Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?

Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?
TT

Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?

Keşmir gerilimi Hindistan seçimlerine nasıl yansıyacak?

Hindistan’ın en büyük demokrasi şölenine yani genel seçimlere yalnızca birkaç hafta uzaklıktayız. Hindistan’ın her beş yılda bir tanık olduğu bu önemli olay, kendi türünde dünyanın en büyüğü.
1947 yılındaki bağımsızlıktan bu yana gerçekleştirilecek on yedinci seçimin, önümüzdeki Nisan ve Mayıs ayları arasında olması kararlaştırıldı.
Seçimlere 870 milyon seçmenin yani ABD nüfusunun iki katının katılım göstermesi bekleniyor.
2014 yılında gerçekleştirilen son seçimlerde oy kullanması beklenen 830 milyon kişiden 550 milyonu oy kullanmıştı. O dönemde ülke genelinde düzenlenen ve altı hafta süren seçimlerin sonucunda kazanan Hindu milliyetçisi mevcut Başbakan Narendra Modi oldu.
Hindistan Seçim Komisyonu’nun önümüzdeki hafta 543 meclis üyesinin de seçimini içeren oylamanın kesin tarihini duyurması bekleniyor. Seçimler bir milyon seçim merkezinde bu merkezlerde çalışan 10 milyondan fazla kişi ve polislerin denetiminde yürütülecek.
ABD’deki Carnegie Barış Kurumu Güney Asya Programı Müdürü Dr. Milan Vaishnav’a göre Hindistan’ın önümüzdeki genel seçimleri, “Hindistan tarihinde ve belki de demokratik herhangi bir ülkedeki en yüksek maliyete sahip”.
Reuters haber ajansı Vaishnav’dan konuya ilişkin şu ifadeleri aktardı: “Amerika’da 2016 yılındaki başkanlık ve meclis seçimlerinin maliyeti toplamda 6.5 milyar Amerikan doları tutarındaydı.
(Hindistan’da) 2014 yılındaki seçim maliyeti tahmini 5 milyar dolarsa da 2019 seçimlerinin bu rakamı kolaylıkla aşması beklenebilir ki bu da Hindistan seçimlerini dünya çapında en maliyetli seçim haline getiriyor”.
Bilindiği gibi Hindistan, 1975 ila 1977 yılları arasında seçimlerin ertelendiği talihsiz duraklama devrini saymazsak bağımsızlıktan bu yana geçen yetmiş yıl içerisinde 16 meclis seçimi gerçekleştirdi. Seçimlerden sonra oluşturulan hükümetlerin hepsi süresini dolduramayıp bazıları birkaç gün zarfında düşürüldü. Hindistan demokrasisi ideal olmaktan çok uzak belki ancak dünya üzerinde eksikliklerden muaf ideal bir demokratik rejim de henüz mevcut değil.
Hindistan’daki genel seçimler de en külfetli, lojistik açıdan belki dünyada en zorlu seçim süreçlerinden biri olarak görülüyor. Bu süreci gözlemleyen herhangi birini şaşkınlığa uğratacak ilk şey, siyasi hayat için ifade ettiği önem ve sokakları dolduran pankartlar, afişler ve kitleler.
Kitlesel faaliyetler, baskın unsur. Medya kanalları düzenli ve yoğun olarak seçim haberleri yapıyor, ülkenin dört bir yanındaki siyasi olayları duyuruyor. Sokaklardaki konuşmalar ve on binlerce kişinin katıldığı büyük seçim mitinglerindeki seçim kalabalığı türünün eşsiz bir örneğini temsil ediyor.
Katılımcı taraflar
Hindistan çeşitli eğilimlere ve yaklaşımlara sahip farklı siyasi partilerin katılım göstereceği seçimlere hazırlanıyor. Bu, her türlü ihtimale açık bir ortamda karar alma ve tercih yapmanın zor olacağı anlamına geliyor. Çok açık ki 2019 yılı, çoktan başlamış ve seçimlerle de sona ermeyecek gibi görünen ‘siyasi öğütme’ yılı olacak.
Hem Başbakan Modi hem de onun Hindu milliyetçisi sağcı partisi Bharatiya Janata (Hindistan Halk Partisi, BJP) yarışı kazanmak için çabalıyor. Ülkenin en büyük siyasetçi ailesi Nehru-Gandi ailesinin üyesi olan Rahul Gandi’nin liderliğindeki sosyal demokrat çizgideki Hindistan Ulusal Kongresi (INC), bu ekibin ana muhalif rakibi olarak görülüyor. Bilindiği üzere Rahul Gandi, önceki Başbakan Rajiv Gandi’nin oğlu, ülke yönetimini üstlenen ilk kadın ve Hindistan’ın ilk Başbakanı Jevahirlal Nehru’nun kızı İndira Gandi’nin ise torunu.
Bununla birlikte ülkede etki ve etkinlik sahibi diğer partilerin bir kısmı Modi’yi desteklerken bir kısmı ona muhalefet ediyor ancak her türlü seçimin sonucunu etkiliyor. Ruchir Sharma, ‘Yoldaki Demokrasi’ adlı yazısında bu konuyu şu sözlerle değerlendiriyor: “2019 seçimleri ülke genelinde Modi ve diğer taraflar arasında bir karşılaşma ve Hindistan’ın baskıcı yönetim ile demokrasiye bağlılığa karşı tutumu üzerine bir referandum olarak gösteriliyor. Son birkaç yılda INC büyük değişimlere sahne oldu ancak yine de Modi gibi bir devi yenilgiye uğratmak için bir yardıma ve desteğe muhtaçtı”.
