İran: Devrim'den bugüne 4 dönem

İran: Devrim'den bugüne 4 dönem
TT

İran: Devrim'den bugüne 4 dönem

İran: Devrim'den bugüne 4 dönem

Devrimin 40 yıllık ömrü; İran’da Velayet-i Fakih kurumuna yakın kişilerin hükümetin kontrolü dışında ve hiçbir sorgulamaya tabi tutulmayan askeri, ekonomik, siyasi kolları ile Velayeti Fakih kurumunun nüfuzunu derinleştirecek kurumlar inşa etmeye yönelik sürekli ve kesintisiz bir çaba içinde olduklarını göstermiştir.
İran’ın devrimden sonra; birinci yetkilinin ve ona bağlı kurumların yetkileri artarken hükümetin yetkilerinin azaldığı, halkın tüm kesimlerine eşit bir şekilde davranan, değişimi isteyen herkesin katılımına izin veren katılımcı bir anayasaya giden yolda İranlılara vaad edilen cumhuriyet ilkelerinin gerilediği 4 dönemden geçmiştir. Peki bu 4 dönem nasıldı, şimdi ona bir bakalım:
1- Birinci Dönem: Devrimin Kuruluşu ve İslamlaştırılması

Ayetullah Humeyni’nin cübbesi altında toplanmış olan devrimcileri attığı ilk adım; Tahran’daki  medresesinde Devrimin Kurucu Meclisi’nin kuruluşunu deklare etmek oldu. Din adamlarının çoğunluk olduğu bu mecliste liberal “Özgürlük Hareketi” üyeleri yer aldı. Solcular ile İslami sol gruplara bu mecliste yer almadı. Bu da iktidarı ele geçirmek için mücadele eden iki rakip grup arasında yıllarca süren bir çatışmanın başlamasına yol açtı. Devrimin ilk günlerinde gücünü kanıtlayan İslami solcu harekete bağlı silahlı gruplarla mücadele edebilmek için de Kurucu Meclis; askeri kanadını temsil eden devrim komiteleri ile “Devrim Muhafızları”nı kurdu.
Birinci dönemde yine liberal ama aynı zamanda “ılımlı İslam” yanlısı olarak da bilinen sivil politikacı Mehdi Bazergan’ın başkanlığında, Liberal akımın bazı üyelerini de kapsayan devrimcilerin ilk hükümeti de kuruldu. Ama Bazergan hükümeti çok geçmeden Humeyni’nin etrafındaki ekibin istekleri ile çatışmaya başladı. Humeyni’ye bağlı öğrencilerin İran’daki ABD büyükelçiliğini kuşatması ve ABD’li rehineler krizinin başlaması ile aralarındaki anlaşmazlıklar zirveye ulaştı.  Radikalizm yanlıları sonunda istediklerini elde ederek hükümetin istifa etmesini sağladılar. Bundan sonra İran, ardı ardına bir dizi hükümetin kurulduğu bir döneme girdi. Bu hükümetlerin başlarına geçen kişiler de iktidar  kavgasının ve iktidarı Humeyni’ye yakın akımdan temizleme mücadelesinin en önemli kurbanları oldular. Hüccetu'l İslam Ali Hamaney’in Cumhurbaşkanı olması ile bu iktidar kavgası sona erdi ve devlet tamamen din adamlarının eline geçti.
Devrimi İslamlaştırma projesi; sadece devletin makam ve mevkilerini ele geçirme mücadelesi ile sınırlı değildi. İmam Humeyni’nin etrafındaki çalışma grubunun bazı radikal çalışmaları da oldu.
