Yeni bir dini söyleme doğru

Uluslararası Misk Forum'unda Suudi bir kadın (AFP)
Uluslararası Misk Forum'unda Suudi bir kadın (AFP)
TT

Yeni bir dini söyleme doğru

Uluslararası Misk Forum'unda Suudi bir kadın (AFP)
Uluslararası Misk Forum'unda Suudi bir kadın (AFP)

Bugün Suudi Arabistan devlet erkânı, uzun vadeli reform programlarıyla devlet kurumlarının yeniden ihyası ve hücrelerinin yenilenmesi konusunda devrim niteliğinde adımlar atıyor.
Alman sosyolog Max Weber, (1864-1920) ünlü başyapıtı Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda Martin Luther'in (1483–1546) din alanında öncülük ettiği reform hareketinin en çok kapitalist sistemin büyümesine ve gelişimine katkı sağladığını söyler. Zira reform hareketi, bireysel ve toplumsal gelişimin önünde ayak bağı oluşturan gelenekçi algının ve bireyin kültürel birikimini çoraklaştıran baskın kilise öğretilerinin yeniden yorumlanmasına kapı aralamıştır.
Geleneksel din anlayışının yeni anlamlar çerçevesinde yeniden yorumlanması, Protestanlığı benimseyenleri Hristiyanlık dairesinden çıkarmadı, aksine Reform bin yıldan fazla süren Orta Çağ karanlığında, Allah’a giden tek yolun kendileri olduğunu ve dinin sadece kendileri sayesinde anlaşılabileceğini salık veren ruhban sınıfının tekelini kırarak dini söylemi yeniden dizayn etti.
Bu karanlık çağ, İspanya ve Fransa gibi Protestanlığı benimsemeyen ülkelerde hüküm sürmeye devam ederken; dini alanda reform faaliyetlerini benimseyen Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ise modernleşme çağı başlıyordu.
Bugün Suudi Arabistan devlet erkânı, uzun vadeli reform programlarıyla devlet kurumlarının yeniden ihyası ve yapılandırılması konusunda devrim niteliğinde adımlar atıyor.
Bu sürece, tortulanmaya yüz tutmuş ve modern çağın anlayışını özümsemede yetersiz kalan eski anlayışın yakasından sıyrılmaya çalışan yeni ekonomik, sosyal ve kültürel söylemler eşlik ediyor.
Zira ayakları yere basmayan eski anlayış, son kullanma tarihi geçmiş gerçeklere dayanıyor. Ancak bu yeni ekonomik, sosyal ve kültürel söylemlerin temeli, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve kültürel dinamikleri de kapsayacak şekilde bazı dini kavramların yeniden üretilmesine olanak tanıyacak yeni bir dini söylemle desteklenmediği takdirde eksik kalır. Bu durum, bir bakıma Avrupa’daki sürece benziyor.
Avrupa’da dini reform süreci, modern çağın faili konumundaki kapitalist sisteme en geniş alanı sağlayan dini söylemin yeniden üretilmesiyle sonuçlanmıştır.
Selefilik belki de doğduğu dönemdeki sosyal gerçekliğe yönelik çaresizliğin ifadesiydi. Ancak Suudi Arabistan’da hâkim olan Selefi din anlayışı, belli bir zaman dilimine hasredilen durağan fikriyatıyla çağın getirdiği değişimi kucaklamaya muktedir değil. Aynı şekilde bugün Suudi Arabistan'da çeşitli alanlarda görülen değişimi de kavramaktan aciz.
Tıpkı Ortaçağ karanlığının tutsaklığından kurtulmak için uğraş veren Avrupa toplumunun dinamiklerini yansıtmayan Katolik anlayışı gibi, Selefi söylem de Suudi Arabistan’da ivme kazanan reform sürecinin önünde engel teşkil ediyor.