Öte yandan Hindistan’daki siyasi partilerin hızlı bir şekilde artış göstermesi de dikkat çekici. Nitekim Hindistan Seçim Komisyonu’nun son açıklamalarına göre 2010 ile 2018 yılları arasında partilerin sayısı ikiye katlanarak iki bini geçti. 2014 seçimleri sırasında ülke çapında siyasi partilerin ve yarışanların sayısı, toplamda 6 binin üzerine çıktı. Bu yıl onlarca siyasi parti büyük bir koalisyon çatısı altında bu yaz Modi ve müttefiklerini yenmek için güçlerini birleştirdi. Seçimlerin öncesindeki en önemli etkinlik esnasında 23 parti ve 14 eyalet lideri, Kalküta şehrindeki son mitingde aynı platformu paylaştı.
Söz konusu bu cephe, belki de ülkede iki yıl olağanüstü hâl ilan etmesinden sonra dönemin başbakanı İndira Gandi’ye üstün gelmek için onlarca partinin işbirliği yaptığı 1977 yılından bu yana en büyük muhalefet koalisyonudur.
Modi’nin kazanma şansı
Mevcut Başbakan Modi, 2014 seçimlerindeki kampanyası öncesinde büyük bir destek toplamış; partisi BJP, genel seçimlerde rekor sayıya ulaşarak 1984 yılındaki genel seçimlerden bu yana ilk kez en büyük çoğunluk hükümetini oluşturmasına yeten 282 koltuk elde etmişti. Bu, bir partinin başka partilerin desteğine ihtiyaç duymaksızın yönetime gelmek için yeterli koltuğu kazandığı ilk örnek olmuştu.
Bu sefer hem BJP hem de INC kendisini destekleyen bir koalisyona sahip. Şöyle ki BJP Ulusal Demokratik Birlik tarafından desteklenirken INC, Birleşik İlerici İttifak tarafından destekleniyor. Seçimlerde nüfus çokluğuna dayalı olarak belirleyici olan ve toplamda 249 koltuk eden beş eyalet ve koltuk dağılımı şu şekilde: Uttar Pradeş: 80; Maharaştra: 48; Batı Bengal: 42; Bihar: 40 ve Tamil Nadu: 39. Bu beş eyaletin ardındaki eyaletlerin sıralaması ise şöyle: Madhya Pradeş (29), Karnataka (28), Gucerat (26), Andhra Pradeş (25) ve Racastan (25); bu eyaletler de toplamda 382 koltuğa tekabül ediyor.
Orta, küçük ve nispeten daha az önemli diğer eyaletlerdeki koltuk dağılımına bakıldığında ise on eyaletin bir kısmında iyi sonuçlar elde edemezse hiçbir koalisyon çoğunluğu kazanamaz.
Modi’nin partisi 2014 yılında büyük eyaletlerde (Hint Kemeri eyaletleri olarak da tarif edilir) 213 koltuk elde etmişti. EBB-C Footer anketine göre Modi’yi destekleyen sağcı Ulusal Demokratik Birliğin 272 koltuğu oluşturan çoğunluğu elde edemeyerek 233 koltuk kazanması muhtemel. İlerici İttifak’ın ise 167 koltuk kazanması öngörülüyor. Aynı şekilde Bharatiya Janata’nın 203 koltuk ve Kongre Partisi’nin 109 koltuk elde etmesi beklenirken üçüncü cephe partilerinin 130 koltuk kazanması bekleniyor.
Bu demek oluyor ki Modi’yi sarsma ihtimali ile birlikte Ulusal Demokratik Birlik, açık ara farkla en büyük blok olarak kalacak.
Diğer yandan Hindistan ve Pakistan arasındaki çatışmalar, Hindu sağcı Başbakan’ın arkasındaki halk desteğini artırmış gibi görünüyor.
Geçtiğimiz 14 Şubat’ta Keşmir’de yaşanan kanlı Pulwama olayları ardından Pakistan’daki silahlılara yönelik Hint hava saldırıları seçim hareketliliğinin perde arkasında kalıyor ve sonuçları etkileyeceğinden şüphe edilmiyor. Bu noktada Sharma, “Zorlu bir savaş olacak. Ancak ben her hâlükârda seçim şöleni başladığında nerede duracağımı biliyorum. Ben demokrasinin dünyada gerilediği bir zamanda Hindistan’da gelişeceğine inanıyorum” ifadelerini kullanıyor.
BJP, hava saldırılarından sonra yaklaşan meclis seçimleri ile birlikte ‘milliyetçilik’ silahının muhalefete, özellikle Kongre Partisi’ne karşı en etkili silah olduğuna ikna olmuş gibi görünüyor. Bu noktada gazeteci-yazar Satish Mishra’nın sözüne yer verelim: “Hindistan ve Pakistan arasındaki son gündem, Başbakan Modi ve Bharatiya Janata Partisi’nin genel seçimlerdeki söyleminin odak noktasını değiştirecek. Sadece birkaç hafta öncesinde yaklaşık 200 koltuk elde etmeyi düşünen Parti, şu an 300 koltuk kazanma ihtimalini dillendirmeye başladı bile”.