Bu aşamada Humeyni ve kendisine yakın isimler İran anayasasının hazırlanması için bir “Uzmanlar Konseyi”nin kurulduğunu açıkladılar. Bu konsey anayasa hazırlama çalışmalarını yürütürken daha sonra dönemin Cumhurbaşkanı Hamaney’in yardımcısı olan  Ayetullah el-Uzma Hüseyin Ali Muntazeri başta olmak üzere Humeyni’ye yakın kişiler “Velayet-i Fakih” teorisinin anayasada yer alması için çalışmaya başladılar ve başarılı da oldular. Böylece Velayet-i Fakih teorisi anayasanın omurgası oldu.
Velayet-i Fakih düşüncesi başta üniversite öğrencileri olmak üzere farklı siyasi hareketlerin şiddetli muhalefeti ile karşı karşıya kalsa da bu dönemde yaşanan 2 önemli olgu Velayet-i Fakih kurumunun inşa edilmesini mümkün kıldı.
İmam Humeyni’ye yakın bir din adamı olan Devrim Mahkemesi Başkanı Ayetullah Sadık Halhali’nin vermiş olduğu ve Humeyni’ye yakın olan akıma karşı çıkmaya çalışan herkesi kapsayan idam cezaları ile bu ekol, kendisine karşı olan binlerce muhalifi tasfiye etti.
Halhali’ye göre bu adım, Devrim'in ayakta kalmasını sağlamak için gerekliydi. Diğer yandan Devrim Konseyi’nde yer alan din adamları üniversitelerdeki tüm etkinlikleri yasaklayarak kültür devrimi adını verdikleri tasfiye hareketini başlattılar. Bu bağlamda; Devrimin ilkelerine uymadıkları gerekçesiyle yüzlerce öğretim görevlisi ile öğrenci üniversitelerden kovuldu.
Tüm bunlar İran ile Irak arasındaki savaş devam ederken yaşandı. Bu savaş; binlerce kişinin canını almıştı ama Humeyni için bir nimetti. Çünkü bu nimet; başlangıçta İslamcı olmayan Devrimin İslamlaştırılmasının, Humeyni’nin düşüncelerine göre şekillendirilmiş İslamcı kimliği koruyacak kurumların kuruluşunun, buna karşı çıkan herkesin tasfiye edilmesinin önünü açtı. Ardından savaş bitti, Humeyni öldü ve kuruluş dönemi sona ererek ülkede tamamen faklı yeni bir dönem başladı.
2- Rafsancani Dönemi ve İki Başlılığın Kuruluşu
İlk dönem Humeyni’nin devlete tamamen egemen olduğu dönemdi. Ama Humeyni’nin vefatının yaklaşması Devrimciler için Devrimin başarıya ulaşmasının ardından inşa ettikleri yapının yıkalabileceğine yönelik bir tehlike işaretiydi.
Bu koşullar altında dönemin meclis başkanı ve Humeyni’ye yakın isimlerden olan Hüccetu'l İslam Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Humeyni’nin oğlu Ahmed Humeyni, Velayet-i Fakih'in seçilme hakkını geleneksel isimler ile sınırlayan anayasa maddesini değiştirmek için harekete geçerek bu yapının ayakta kalmasında büyük bir rol oynadılar. İkisinin çabasıyla o dönemde birçoklarının fıkhi konumunu şüpheyle karşıladığı Huccetu'l İslam Hamaney, İran’ın yeni Veliyy-i Fakih'i seçildi. Oysa Veliyy-i Fakih olmak için Hüccetu'l İslam ünvanı yeterli değildi. Şii din adamları yaptıkları tahsil seviyeleri ile sırasıyla Sikatu'l İslam (Başlangıç), Hüccetu'l İslam (Orta), Hüccetu'l İslam ve'l-Müslimin (İleri), Ayetullah (Uzman), Ayetullah el-Uzma (Otorite)
İktidar paylaşımının bir sonucu olarak Rafsancani, Humeyni’nin kendi önerisi ile Rehber'e yardımcı bir istişare organı olarak kurulan Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi (DMTK) yanında hükümete de egemen oldu. Yine Rafsancani, Velayet-i Fakih makamında bulunan Hamaney ile zımni bir ortaklık kurmayı da amaçlıyordu.
