Erdoğan'ın yeniden seçilmesi ve Türk siyaseti

Yeni kabine, geleceğe dair bazı ipuçları veriyor

Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri ağır ekonomik koşullar altında yapıldı (AP)
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri ağır ekonomik koşullar altında yapıldı (AP)
TT

Erdoğan'ın yeniden seçilmesi ve Türk siyaseti

Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri ağır ekonomik koşullar altında yapıldı (AP)
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri ağır ekonomik koşullar altında yapıldı (AP)

Nebil Fehmi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçimlerin ikinci turunda rakibi Kemal Kılıçdaroğlu'nun yüzde 47,82’lik oy oranı karşısında, oylarının yüzde 52,18'ini alarak üçüncü kez cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan için yeni bir döneme başladığı düşünüldüğünde bu büyük bir başarıdır. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk kez bir aday ilk turda oyların yüzde 50'sinden fazlasını alamadığı için ikinci tura geçilmek zorunda kalınmış olsa da rakipleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu başarısını kabul etmeliler.

Seçimlerden çıkan bu sonuç, özellikle seçimlerin zorlu ekonomik koşullar altında yapılmasından ötürü, siyasetten anlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan için hesaplanmış bir sonuçtur. Türk lirasının değerinde ve mali rezervler dengesinde ciddi bir düşüşe tanık olan Türkiye’de bu sonuç iş hayatını ve orta sınıfı harekete geçirdi. Seçimler, mülteci akını ve Türkiye-Suriye sınırındaki deprem, Türkiye'nin Batı ülkeleriyle ve komşusu olan birçok ülkeyle gergin ilişkileri ve tüm bunların güvenlik ve ekonomik yansımaları arasında gerçekleşti. Bazı çevreler, bu krizlerin seçmenleri, krizler sırasında ulusal dümeni yönetebilecek gerekli ve güçlü bir isim olarak Erdoğan'ı desteklemeye ittiğini düşünüyorlar.

Bazı çevreler ise Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçimlerdeki başarısının nedenleri konusunda aynı fikirde olmayabilir ama Erdoğan'ın bu sonuçla Türk siyasetinin iyi bir okuyucusu, deneyimli ve taktiksel olarak esnek bir siyasetçi olduğunu bir kez daha kanıtladığında herkesin hemfikir olduğuna inanıyorum. Bu durum, seçim kampanyası sırasında mültecilere karşı katı tutumlar sergileyerek sağ kanada hitap etmek ile Türkiye'nin nüfuzu hakkındaki hayallerinden geri adım atmamak ve bölgede katı pozisyonlar almak arasında kurduğu dengelere yansıdı.   Rakibini, İslam dinine yeterince öncelik vermemekle suçlaması, inancına bağlı olan çok sayıda vatandaşı etkiledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Ankara’nın terörist olarak sınıflandırdığı örgüt üyelerine açık tutumu nedeniyle İsveç’in NATO’ya girmesi konusunda çekinceler dile getirdi. Diğer yandan Arapların yatırımlarını çekmek ve önceki cumhurbaşkanlığı döneminde ülkenin çatışmacı yaklaşımı nedeniyle eleştiride bulunan iş dünyasını ve Türk siyaset arenasını sakinleştirmek amacıyla Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan ve Mısır gibi Arap ülkelerine karşı depremden önce ve sonra kademeli olarak sessiz bir açılım başlattı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimlerin sonuçlanmasından sonra da ileri yönlü siyasi performansını sürdürdü. Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, kendisini seçim zaferinden ötürü tebrik etmek için telefonla aradı.  Cumhurbaşkanı Erdoğan, görüşmeyi yakında iki ülkenin karşılıklı olarak büyükelçi atama kararı aldığını duyurmak ve Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şukri’yi Cumhurbaşkanlığı yemin törenine davet etmek için değerlendirdi. Seçim vaatlerinin insani kaygılar nedeniyle kademeli olarak gerçekleşeceğini belirten Erdoğan, seçim kampanyası sırasında mültecilerin Türkiye topraklarında kalması konusundaki katı tutumundan ise geri adım attı. Türk diplomasisini, Rusya ve Ukrayna arasında Birleşmiş Milletler (BM) himayesinde yapılan buğday tedariki anlaşmasını yeniden canlandırmak için harekete geçirdi. Bu adım, Batı dünyası tarafından, Suriye'ye ve Suriye ile normalleşen ülkelere uygulanan yaptırımların gelişmekte olan ülkeler üzerindeki ekonomik baskısını azalttığı için memnuniyetle karşılandı.