Bu, muhalefet partilerinin Hindu dinsel milliyetçilik eğilimine sahip Bharatiya Janata’nın (Hindistan Halk Partisi) programı karşısında temkinli olmaları gerektiği anlamına geliyor. Zira özellikle hava saldırılarının ardından ulusalcı ve milliyetçi olmayan şeklinde sınıflandırılmaları tehlikesine maruz kalacaklar. Öte yandan Modi, hava saldırılarından bu yana başkentte savaş anıtı açılışı gibi resmi etkinliklerde bile Kongre Partisi’ne karşı şiddetli bir saldırı başlattı. Dolayısıyla Seçimlerden önceki son haftalarda seçmenleri aşırı Hindu Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) kuruluşu ve BJP’ye çekecek en önemli şey birlik beraberlik iken bölünmüş bir muhalefetin, ulusalcı ve milliyetçi bir bloğun karşısında durması mümkün olamaz. Hiç şüphesiz iktidar partisi ve onun büyük propaganda mekanizması, muhalif partileri ile destekçilerinin (orta sol) milliyetçiliğe karşı ve yurtseverlikten uzak oldukları yönünde bir algı yaratırken Modi ve partisi içinse gerçek milliyetçi imajı çizecek.
Hint seçmenin oyu nasıl olacak?
Siyaset Bilimi Seçim Politikaları Uzmanı olan ve aynı zamanda Delhi’deki Büyüyen Toplumlar Araştırma Merkezi’nde müdür olarak çalışan Prof. Sanjay Kumar, “Seçmenler belirli bir partiye oy verme ya da muhalefet etme konusunda hiç olmadığı kadar ilgililer. 2004 yılında gerçekleştirilen genel seçimlere kadar seçmenlerin çoğu, kime oy vereceklerine seçimden üç dört gün öncesinde ancak karar verebiliyorlardı. Ancak bugün durum değişti. 2009 ila 2014 genel seçimlerinden topladığımız veriler, seçmenlerin büyük kısmının oylarını seçimden uzun bir süre önce kesinleştirdiklerini ortaya koyuyor” değerlendirmesinde bulunuyor. Bağlı bulunduğu merkezin seçimlere ilişkin bir araştırma kolu bulunan Kumar, değerlendirmesini şu sözlerle sürdürüyor: “Hindistan’da insanlar, seçim oylarını çok önemsiyor. Seçim sonuçları açıklandıktan sonra bir kasabaya gitseniz insanların yüzde 80 ila 90’ı kazanan partiye oy verdiklerini söyleyecekler. Kazanan tarafa mensup görünmek, sosyal bakımdan istenen bir durumdur”.
İşsizlik, refah ve milliyetçilik
Ekonomi ve kalkınma, temel meseleler olarak kabul edilir. Nitekim BJP, 2014 öncesinde INC öncülüğündeki Birleşik İlerici İttifak yönetiminde yaşanan ekonomik büyümede yavaşlık, enflasyonun artması ve birkaç yolsuzluk skandalının patlak vermesi gibi birtakım karşılaştırmalar sunuyor. Buna karşılık Kongre Partisi de başarılarını pazarlamak için 2004-2014 yılları arasında iktidarda geçen on yıllık İlerici İttifak kayıtları ile BJP’nin son beş yıldaki kayıtlarının karşılaştırmasını yapıyor.
Muhalefetin işsizlik krizi ve işsizlerin sayısının artması üzerinden hükümete karşı bir saldırı başlatmak istediği çok açık. İşsizlik, ekonomi düzlemindeki en ciddi meselelerden biri iken Başbakan Modi’nin partisi kalkınma ve refah hakkında konuşmayı tercih ediyor. Zira Parti, refah sistemlerinin seçmenler nazarında ama özellikle de kadınlar arasında ve kırsal kesimlerde büyük bir popülerliğinin olduğuna inanıyor. Hindistan’ın politik ekonomisi konusunda Dr. Vaishnav (Carnegie Kuruluşu), Rediff.com adlı internet sitesine yaptığı açıklamada şu ifadeleri dile getirdi: “Modi’nin seçmenlerin önüne sürdüğü şey, BJP’nin ülkedeki modern refah devletinin temellerini attığı ve bu çalışmayı bitirebilmek için bir beş yıla daha ihtiyacı olduğudur. Küresel bankacılıktan küresel sağlık hizmetleri ve doğrudan yardım transferlerine kadar”.
Üçüncü temel mesele ise son beş senede sık sık kendini gösteren ulusalcı-milliyetçi eğilim. Modi hükümeti, ekonomik yönelimini, sosyal ve dış politikasını bu çerçevede şekillendirmeye çalıştı. Önem arz eden diğer meselelerin başında ise şunlar geliyor: Çiftçilerin sıkıntıları, iş piyasasının zayıflaması, yakıt fiyatlarının yükselmesi, para biriminin pazardan çekilmesi, azınlıklar arasında artan ayrımcılık.
Kadın, gençlik ve Müslümanlar
Son genel seçimlerde eyaletler düzeyinde ya da ülke genelindeki oylamaya ilişkin veriler, kadın katılımının arttığını ortaya koyuyor.