İkinci dönemde ayrıca Humeyni hayatta iken onun kanatları altında bulunan 2 temel akım arasındaki anlaşmazlıklar gün yüzüne çıkmaya başladı. Solcu akım (daha sonra Reformcular adını almıştır) Meclis'e hakim olurken sağcı (Muhafazakar) akım ise hükümete ve hükümetin yetkileri dışındaki kurumlara hakim oldu.
Bunun yanında savaş sonrası dönemde var olan koşullar hükümeti, yeniden yapılanma olarak bilinen yeni bir dönemi başlatmaya sevketti. Rafsancani bu yeniden yapılanmanın ekonomi ile dış politikayı kapsamasını istiyordu. Yeni dini lider ise sadece ekonomi ile sınırlı kalmasını istiyordu. Bu dönemde gerçekleştirdiği reformlar nedeniyle Rafsancani: “Yeniden Yapılanmanın Süvarisi” olarak anılsa da aslında ne Rafsancani ne de Hamaney bu yeniden yapılanmanın iç politikayı da kapsayacak şekilde genişlemesini istemiyorlardı. Ancak bu dönemde İran’da, daha sonra önemli bir rol oynayacak olan öğrenci hareketleri ve Haşimi Rafsancani’nin başlatmış olduğu ekonomik reformun neden olduğu yüksek enflasyona karşı halk hareketlenmeleri de yaşandı.
Rafsancani’nin başlatmış olduğu reformun genişlemesi “Devrim Muhafızları”nda da niteliksel bir değişime yol açtı. Bu değişim sonraki yıllarda devrimin davranışlarında önemli bir iz bıraktı. Rafsancani’nin önerisi ile Devrim Muhafızları, ekonomik ayağını temsil eden “Hatem'ul-Enbiya”yı kurdu. Devrim Muhafızlarını yeniden yapılanma sürecine ortak eden Rafsancani bu adımıyla; iktidar pastasında Rehber tarafından desteklenen ve savaş sonrası dönemin ilk yıllarında önemli bir askeri güce ulaşan bu kurumun gücünü sınırlamayı amaçlamıştı. Ancak ekonomik nedenlerle başlayan halk hareketleri, öğrenci faaliyetleri ve İslami solun Reformcu Hareket  adı ile yeniden siyaset sahnesine dönmesi, 1997 yılında düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Rehber'in desteklediği aday Ali Ekber Natık Nuri’nin kaybedip Muhammed Hatemi’nin kazanmasına katkıda bulundu. Sonuç olarak; Rafsancani aldığı kararlar ve uyguladığı politikalar ile devrimin geleceğinde büyük bir etki bırakmış olduğu için İran rejiminin ikinci dönemine Rafsancani dönemi adını verebiliriz.
3-Reform hayali, Hatemi dönemi ve Hükümetin zayıflatılması
Hatemi’nin rakibine rejimin adayı olduğu için oy vermeyen İran toplumunda, Hatemi’nin zaferi rejimin organlarını ele geçiren akıma karşı dışlanmışların zaferi olarak yorumlandı. Gerçekten de Hatemi hükümeti bir dizi ekonomik sorunların ve dünya ile ilişkilerde krizlerin yaşandığı bir ortamda iktidara geldi. Bu sorunları ve krizleri çözmek için de bir yandan devrime halkçı özelliğini yeniden kazandırmak için iç reform çağrısı yaparken diğer yandan Batı ile ülkesi arasındaki buzları eritmek için de medeniyetler diyaloğu çağrısında bulundu.
Bu da; halkı karar alma mekanizmasına ortak etmek için Hatemi’nin kurmuş olduğu belediye meclisleri ile parlamentoda Reformcuların ezici bir çoğunluk elde etmesine neden oldu. Mecliste bu akıma bağlı milletvekilleri bir yandan anayasa referandumu ve istihbarat bakanlığının bağımsızlığı gibi önemli hususları meclis gündemine taşırken diğer yandan Anayasa Koruma Konseyi’nin (Şurayi Nigehban) kararlarını protesto etmek için mecliste oturma eylemi yaptılar.
