bu aynı zamanda FKÖ Yönetimi’nin mali kaynaklarının kurumasıyla beraber Arap dünyasındaki saygınlığının da eskisine nazaran azalmasına neden oldu. Öyle ki o Arap ve uluslararası koşullarda (Sovyet müttefikini kaybettikten sonra), ABD’nin Ortadoğu için düzenlediği siyasi yola girmeyi kabul etmek suretiyle gemisini tekrar yüzdürmeye ve Arap-İsrail çatışmasını bitirmeye mecbur görünüyordu. Zira onun gözünde, başka bir seçeneği yoktu. Üstelik İsrail’in Lübnan’ı işgal edip (1982) tüm güçleri, kurumları ve liderleri ile FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmasından sonra artık dışarıda ve Filistin sınırlarından uzakta kalmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler, Filistin Yönetimi’ni daha ileri gitmeye sevk etti ve Filistinlilerden bağımsız bir taraf olarak müzakere çerçevesinden dışlanmasının temsil ettiği eksikliği telafi etme çabasıyla, elverişsiz koşullarda gizli müzakerelere girdi. Bu doğrultuda ortak bir Ürdün-Filistin heyetiyle temsil edildi ve bu onun, İsrail’e (ve ABD’ye) ağır bedeller ödemesine sebep oldu. Zira bağlantılı uluslararası kararları müzakereler için bir referans olarak kabul etmemeyi ve iki taraf (Filistinliler ve İsrailliler) arasındaki müzakereleri herhangi bir anlaşmanın temeli olarak kabul etmeyi onaylamıştı ki bu elbette İsrail’in çıkarınaydı. Ayrıca (mülteciler, yerleşimler, Kudüs, sınırları, güvenlik düzenlemeleri gibi…) temel meselelerde, nihai çözümün ne olduğunu açıklamadan, kararın ertelenmesine de onay vermişti ki bu da Filistinlilerin otuz yıldır bedelini ödediği şey.

Böylece Oslo Anlaşması imzalandı. Bu, terminolojik bakımdan geçici bir anlaşma olsa da aslında bir idari özerklik anlaşmasıydı. Amacı ise yalnızca İsrail otoritesinin bir vekili olarak, işgal edilmiş topraklardaki Filistinlileri kontrol edecek bir Filistin otoritesi üretmekti. Bununla Filistinliler, en yüksek otoritenin İsrail’e ait olduğunu, Filistin otoritesinin ise topraklar, kaynaklar veya geçitler üzerinde değil, sadece kendi halkı üzerinde geçerli olduğunu akılda tutarak iki otoriteye tâbi hale geldi.  

Bunun yanı sıra otoriteyi kurmanın bedeli olarak Filistin davasının içi boşaltıldı. Filistin ulusal hareketi, sınırlı bir özyönetim otoritesinden ibaret hale getirilerek ulusal kurtuluş hareketi olma özelliğini terk etti ve davanın, halkın ve toprakların birliği dağıtıldı. Araplar ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Yönetimi kurulmasını meşrulaştırdı. Varlığı Filistinliler tarafından kabul edilip de Filistin anlatısı, 1967’de işgal edilen topraklar üzerindeki çatışmayla sınırlı hale geldikten sonra da İsrail ile normalleşme süreçleri ve çeşitli biçimlerde ilişki kurulması normalleştirildi. Nekbe (1948) dosyası da Filistin ve Araplar için kapandı.    

Aslında tarihe müracaat edip incelediğimizde korkunç Filistin gerçeği, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin bir yansıması gibi görünüyor. Hem Araplar hem Filistinliler için feci kayıpların ve dönüşümlerin çoğunu sonuç veren o felaket veya tehlikeli macera olmasaydı Arap Doğusu ile Filistin davasının durumu nasıl olurdu, kimse biliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.