Analistler, bu sefer kadın seçmenlerin belirleyici bir rol oynamaları açısından güçlü bir fırsatın var olduğunu düşünüyor. Centrum Brooking adlı bir finans şirketinin yapmış olduğu bir araştırma kadınların, geçtiğimiz on yılda seçmen olarak büyük bir sıçrama gerçekleştirdiğini ve 2019’da kadınların katılım oranının eşitlenebileceğini ya da erkeklerin katılım oranının üstüne çıkabileceğini söylüyor. Bu durum siyasi açıdan onların oylarını ve kadına ilişkin meseleleri daha da önemli kılıyor. Centrum Brooking şirketinin yapmış olduğu araştırmada şu ifadelere yer veriliyor: “Bu durum, Uttar Pradeş, Bihar, Madhya Pradeş ve Racastan gibi eyaletlerde kadınların katılım oranlarına bakıldığında oldukça net bir şekilde görülüyor. Bunlar, önceki seçimlerde şiddet vakalarına tanık olunan eyaletler”.
2018 yılında 27.9’a ulaşan yaş ortalamasına bakıldığında Hindistan’ın genç bir ülke olduğu söylenebilir. 2020 yılında ülkenin toplam nüfusunun yüzde 34’ünü gençler oluşturacak. Seçim Komisyonu’nun 2018 yılı verilerine göre 2014 yılından beri seçmen listesine eklenen 18 yaşındaki kişi sayısı 45 milyon. Bu, 2014 yılından bu yana seçmen listelerinde yüzde 5’lik bir artışa denk geliyor.
Hint Müslüman seçmen kilit rol oynayacak
Bununla birlikte Hint Müslümanların 2019 yılında genel seçimlerde belirleyici bir rol oynayacağı açıkça görülüyor. Hatırlanacağı üzere Mayıs 2014 seçimlerinin ardından IndiaSpend kuruluşu, gençlerin en yoğun olduğu eyaletlerdeki oylama modellerine dair bir araştırma yürüttü ve beş eyalette gençlerin BJP’yi iktidara taşıdığını açıkladı.
Son iki meclis seçimlerine ilişkin veriler ise Müslüman seçmenlerin katılımında bir düşüşe ve Hindistan Parlamentosundaki temsil oranının gerilediğine işaret ediyor.
Müslümanlar nüfusun yüzde 14’ünü oluşturuyor. İki seçim dönemindeki Müslüman seçmenlerin oranı ise en az yüzde 10’du. 2014 yılında kazananlar arasında sadece 22 Müslüman bulunuyordu ki bu, en düşük temsil oranına tekabül ediyor.
Müslüman bir milletvekili seçimler sırasındaki siyasi iklimin Müslüman adayların gayrimüslimlerin oyunu elde etmesini epey zorlaştırdığını ifade ederken bazı sosyologlar, bu düşünceye katılmıyor.
Büyüyen Toplumlar Araştırma Merkezi’nde yardımcı olan Prof. Hilal Ahmed’in konuya ilişkin düşünceleri şu şekilde:
“Veriler, seçim bölgelerinin karmaşıklığını yansıtamaz. Etkin olan başka faktörler de var. Hâkim bakış açısının aksine toplum içerisinde büyük oranda sosyal çoğulculuk söz konusu. Bu çeşitlilik, Müslümanların politik etkileşiminin doğasını belirliyor. Ben inanıyorum ki kendilerini temsil etmek üzere Müslüman adayları tercih etmeyen çok sayıda Müslüman vardır”.
Keşmir’in yarışa muhtemel etkisi
Keşmir’de 40 Hintli paramiliterin öldürülmesi olayını Hindistan ve Pakistan arasındaki askeri bir gerilim takip etti ve Keşmir, Narendra Modi liderliğindeki Bhatiya Janata Partisi’nin iktidar dizginlerine tutunmaya çalıştığı Hindistan’daki genel seçimler çerçevesinde bir seçim meselesi haline gelerek fazladan önem kazandı.
Anketlerle ilgilenen uzmanlara göre Modi ve partisi, Keşmir’de meydana gelen intihar saldırısına karşı oluşan güçlü Hindu milliyetçiliği tepkisinden faydalanacak. Seçmenler de Modi’ye şu an güçlü ve kararlı bir lider gözüyle bakıyor. Söz konusu uzmanlardan biri olan M. K. Vino konuya ilişkin, “Gerçek şu ki Pulwama saldırısı, BJP için epey cazip bir fırsat.  Partinin bu konunun siyasi amaçlarla kullanmaya çalışmadan elden gitmesine izin vermesi imkânsız. Modi’nin dikkatleri işsizlik ve kırsal kesimlerde ateşlenen krizlerden ülkenin ulusal güvenliğini korumak gibi elverişli bir noktaya çekmesi çok mantıklı olacaktır. BJP, Keşmir olayları üzerinden ulusal güvenlik ve popüler öfkeyi sentezlemeye çalışacak. Bu karışımın etkili olması mümkün. Muhalefet partilerinin yapması gereken, seçimlere iki ay kalmışken seçim kampanyalarında bu konuyu işlemeye hazırlık yapmaktır”.