Hükümet organı ile yönetim organı arasında yaşanan bu bölünmüşlük, Rehber Hamaney’i paralel kurumlar inşa etme ya da etkinleştirmeye itti. Bir yandan yasama sürecini kontrol etmesi için Rafsancani başkanlığında Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi (DMTK) yeniden etkinleştirirken diğer yandan meclisin yetkilerini sınırlandırmak için de Nigehban'ın denetleyici rolünü aktif hale getirdi. Bunun yanı sıra hükümetin egemen olduğu İstihbarat Bakanlığı’na paralel olarak Devrim Muhafızları’na bağlı bir istihbarat birimi kurulması emrini verdi.
Yine bu yüzleşme çerçevesinde dini lidere bağlı organlar; ekonomide dini lidere bağlı “Hatemul Enbiya” ile “Mustazaflar” kurumların daha etkin bir rol oynamalarını sağladılar. Atılan bu adımlar rejimi tek bir açık sonuca götürüyordu: O da hükümetin zayıflaması. Öyle ki bu durum Cumhurbaşkanı Hatemi’yi görev süresi bittiğinde büyük bir güç hiyerarşisinde küçücük bir görevliden ibaret olduğunu belirtmeye itti. Hatemi bu açıklamayı, kendi döneminde düzenlenen ve Devrim Muhafızları ile güvenlik güçleri bastırmak için sert önlemlere başvurmasalardı İran rejiminin temellerini sarsacak olan gösterileri düzenleyen bir grup üniversite öğrencisi önünde yapmıştı.
Ancak bu küçük yetkilinin zamanında, Batı dünyasına açılmaya ve aralarındaki krizleri çözmeye çalışan İran rejimi bir yandan da daha sonra İran’ın uluslararası toplumla arasındaki en önemli krizin temelini oluşturacak nükleer programı başlatmıştı. Ama bu dönem de İran için hayırlı bir şekilde sona erecek gibi görünmüyordu. Çünkü Rehber'in daha sonra görüş olarak kendisine en yakın olan kişi olarak nitelediği ve Rafsancani’yi iktidarın merkezinden uzaklaştırmka için kullandığı Ahmedinejad’ın yükselişi de aynı zamana denk gelmişti. Nitekim Ahmedinejad’ın kurduğu ilk hükümette, Devrim Muhafızları üyeleri büyük bir çoğunluk oluşturuyorlardı. Bu da ideolojik alanda görev yapan kurumlar ile anayasaya göre görevleri stratejik alan ile sınırlı olan hükümet kurumları arasında rejimin yaşadığı iki başlılıkta niteliksel bir değişimin yaşanmasına yol açtı
4- Mutlakiyet Dönemi
Dördüncü dönem fiili olarak Devrim Muhafızları ve dini liderin onun lehine müdahaleleri ile bir kez daha seçilen Ahmedinejad’ın ikinci görev süresi ile başlamıştır. Bu müdahaleler İranlıların, devrimin kuruluşundan itibaren rejimin varlığına ilk kez bu kadar büyük bir tehdit oluşturan protesto dalgasını başlatmalarına neden oldu. Bu noktada devrim organları Ahmedinejad’ın kazanması için Reformcuları siyaset sahnesinden silmeye çalışarak  bütün önde gelen isimlerini hapse attı. Bu da içerideki taraflar arasında sönmüş olan iktidar mücadelesini bir kez daha alevlendirdi. Ama dini liderin Ahmedinejad’a verdiği destek; kendisinin dini lider ve Devrim Muhafızlarının hükümetine yönelik müdahalelerine itiraz etmye başlaması ile sona ermiştir.