Batılı çevrelerce yapılan tahminlere göre Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsveç'in NATO'ya üyeliğine yönelik itirazını biraz daha yumuşatabilir.

Yeni kabine, geleceği okurken temkinli olmanın, acele etmemenin ve abartmamanın önemiyle olabileceklere dair bazı ipuçları veriyor. Bu kabine, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimlerinde çeşitli konuları, görüşleri ve yönelimleri değerlendirdiğini yansıtıyor.

İbrahim Kalın, yurtdışı düzeyinde Cumhurbaşkanlığı Sözcülüğü ve Ulusal Güvenlik Danışmanlığı vekilliği gibi görevlerin ardından Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı olarak atandı.

Hakan Fidan ise MİT Başkanlığı görevinden ayrılırken komşu ülkelerle ‘sıfır sorun’ politikasını benimseyen eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun görev süresinin sonlarında dahi bazı komşu ülkelere karşı katı ve kavgacı tavırlar sergileyen Erdoğan'ın siyasi mutfağından olduğu düşünüldüğünde, önemli ve hassas tercihlerin yapıldığı dışişleri bakanlığına getirildi. Bunun yanında Kalın ve Fidan, Libya, Suriye ve bazı Arap ülkelerinde Türk diplomasisinin aktif tarafları ve itici güçleri oldular. Peki, Türkiye’de dümen nereye yöneliyor? Yeni kabine uzlaşmaya dayalı politikalar izleyecek mi? Batı ile Suriye, Libya ve başka yerlerdeki anlaşmazlıkları gidermeyi başarabilecek mi?

İçişleri Bakanı da değiştirildi ve yerine seçimlerin en önemli konuları arasında yer alan terör ve mülteci dosyalarından sorumlu yetkililerden biri olmanın yanı sıra, son depremden etkilenen binlerce vatandaşın talepleriyle ilgilenen isimlerden biri olan eski İstanbul Valisi Ali Yerlikaya getirildi. Bu taleplerle ilgilenirken güçlü, ancak katılığa yer olmayan, aynı zamanda hem duyarlı hem de gelişmiş insancıl bir siyasi söyleme ihtiyaç duyan bir denklemin kurulması önemliydi.

Türkiye’nin en önemli sahalarından biri olan ekonominin dümenine ise yedi yılı aşkın bir sürenin ardından yeniden Mehmet Şimşek getirildi. Bu adım, Yıllardır süregelen sıkıntılar ve Türkiye’nin geleneksel olmayan ekonomi politikalarının ardından ulusal ve uluslararası iş sektörü için olumlu bir işaret olarak kabul edildi. Yeni Ekonomi Bakanı’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son yıllarda doğrudan ve güçlü bir şekilde bağlı kaldığı ekonomi politikasını değiştirmenin önemi konusunda ikna etmeyi başarıp başaramayacağı ise merak konusu.

Türkiye’nin iç dengeleri ve uyumları süreci, ekonomide yakın ve etkili olmaya devam edecek. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz bürokraside uzun süre çalışmış bir ekonomist. Yeni Ticaret Bakanı Ömer Bolat ise iş dünyasından bir isim. Bunun yanı sıra son seçimlerde eski dışişleri ve savunma bakanları ile Erdoğan’ın lideri olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) tüm milletvekilleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) yeni dönemi için yemin ettiler. Bu yüzden özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın istekli olmadığı durumlarda, herhangi bir temel değişikliğe karşı hükümet üzerinde bir baskı unsuru oluşturuyorlar.