Hindistan’daki muhalefet partileri, önümüzdeki genel seçimlerde iktidarı ikinci kez elde etmeyi garanti altına almak için mevcut milliyetçi duyarlılık dalgasından faydalanarak silahlı güçleri siyasete alet ettiği gerekçesiyle Başbakan Modi’ye karşı birleşik bir saldırı başlatmıştı.
Bilindiği gibi Keşmir’deki gerginliğin kökeni, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun Hint alt kıtası ile olan bağlantısını kopardığı döneme dayanıyor. 1947 yılında bağımsızlık ilan edildiğinde (Müslüman çoğunluğa sahip) Keşmir’in Hindu mihracesi Pakistanlı kabileler tarafından bir saldırıya uğradı. Bunun üzerine kayda değer bir halk desteğine sahip bulunmayan Mihrace, yardım talebiyle Hint Birliği’ne sığındı ve bir sözleşme imzaladı. Keşmir bu sözleşme gereğince Hint Birliği’nin bir parçası oldu. Hindistan askerlerini bölgeye göndererek Hindistan ve Pakistan arasındaki ilk savaşın fitilini ateşledi.
Hint güçleri, 1948 yılında Keşmir’in üçte birini kontrolü altına aldıktan sonra Pakistan’ın ilerleyişini durdurdu ve hâlihazırda bölge, Hindistan ve Pakistan arasında bölünmüş durumda. “Kontrol Hattı” bölgenin iki kısmı arasındaki sınır çizgisini temsil ediyor. Bu hat, iki ülke arasındaki 1947-48 savaşının ardından çizildi. Sonraki yıllarda meydana gelen savaşlar boyunca bu hatta hafif değişiklikler yapıldı. Ancak o zamandan bu yana Keşmir’de askeri, yarı askeri ve resmi hedefler çoğunlukta olmak üzere düzenli olarak şiddet eylemleri ve terör saldırıları gerçekleşiyor. Birbiri ardı sıra gelen Hindistan hükümetleri, Pakistanlı askeri ve istihbarat kurumlarını saldırıda parmağı bulunanları desteklemek ve istihdam etmekle suçlarken Pakistan bu iddiayı yalanlıyor.



Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının altıncı bölümünde Irak'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgalinden önce İran rejiminin lideri “Rehber” Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin arasındaki mektuplardan bahsediyor.
Bazıları kamuoyunda ilk kez yayınlanacak olan bu gizli mektuplara nasıl ulaştığından bahsetmeyen Haddam, bunlara dair bir değerlendirme sunuyor. Suriye - İran ilişkilerinin anlattığı kitabının taslağında, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme hazırlıkları kapsamında bir adım daha atıp, İran’la gerilimi düşürmeye karar verdiğini ifade ediyor. Böylece bir yandan güçlerini İran-Irak sınırından çekebileceğine öbür yandan Kuveyt’e savaş açması durumunda İran’a ona saldırma fırsatı vermemiş olacağına dikkat çekiyor.
21 Nisan-4 Ağustos 1990 tarihleri arasında İran ve Saddam arasında çok sayıda mektuplaşma yaşandı.
Haddam, “Taraflar arasındaki bu yazışmaları, Kuveyt işgalinin geçici bir olay olmadığının anlaşılması için okuyucuya sunuyorum. Ayrıca hedefin borçlar ve petrol fiyatları konusundaki anlaşmazlıklar olduğu açıklanmıştı, oysa bunun çok daha ötesinde çıkarlar söz konusu” diyor. Şarku’l Avsat bugün Kuveyt’in işgalinden önce tarafların birbirlerine gönderdikleri mektupları yayınlıyor:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani

Allah’ın selamı üzerinize olsun;
Sizlere daha önce İran -Irak Savaşı (1980-1990) sırasında dolaylı bir şekilde mevcut tek yol olan Irak medyası aracılığıyla hitap etmiştim ve karşılık olarak sizlerin de medyadan yaptığı açıklamaları dinlemiştim. Bu konudaki son girişimimiz hiç şüphe yok ki tam ve kapsamlı bir barış sağlanması yönünde olmuştu. Nitekim 5 Ocak 1990 tarihinde de barış ilan etmiştik. Ancak iki ülke arasında arzu ettiğimiz barış için gerekli yolu henüz açabilmiş değiliz. Savaş trajedileri ve yeniden patlak vermesi olasılıklarını bir kenara bırakalım. Şüphe dolu açıklamalar, zan ve endişelerin hayırlı ve umutlu olan düşüncelere baskın gelmesi anlaşılabilir bir durum. Şimdi her iki tarafın da kendi bakış açılarıyla söylediklerini tekrar etmeye gerek yok. Zira bu tekrar, diyaloğu kapsamı ve yapıcı amaçlarından uzaklaştırıp tartışmalara neden olabilir. Yalnızca Irak ve İran arasında değil tüm Arap ülkeleri ve İran arasında umduğumuz acil ve kapsamlı barışın önüne geçecek anlaşmazlık noktaları ortaya çıkabilir.