Ancak Ahmedinejad’ın bu tutumu ve hükümetin bazı önemli karar organlarına egemen olmasında ısrar etmesi, dini lider kurumunu alternatif kurumlar aracılığıyla elindeki kartları yeniden düzenlemeye itti. NMBK; Ahmedinejad’ın zaferinin ardından dışlanan ve dini lider ile arasındaki yüzleşme ile siyasi nüfuzu sona erdirilen Rafsancani’ye aitti. Bu nedenle; Dini lider Hamaney bunun yerine  Mahmud Haşimi Şahrudi başkanlığında Yetkili Organlar Arasındaki İlişkileri Düzenleme ve Anlaşmazlıkları Çözme Yüksek Konseyi’ni icat etti. Buna ek olarak Muhafazakarların son kalelerinden olan Uzmanlar Konseyi’nin yetkilerini genişletti.
Dördüncü dönemde yaşanan gelişmelerden biri de Reformcuların, meclis ve Uzmanlar Konseyi’ni ele geçirme girişimleridir. Bu girişimleri; başkentte  başarılı olsa da diğer şehirlerde başarısız olmaları Meclis ve Konseyin muhafazakarların eline geçmesine yol açtı. Yine de Reformcular çoğunluğu elde etmesinde Ruhani’yi destekledikleyerek cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmeyi başardılar.
Son olarak dördüncü dönem; mutlak bir güç haline gelen ve rejimin her organıyla kapsamlı yönetimi altında olduğu dini liderin varisi olmak için yürütülen gizli bir rekabete de tanıklık ediyor. Zira son zamanlarda yayınlanan bazı raporlar, sağlık durumunun kötüleştiğine işaret ediyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de aday olan eski Yargı Başkanı Yardımcısı İbrahim Reisi ile Yargı Başkanı Sadık Laricani’nin DMTK Başkanlığına ulaşmak için harcadıkları çabada bu gizli rekabete işaret ediyor.
Laricani’nin DMTK Başkanı olması, rakibi İbrahim’in ise Yargı Başkanlığı’na getirilmesi ihtimali ile aralarındaki rekabet devam edecekmiş gibi görünürken bugün devrim organlarına egemen olan ve Ruhani’nin deyimiyle silahsız bir devlet içinde silahlı bir devlet olan Devrim Muhafızları ise ikisi arasında bölünmüş durumda.
Belirsiz Gelecek
Devrimcilerin kurumların üretilmesi alanındaki faaliyetlerini takip ettiğimizde onların gelecek için açık bir vizyona sahip olmadıklarını ve iktidarı ellerinde tutma ve güçlerini arttırma isteklerinin onları daha fazla kurum tesis etmeye, sözkonusu hükümet de olsa kendilerine bağlı olmayan diğer kurumları dışlamalarına veya uzaklaştımalarına yol açtığını görürüz. Son zamanlarda; dini lider  ile kendisine yakın kişiler; şeriatın yanında politika, ekonomi ve kurumsal alanda da egemenliklerini ve nüfuzlarını genişletmek, İran’ın siyasi hiyerarşisindeki güçlerini arttımak amacıyla defalarca bu metodu yani yeni kurumlar icat etme metodunu kullandılar.
Aynı şekilde İran’daki durumu takip ettiğimizde, Devrim Muhafızları’nın her dönemde rollerinin istikrarlı bir şekilde yükseldiğini görürüz. Devrimcilerin muhaliflerini tasfiye etmek için kurmuş oldukları kurum bugün, rejim organları arasında aslan payına sahip bir kuruma dönüştü. Diğer yandan Devrim Muhafızları’nın bu rolünün daha da artacağı, Devrim Muhafızları liderlerinin kendilerine ait gördükleri devrimin geleceğini belirleyecek rekabetin gölgesinde dini liderin varisinin seçiminde de bu kurumun temel bir rol oynayacağı tahmin ediliyor.   



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.