Selefilik de tıpkı Katolik Kilisesi'nin Avrupa’da Hristiyanlık için yaptığı gibi, kendisini İslam’ın yegâne temsilcisi ve Gerçek İslam olarak sunuyor. Ancak İslam dini, tüm mezheplerden daha geniştir. Bu mezheplerin hiçbiri İslam’ın bizatihi kendisi değildir.
Bugün Suudi Arabistan’da yaşanan köklü değişimin, din alanında toplumsal değişimi kucaklayacak yeni bir dini söyleme ihtiyacı var. Aslında Protestanların Avrupa’da gerçekleştirdiği değişimden ziyade, 18. yüzyılda Muhammed b. Abdulvahhab’ın (1703-1791) Suudi Arabistan’ın kuruluş yıllarında yaptığı ıslah çağrısı tarzında anlayabiliriz.
Okuyucu bu kısmı garip karşılayabilir. Selefilik yenilik karşıtıyken nasıl Protestanlık ile mukayese edilebilir?
Kıyas, görünüş itibarıyla çelişkili durabilir ancak derine inince paradoks ortadan kalkıyor.
Muhammed b. Abdulvahhab hareketinin fikri muhtevası, 18. yüzyıl Arap Yarımadasının realitesine takılıp kaldığı için günümüz dünyasında reforma karşıdır.
Protestanlığın Avrupa’da din alanında devrim yaptığı gibi Vahhabilik de o dönem dini alanda devrim niteliğinde reformlar yaptı. Zira bu reformlar Arap Yarımadası’nda yeni bir siyasi ve toplumsal gerçeklik meydana getirdi. 18. yüzyıldaki bu değişimin gerçekleşmesi için Vahhabiliğin birleştirici fikri muhtevası adeta biçilmiş kaftandı. Ancak aynı fikri muhteva günümüzde her türlü yenilikçiliğin karşısında engel olarak duruyor.
Bu, taşlaşmış veya modası geçmiş olsa da sahip olduğu kavramları korumak suretiyle kendi varlığını sürdürmeye çalışan kurumsallaşmış her fikrin geçirdiği geleneksel bir süreçtir.
Ancak Muhammed bin Abdulvahhab’ın hareketi hakkında konuşurken değinmeden geçilemeyecek bir husus varsa o da hareketin yenilikçi ruhuydu. Yenilik, hareketin ruhuydu, içeriği değil. Hatta öyle ki, Şeyh Abdulvahhab’a bu nedenle “Yenilikçi/Müceddit Şeyh” denilmiştir. Bunun sebebi, dönemin Arap Yarımadası’nda gerçekleşen değişimleri yorumlayarak kendi çağında bir dini söylem inşa eden Abdulvahhab hareketinin din alanındaki yenilikçi ruhuydu. Bugün Suudi Arabistan’daki gelişmelerin, hareketin yenilikçi ruhuyla çelişmediğini söylemek mümkün.
Çelişki, Şeyh’in 18. yüzyılda ortaya koyduğu fikri muhtevada kendini gösteriyor.
Suudi Arabistan Devleti siyasi meşruiyetinin Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab’ın yenilikçi dini çağrısına dayandığı söylendiğinde kastedilen şey yenilikçi metottur. Burada Şeyh’in kendi zamanının ürünü olan dini görüşünü mutlaklaştırmak bir zaruret değildir.
Suudi Arabistan’da bugünlerde olup bitenler ise söz konusu metodun takip edilmesinden başka bir şey değildir. Ayrıca bu metotla ilintili olarak günümüz realitesine uygun ve geçmişteki donuk anlayıştan uzak bir dini söyleme ihtiyacımız var.
Hz. Muhammed (s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki, Allah, her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.”
Bu hadis-i şerif, yeniliğin gerekli olduğunu; dinin sabit olduğu ancak dini yorumun tefsir veya anlama yoluyla yeniden yapılması gerektiğini; insanların sürekli bir değişim halinde olduğunu; dini söylem değişirken anlamın yeniden inşa edilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Tüm bu anlamların Suudi Arabistan’da hayat bularak meyve vermesini temenni ediyorum.
Allah yar ve yardımcımız olsun.