Bu kez sizlerle doğrudan iletişime geçiyorum. Müslümanların Rahman’ın rızasını kazanmak için oruç tutuğu bu mübarek ayda aramızda doğrudan bir görüşme gerçekleştirme teklifinde bulunuyorum. Bizim tarafımızdan bu mektubun sahibi Allah’ın kulu Saddam, Yardımcısı İzzet İbrahim ed-Durri ve yardımcılarımızdan bir heyetin sizin tarafınızdan siz Ali Hamaney, Haşimi Rafsancani ve yardımcılarınızdan bir ekibin katıldığı bir zirve önerisinde bulunuyorum. Ayrıca bu görüşmenin Mekke-i Mükkereme’de Beytullah’ta veya uzlaşma sağladığımız başka bir mekânda gerçekleştirmeyi ve Allah’ın yardımıyla halklarımız ve tüm İslam aleminin beklediği barışa ulaşmayı talep ediyorum. Böylece herhangi bir sebepten ötürü yeniden akabilecek kanları korumaya almış oluruz. Irak ve İran arasında fitne çıkmasına neden olan güçlerin savaşı yeniden körükleyip iki ülke arasında barış sağlamasını uzak bir ihtimale dönüştürmesi mevcut olasılıklar dahilinde.
Bazı süper ve büyük güçler ile Siyonistler tarafından Irak ve Arap ulusuna yapılan tehditleri muhakkak takip ediyorsunuzdur. Şüphe yok ki bu tehditlerin asıl amacının bölgede fesat çıkarmak ve sapkın yolunu tıkayan, bunun yanlışlığını gösteren, bölgedeki şeytani arzu ve hırslarını gerçekleştirilmesini engelleyen ve her Müslüman hatta Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman eden herkes için çok değerli olan Filistin’deki Arap toprakları ve mukaddes Kudüs’teki işgalini sonlandırmak isteyenlere baskı uygulamak için Siyonist oluşumun varlığını sürdürmek olduğunun farkındasınızdır.
Allah’ın yardımıyla oklarının hedefi tutturamamasını ve hayal kırıklığına uğramalarını niyaz ettiğimiz kötü güçler, bir yandan İran ile diğer yandan Irak ve Arap ulusu ile kanlı ve silahlı çatışmaları yeniden tesis etmek için çalışacaktır. Bunu gerçekleştirmek için gerekli imkanlara sahipler. Bu gerçekleştiği takdirde tüm Müslümanlar, imkân ve yeteneklerini Filistin’deki kutsallarını kurtarmaya yönlendirme fırsatını kaybetmekle kalmayıp aynı zamanda sahip olduklarının çoğunu da kaybedeceklerdir.
Irak'ın doğru olduğunu düşündüğü şeyi başarmanın ve İran'ın doğru olarak gördüğü şeye ulaşmanın aramızda gerçekleştirilecek ve barış çabalarına gölge düşürmek isteyenlerin planlarını suya düşürecek doğrudan görüşmeyle mümkün olacağına inanıyoruz. Niyetimiz Allah’ı da halklarımızı da razı edecek içtenlikli bir barış sağlanması yönünde. Derin ve sağlam bir inançla iki ülkenin vazgeçilmez haklarını sağlama niyetindeyiz.
Hayırlı işlerde acele ediniz ilkesine dayanarak sizlere mübarek Ramazan Bayramı’nın ikinci günü veya uzlaştığımız başka bir günde bu görüşmeyi gerçekleştirmeyi teklif ediyorum.
Mekke ziyaretiniz ve ev sahibi ülkenin ilgili tören gereksinimleri ile ilgili olarak, Suudi Arabistan’da kardeşlerimizle karşılıklı saygı ve kardeşlik temelinde Kral Fahd bin Abdulaziz’den gerekli düzenleme ve hazırlıkları yapmasını rica edeceğiz. Şu ana kadar bu mektubun içeriği ile ilgili herhangi bir bilgilendirmede bulunulmadığını belirtmek isteriz.
Toplantının gerekliliklerini hazırlamak ve durumu kolaylaştırmak için Tahran ve Bağdat’ta karşılıklı olarak temsilcilerimiz olması ve gerekli iletişimin sağlanması için iki başkent arasında doğrudan telefon hatları açmanın gerektiğini düşünüyoruz.
Allah’ım teklif ettiğime şahit ol.”
Vesselamu Aleyküm
Saddam Hüseyin
21 Nisan 1990 / 25 Ramazan 1410 - Bağdat

Birkaç gün sonra Saddam Hüseyin, Rafsancani’den mektubuna bir yanıt aldı:
“Sayın Saddam Hüseyin,
Mektubunuz elime ulaştı. Aslında keşke bu mektubun konuları sekiz yıl önce dikkate alınmış olsaydı. Asker göndermek yerine bu mektup gönderilmiş olunsaydı. İran, Irak ve belki de tüm İslam alemi bugün tüm bu kayıp ve kurbanlarla karşı karşıya kalmazdı. Herkes biliyor ki İslam Devrimi, her zaman İslam ülkelerinin yakınlaşması, İslam ve Müslümanların ihtişamı ve büyüklüğünü, gaspçı İsrail rejimine karşı mücadele ve Filistin’in kurtuluşu konularını başından beri ve daima en öncelikli konuları arasına yerleştirmiştir. Keşke Arap dünyasındaki tüm ülkeler, bazılarının yaptığı gibi bu Siyonizm, küstahlığı ve onunla iş birliği yapılmasına karşı olan devrimin tutumunu bilseydi. Şimdi Ortadoğu’daki denge İslam’ın lehine olacak, İsrail ve küstahlığı varlığını bu kadar genişletme fırsatı bulamayacaktı. Elbette ki Arap ulusu ile bir sorunumuz yok. Son 10 yıl içerisinde tarihi bir fırsatın kaçırılmış olması üzücü bir durum. Devrimin başından itibaren bize istemediğimiz yıkıcı bir savaş dayatıldı. Bu savaş, ülkenin batı sınırlarındaki topraklarımızın büyük bir kısmını etkisi altına aldı. İran ve Irak’ın mücadele için kullanılması gereken insani, ekonomik ve asker, enerji ve imkanlar heder oldu. İslam düşmanları ve büyük güçler, onları koruma bahanesinden yararlandılar ve müdahalelerini arttırdılar. Bunun yanı sıra İsrail, bu fırsatı değerlendirip düşmanca genişleme planlarından bazılarını uygulamaya koydu. Bunun sonuçlarından biri, (Mısır ve İsrail arasındaki) Camp David anlaşması ve bazı ülkelerin İsrail ile pazarlık yapmasının normal bir durum haline gelmesi oldu.