Türkiye’nin nabzını tutmayı ve Türkiye ile ilişkileri geliştirmeye çalışmayı destekliyorum. Seçimlerin sonucunu öğrenmeden önce de tutumum aynıydı. Çünkü Türkiye, Ortadoğu'da ve uluslararası alanda önemli bir ülke. Türkiye ile ilişkileri yönetmeliyiz, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önümüzdeki süreçte siyasi yönelimleri ve uygulamaları konusunda güvenle bir sonuca varmak için henüz çok erken. Çünkü başlıca sınav, eylemler ve uygulamalardır. Seçim kampanyası sırasında yapılan konuşmalar, insani olaylarla etkileşimler ya da etkinlikler ve törenlerden ziyade, herkes Erdoğan’ın Türkiye'nin Ortadoğu'da lider bir role sahip olacağına inanan ve bunu arzulayan bir lider olduğu, kişisel ve siyasi yönelimlerinin açıkça siyasal İslamcı çizgide ilerlediği ve şahsının ya da ülkesinin girişimlerinde kendisine çok pahalıya mal olmadıkça buna öncelik vermekten geri adım atmadığında hemfikir.

Ancak bu eğilimler Türk siyasetiyle çelişirse, Erdoğan taktiksel manevralarda ve önceliklerini yeniden düzenlemekte tereddüt etmiyor. Bu yüzden hırslı bir politikacı, tutkulu bir ideolog ve bir denge kurmak için manevra yapma imkânı arayışında olduğu siyaset arenasında pragmatik bir siyasetçi olarak kabul edilebilir.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
TT

Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)

Macid Kayali

Aynı büyüklükte ve etkide tarihsel olaylar, farklı koşullara ve verilere rağmen şu ya da bu şekilde tekrarlandı. Buradaki ders, aktörün gücünü abartmasında, hesaplanmamış bir hareketinden kaynaklanan felaket niteliğindeki yansımaları ve olumsuz tepkileri öngörememesinde veya tahmin edememesinde yatmaktadır.

Bunun uluslararası düzeydeki bir örneği, Japon ordusunun Pearl Harbor'a ani saldırısı (1941/Hawaii) ve limanda bulunan Amerikan deniz filosunu yok etmesidir. Ancak bu ezici zafer, Japonya halkı için bir felakete dönüştü. Zira ABD’nin savaşa girmesi, savaşı Müttefiklerin lehine sonlandırmak için atom bombasını kullanması ve Japonya'ya teslim olmayı dayatması ile İkinci Dünya Savaşı'nın seyrini değiştirdi.

Yine 11 Eylül 2001'de el-Kaide üyeleri uçakları kaçırıp New York'taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ait İkiz Kuleleri vurarak yıkmayı başardılar. Bu durum, eylemi Amerikan emperyalizmine ve onun adaletsiz politikalarına karşı bir intikam olarak gören başta Arap dünyası olmak üzere tüm dünyada pek çok duygu uyandırdı. Ancak ABD, kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Felakete dönüşen zaferlerin Arap düzeyindeki örneklerine gelince, Haziran 1967 savaşından ve özellikle de Karama Muharebesi'nden (1968) sonra Ürdün’de Filistin ulusal hareketinin yükselişine tanık olduk. Bu yükseliş öyle bir noktaya vardı ki Filistinli örgütler kendilerini otorite olarak görmeye, hatta bazı kesimler “direnişin otoritesinden başka otorite yok” sloganı atmaya başladılar. Bu da Eylül 1970 olaylarının patlak vermesine yol açtı ve bunun sonucunda da Filistin ulusal hareketi bu ülkeden ihraç edildi, Filistinli mültecilerin en yoğun olduğu bölgede faaliyet göstermekten mahrum kaldı.