Sömürge dönemi acıları, Cezayir ile Fransa arasındaki ilişkileri ‘zehirlemeye’ devam ediyor

Cezayir’deki Fransız sömürge dönemini anlatan 1961 tarihli bir arşiv fotoğrafı (AFP)
Cezayir’deki Fransız sömürge dönemini anlatan 1961 tarihli bir arşiv fotoğrafı (AFP)
TT

Sömürge dönemi acıları, Cezayir ile Fransa arasındaki ilişkileri ‘zehirlemeye’ devam ediyor

Cezayir’deki Fransız sömürge dönemini anlatan 1961 tarihli bir arşiv fotoğrafı (AFP)
Cezayir’deki Fransız sömürge dönemini anlatan 1961 tarihli bir arşiv fotoğrafı (AFP)

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2017 yılında göreve gelişinden bu yana, Cezayir ile Paris arasındaki siyasi ilişkiler, Kuzey Afrika'daki en büyük ticaret ortakları olan iki ülke arasında normal ilişkilerin kurulmasını engelleyen Cezayir savaşı ve sömürge döneminde yaşanan acılar nedeniyle daha önce eşi benzeri görülmemiş bir soğukluğa tanık oluyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Pazar günü Fransız gazetesi Le Figaro’ya yaptığı açıklamalar, iki ülke arasındaki ‘krizi’ daha da karmaşık hale getirdi. Macron açıklamasında,  geçtiğimiz günlerde “Fransa, bizim ebedi ve geleneksel düşmanımızdır” diyen Cezayir Çalışma ve Sosyal İşler Bakanı el-Haşimi Cabub’un sözlerinin ‘kabul edilemez’ olduğunu vurguladı.  Cabub’un sözleri, Fransa'yı oldukça rahatsız ederken daha önce yaptığı bir açıklamada, ‘Fransa ile yeni bir döneme başlandığını’ söyleyen ve bu yeni başlangıcı öven Cezayir Cumhurbaşkanı Abdulmecid Tebbun için utanç kaynağı oldu.
Macron, Cezayir’de bazı kesimlerce yapılan itirazlara rağmen, Fransızlar ve Cezayirliler arasında ortak bir hafıza uzlaşısı oluşturmak istediğinin altını çizerek “Cezayir Cumhurbaşkanı Tebbun da aynı düşünceye sahip. Bazı tarafların itirazlarını hesaba katması gerektiği doğru” ifadelerini kullandı. Ortak hafıza dosyası ile ilgili çabalara değinen Fransa Cumhurbaşkanı, “Bunu inkar edecek değilim. İtiraf politikasının milletimizi daha güçlü kılacağına inanıyorum. Fransa-Cezayir sorununun arka planında bir Fransa-Fransa meselesi olduğu düşülmesin” şeklinde konuştu. Bir kesimin, Fransa’nın 1830’daki Cezayir işgalinin ‘kültürel yönleri de olduğunu’ düşündüğünü bir kesimin ise bunu istila, yağma ve katletme olarak gördüğünü söyleyen Macron, sömürge geçmişi ve bunun yansımalarının, halen Fransızlar arasında tartışmalara yol açan bir konu olduğuna işaret etti.
Macron açıklamalarını şöyle sürdürdü:
“Esasen bölünmüş hatıraları bir araya getirmedik ve homojen bir vatansever söylem inşa etmedik. Parçalanmış hatıralar, Kara Ayaklar’ın (Cezayir'de doğan ve Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında ülkeden ayrılan Fransızlar) anılarıdır. Harkiler’in (Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda Fransa tarafında savaşan Cezayirliler) anılarıdır. Fransız ve Fransa saflarında savaşan askerlerin anılarıdır. Bağımsızlık savaşı sonrası Fransa’ya gelen Cezayirlilerin anılarıdır. Bu göçmenlerin çocuklarının anıları, çifte vatandaş olanların anılarıdır.”
Öte yandan Cezayirli Bakan Cabub’un açıklamaları Fransa ile Cezayir ilişkilerini daha da karmaşık hale getirdi. Cabub 8 Nisan’da Cezayir Meclisi’nde katıldığı bir oturumda Paris Hastaneleri Kurumu’nun geçtiğimiz yıllarda Fransa'daki yüzlerce Cezayirlinin sağlık harcamalarıyla ilgili Cezayir Sosyal Güvenlik Kurumu’nun biriken borçlarından şikâyet etmesine ilişkin konuşmasında Fransız hükümetini eleştirirken Paris Hastaneleri Kurumu’nun istediği rakamın abartılı olduğunu vurguladı.
Gözlemcilere göre Cabub, konuşmasını İslami eğilimli Barış Toplumu Hareketi’nin (MSP) lideri olarak yaptı. Cabub’un lideri olduğu MSP, Fransa Cezayir’i işgal ettiği için özür dilemedikçe ve bunun için tazminat ödemedikçe iki ülke arasında herhangi bir yakınlaşmaya şiddetle karşı çıkıyor.
Buna karşın Fransa’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Clement Beaune konuya ilişkin bir açıklamasında, ülkesinin, bazı haksız suçlamaların yapıldığı açıklamalara rağmen Cezayir ile ilişkilere sakin bir atmosferin hakim olmasını istediğini söyledi.
Bu gelişme, Cezayir'in Fransız heyetindeki ‘zayıf temsili’ reddetmesi nedeniyle Fransa Başbakanı Jean Castex’in Cezayir ziyaretinin ertelendiğinin duyurulmasıyla aynı zamana denk geldi. Başbakan Castex, Cezayir'in itirazına karşın yaptığı açıklamada, Cezayir ziyareti sırasında kendisine az sayıda bakanın eşlik etmesinin nedeninin yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınından kaynaklandığını söyledi. 
Öte yandan Cezayir Dışişleri Bakanı, geçtiğimiz hafta Fransız yetkilileri, Fransa’nın 1960'lı yıllarda Cezayir çölünde gerçekleştirdiği ‘nükleer testler için tazminat ödenmesi dosyasını daha fazla ciddiye almaya’ çağırırken bu dosya, halihazırda kriz yaşayan Fransa-Cezayir ilişkilerinde yeni bir krize kapıyı araladı. Cezayir, Fransa'yı Pasifik Okyanusu'nda bulunan Fransa Polinezyası’ndaki ve Cezayir'deki nükleer patlamalardan etkilenenlere tazminat ödenmesini öngören bir yasanın çıkarıldığı 2009 yılından bu yana nükleer deneylerden zarar gören kurbanlar için tazminat ödenmeyi ertelemekle suçluyor. Yüzlerce Cezayirli, radyasyonun çöl bölgesi sakinlerinin sağlığına, hayvanlarına ve hatta yer altı kaynak sularına verdiği zararı ispatlayan dosyalar hazırladılar. Konuyla ilgilenen insan hakları örgütleri, bu dosyaları Fransız yetkililere gönderdiler, ancak bir yanıt alamadılar.