Defalarca söyledik savaş patlak vermeseydi, İran ve Irak halkının elindeki imkanlar birlik uğruna ve Müslümanların çıkarlarını korumak için kullanılsaydı Batı küstahlığı ve Siyonizm buna cesaret edemeyecekti.
Her halükârda olan her şeyden bir ders çıkarılmalı, barış ve savaşsızlık halinin devam etmesine ve yeniden savaşın patlak vermesine dikkat edilmelidir. Aksi takdirde İran ve Irak devletleriyle halkları için daha çok acı ve yıkım, İslam ümmeti için daha büyük bir zayıflık söz konusu olacak. Küresel inançsızlığa ayrıcalık kazanma fırsat ve mutluluğu sunulacak. Elbetteki dayatılan savaş tecrübesi, bir askeri saldırının İslami kitlelerin iradesine bağlı bir devrimin temelleri ve direklerini sarsmayacağının anlaşılmasını sağladı.
Burada devrimin lideri ve kurucusu İmam Humeyni’nin kabul kararından sonra bunu ilan ettiğini vurgulamak gerek. Nitekim Humeyni, “Halkımızla dürüstçe konuşuyoruz. 598 sayılı karar çerçevesinde sağlam bir barış düşünüyoruz. Bu hiçbir şekilde bir taktik değil” demişti. Gerçek ve kapsamlı bir barışa ulaşma çabamızda herhangi bir şüphenin galip gelmesine izin vermeyeceğiz. Sayın Hamaney, merhum imamımızın kapsamlı bir barışa ulaşmak için çizdiği yolu sıkı bir şekilde sürdürüyor. Bu temelde özellikle de gaspçı İsrail’in koruyucularının daha fazla ayrıcalık elde etmek, Müslümanları zayıflatmak ve Siyonistleri güçlendirmek için İslam dünyasının parçalanmasından yararlanmaya çalıştığı mevcut durumda iki ülkeyi kapsamlı bir barışa ulaştıracak her türlü girişim ve öneriyi memnuniyetle karşılıyoruz. Ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumu arzu etmiyoruz. Fakat kararlı bir şekilde İslam ümmetinin çıkarlarını koruyan gerçek ve kapsamlı barış yollarını tercih ediyoruz.
Müslüman topraklarının bir kısmının işgaline devam edilmesi kapsamlı ve bir barış yolunda hareketimizi yavaşlatacak veya sonuçsuz bırakacaktır. Biliyorsunuz ki savaşı durdurma kararımızın ardından Irak içindeki tüm kuvvetlerimizi gecikmeden sınırlarımıza çektik. Emin olun ki, kendilerini İslam'a ve devrime adayan İran halkı için bu durum karşı tarafın iyi niyetine dair onda ciddi bir şüphe yaratıyor. Barış yolunda yürürken savunma safhasında da halkın güvenine sahip olmaya kararlıyız.
Bir diğer nokta iki ülkenin liderleri arasında temas kurulmadan önce tarafımızdan bir temsilci ve sizin tarafınızdan bir temsilci, nihai karar için gerekli zemin ve hazırlık adımlarının çok geç olmadan elde edilebilmesi için başarılması gereken şeyler hakkında konuşmak üzere her iki tarafla dostane ilişkileri olan ülkelerden birinde bir araya gelmelidir.
Öte yandan prosedürler, ihtilafların çözümü için uygun çerçeve olarak 598 sayılı kararın benimsenmesiyle ilgili herhangi bir kusur olmayacak şekilde olmalıdır.
“Ben sadece gücüm yettiğince düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hud Suresi 11/88)
Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani
1 Mayıs 1990 / 6 Şevval 1410

Filistin lideri Yaser Arafat'ın gönderdiği bir delege, Saddam'ın mektubunu Tahran'a ulaştırdı:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani
Cihat ve devrime selam olsun.