ABD, 11 Eylül'de kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Sorun şu ki, aynı şey Lübnan'da da (70'lerin ortalarından itibaren) tekrarlandı. Filistin ulusal hareketinin nüfuzu öyle büyüdü ki devlet içinde devlet haline geldi. Bu, (diğer nedenlerin yanı sıra) Lübnan iç savaşının patlak vermesine yol açtı ve böylece Suriye ordusunun Lübnan'a girişini meşrulaştırdı, kolaylaştırdı. Bunun sonucunda Lübnan Suriye rejiminin kontrolü altına girdi. Bu durum şu ana kadar devam eden tüm feci etkileri ile daha sonra Lübnan'ın Hizbullah aracılığıyla İran rejiminin kontrolü altına girmesiyle devam etti.

Böylece Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Aynı bağlamda, pek çok kişi Saddam rejiminin Kuveyt'i işgalini (1990) Irak ordusunun ve Arap milliyetçiliğinin bir “zaferi” olarak değerlendirmekte gecikmedi. Ancak bu aceleci, yüzeysel duygular, Irak için halen etkilerinden kurtulamadığı büyük bir siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik felakete yol açtı. Buna bir de Kuveyt ve Arap-Arap ilişkilerine olumsuz yansımaları eklendi.

2006'da Hizbullah iki İsrail askerini esir aldı. İsrail buna, güney Lübnan köyleri ile Beyrut’un güney banliyösünü yerle bir eden bir savaş ile karşılık verdi. Savaş 1.200 Lübnanlının ölümüyle sonuçlandı. Öyle ki Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, böyle bir tepki ile karşılaşacağını bilseydi Hizbullah’ın bu eylemi gerçekleştirmeyeceğini vurguladı. Ancak Hizbullah, bu savaştan yararlanarak Lübnan'a hakim oldu ve Suriye devrimi patlak verdiğinde silahlarını Suriyelilere karşı kullandı.

Suriye deneyimi belki de felaket getiren zaferlerin en sert,  tehlikeli ve en yakın tarihli deneyimiydi, çünkü muhalefet, özellikle de silahlı örgütler, Suriye'nin yarısını kontrol ettiklerini ve rejimi yenilgiye uğratmanın eşiğinde olduklarını, geriye sadece harekete geçme saatini belirlemelerinin kaldığını düşünüyorlardı. Ancak bu sadece aceleciliği, siyasi saflığı ve gerçeklerden, Arap ve uluslararası verilerden kopukluğu gösteriyordu. Zira rejim kaldı ve Suriyelilerin yarısı yerinden edildi.

Filistin-İsrail çatışması düzeyinde de pek çok örnek var. 1981'de Lübnan-İsrail sınır cephesi, Fetih ile İsrail arasında, İsrail yerleşim yerlerinin sakinlerinden boşaltılmasıyla sonuçlanan bir roket savaşına sahne oldu. O zamanlar direniş liderleri yerleşim yerlerinin boşaltılmasını bir zafer olarak gördüler. Hatta o dönemde Fetih Merkez Komitesi üyesi olan (mevcut) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile "Zaferden yararlanmak" başlıklı özel bir kitapta bunu kaydederek, o roket savaşında elde edilen kazanımlara dikkat çekmişti. Sonunda, birkaç ay sonra İsrail Lübnan'ı işgal etti (1982) ve güçleri ve kurumlarıyla birlikte FKÖ'nün Lübnan'daki varlığına son verdi.

Bir dizi bombalı saldırı ve intihar eyleminin gerçekleştirildiği ikinci silahlı intifada döneminde (2000-2004), ilk halk intifadasından (1987-1993) farklı olarak, İsrail, tarihindeki en ağır ve en büyük can kayıplarını yaşadı (1.060 İsrailli). Hatta bir keresinde yalnızca bir ay içinde (Mart 2002) 130 İsrailli öldü. Buna bir de güvenlik açısından kendisini dokunulmaz ve güçlü bir caydırıcı devlet olarak gören bakışı dahil olmak üzere uğradığı manevi ve ekonomik kayıplar eklendi.  Ancak İsrail, tüm bunları özümseyerek, direnişin altyapısını zayıflattığı ve Batı Şeria'nın birbiri ile bağlantısını kestiği iki savaş (Savunma Duvarı ve Sağlam Yol) başlattı.  Daha sonra yerleşim yerleri inşasını teşvik ederek, Filistinlileri izole eden Ayrım Duvarı’nı, köprüleri  ve tünelleri inşa etti. Ardından Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmeyi pekiştirmek ve bu gerçeği Filistinliler için bir sorun haline getirmek için Gazze Şeridi'nden tek taraflı olarak çekildi ama ablukasını sürdürdü. Hikayenin geri kalanı ise biliniyor.

Yine Hamas, Ocak 2006'daki parlamento seçimlerini kazandıktan sonra, Haziran 2006’da Gazze sınırındaki Kerem Şalom Kapısı yakınındaki askeri bir bölgeden İsrail askeri Gilad Şalit'i esir aldı (2011'de takasla serbest bırakıldı). Bu başarılı bir eylemdi, ancak İsrail daha sonra Gazze'deki Filistinlilere misilleme saldırıları düzenleyerek 400'den fazlasını öldürdü. Dahası o tarihten itibaren Gazze Şeridi'ne uyguladığı ablukayı sıkılaştırdı.

Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Şimdi de Aksa Tufanı’nda Kassam Tugayı savaşçıları saatler süren bir operasyonla, büyük can kayıplarına yol açarak ve çok sayıda  kişiyi rehin alarak İsrail'e bir darbe indirmeyi, "yenilmez ordu" efsanesini yerle bir etmeyi başardı. Ancak İsrail bunu Filistinlilere karşı yaklaşık dokuz aydır devam eden ve Gazze'deki evlerin ve altyapının yüzde 70'ini yok eden bir imha savaşı başlatmak için bir fırsat olarak gördü. Dokuz ay içerisinde 200 binden fazla insan öldü, yaralandı, esir düştü ya da kayboldu. İsrail Gazze halkını yerinden etti, su, elektrik, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bıraktı. Filistinlileri bir korku ve sefalet içinde yaşattı. Şimdi saldırganlığın sona ermesi, İsrail ordusunun geri çekilmesi, Gazze’nin yeniden inşası ve sakinlerinin evlerine dönmesi isteniyor ki savaştan önce de durum böyleydi. Peki ama Gazze nasıl bir yere dönüştü? Yahut ondan geriye ne kaldı? Elbette Hamas savaştan belki sadece yüzde 30 etkilendi ama Gazze'deki Filistinliler yüzde 1000 etkilendi.

Bunlar ders çıkarılması gereken deneyimlerdir. Ancak burada, temennilere, kaderci bir ruha, meleklerin desteğine ya da iki ordu olarak savaşmaya değil, aksine dış verileri ve gerçek güç dengesini hesaba katan, kademeli olarak kazanımlar elde eden, düşmanın direnişin temeli olan halkı (şu veya bu örgüt değil) yormasından kaçınıp, düşmanı yormaya çalışan sorumlu bir mücadeleye dayandığı sürece, direnişin her biçiminin meşruiyetini vurgulamalıyız. Direnişin fedakarlıklar gerektirdiğini biliyoruz, ancak Filistin halkı yok oluş veya yerinden edilme kaderi ile de karşı karşıya bırakılmamalı. Zira İsrail'in gerçek hedefi budur.

Şimdi Hamas direndi ama Gazze'deki Filistinliler ezildi. Geçmişte rejimlerin “zaferi” hayatta kalıp kalmamalarına göre deklare edilirdi ve artık buna örgütlerin de dahil olmasından korkuyoruz. Peki Gazze'nin yok olmasına, halkının perişan ve çaresiz bir halka dönüşmesine yol açan bu tür "zaferler" varken, bu durumda yenilgi nedir?

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.