Elçimiz Ebu Halid’in size Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin tarafından gönderilen özel bir mektubu ulaştırması fırsatını değerlendiriyorum. Bu ani ve önemli mektup Irak’tan İran’a hatta Irak yönetiminde İran yönetimindeki kardeşlerine, genelde İslam ümmeti, özelde Arap ulusunun içinden geçtiği tehlikeli koşulların dikte ettiği bir iyi niyet girişimidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in yaptığı bu girişimin önünde Arap ve İslam alemleri hatta üçüncü dünya ülkelerinin halkları ve özellikle de Filistin halkı sizden olumlu ve yapıcı bir girişim bekliyorlar(…)
Tüm sevgim ve kardeşlik duygularımla Müslümanların arzu ettiği ve başarıya ulaşması için can attığı bu mübarek adımı hızlandırma çağrısında bulunuyorum.
Kardeşiniz Yaser Arafat el-Hüseyni
Filistin Devlet Başkanı
22 Mayıs 1990 / 27 Şevval 1410

Saddam’ın 19 Mayıs tarihli mektubunun metni;

Selamlamadan sonra: El yazısıyla gönderilen cevap mektubunuzu aldım. Okudum ardından yönetimdeki kardeşlerimle de birkaç kez okuduk.  Her ne kadar çatışmanın bir nedeni ya da sonucu olan, iki ülke arasında askıdaki sorunlara kesin ve nihai bir çözüm sunmak için zirve düzeyinde sizinle aramızda bir toplantı yapma teklifimizi kabul ettiğinizi anladık ve bundan memnuniyet duyduk ancak buna rağmen mesajın ruhu umduğumuz gibi değildi. Bunun nedeni ise başlangıçta ve fırsat bulunan her yerde gizli ifadeler/imalar içeriyordu. Sonuç kısmında ise kaba idi.
Sayın Rafsancani, doğrudan size yazmayı düşündüğümüzde aramızdaki ilişkiyi özel durum açısından gözden geçirdik. Yazma yönteminin doğrudan bir yöntem olduğunu fark ettik. Doğrudan bir toplantı ve doğrudan bir diyalog elde etmenin en uygun yolu olduğunu keşfettik. Irak ile İran hatta Arap milleti ile İran arasında arzu edilen barışı sağlamak için daha etkili bir yol olmadığı kanısına vardık.
Aramızdaki barışın, tek taraflı bir inançla sağlanmayacağını bildiğinizi varsayıyoruz. Biliyorsunuz ki bir tarafın sunduğu gözetimin diğer taraftan bir girişim söz konusu olmadıkça faydası olmaz.
İlk mektubumuzu yazmadan önce son 10 yıl boyunca her iki taraf da birbirine güçlü belki de en kaba ifadeleri kullandık. Bu üslubun etkisi ve bu etkinin bir türü olan aramızdaki çatışma ve savaş safhaları barışa ulaştırmadı.
Mektubunuzda yer alan ifade ve terimler arasında ‘dayatılan savaş’ ve ‘anlama yavaşlığı’ yer aldı. Mektubunuzu bu tür yazışmalarda alışıldığı üzere ‘Selamun Aleyküm’ ifadesi ile değil de ‘Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun’ ifadesiyle sona erdirdiniz.
İnandığımız ve bizim için büyük anlamları olduğu için başka hiçbir neden olmaksızın barış istediğimiz için mektubumuzda insani değerlerimizi ve niyetimizi ortaya koyan ifade ve kavramlar kullandık. Yalnızca Allah’ı ve insanları razı edecek ifadeler kullandık. Bu, algı ve fikirlerimizde bir değişikliğin başlangıcı anlamına gelmez. Aksine muhatabımıza daha yakın yeni bir kapı açmak istediğimiz ve onurlu, halkımız ve insanlığa hizmet eden bir hedef olarak gördüğümüz barış yaklaşımı lehine onu daha fazla etkileme yeteneğine sahip olduğumuz anlamına gelir. Çünkü bu yöntem, bu amaç için en uygun yol ve yöntemdir. Yeni bir iletişim yöntemi denememiz gerekiyor. Bu ne savaş ne de geçmiş zamana dair bir yöntem olmamalı. Bu nedenle en uygun yöntemin yazışma olduğuna karar verdik.
(…)
Barışa ulaşmak için birlikte çabalarken, hiçbirimizin geleceğin pahasına geçmişle meşgul olmaması tavsiye edilir. Çünkü geçmiş olayları yeniden hatırlayıp durma politikasına bağlı kalmak, bu tutumu sergileyen herkesin halk tarafından suçlanmasına neden olur. Hepimizin yavaş anladığı anlamına gelir. Bu tavrımızla, niyetimiz geçmişten kaçmak değil. Çünkü biliyor ya da tahmin edersiniz ki bizler savaş ve düşmanlığı kimin nasıl başlattığına dair bakış açımızı ayrıntılı belgelerle destekleyerek masaya koyabiliriz. Ayrıca belgelerin halkı ya da daha geniş çapta insanlığı ikna etme konusunda herhangi bir tarafın söyledikleri ya da ön yargılı açıklamalarından daha etkili olacağını da bilirsiniz. Yine biliyorsunuz ki bu konunun üzerine düşüp derinlerine dalmak, 1988 yılının Temmuz ayı öncesine işaret ettiğiniz gibi kronolojik sırada biri ilk olduğu temelindeki araştırmamızın giriş noktası kabul edilirse, savaş dönemi ve sonrasına, ondan önceki veya ona karşılık gelen zamana paralel argümanı kanıtlamak, zaman ve çaba gerektirir. Çatışmanın her iki tarafının da başlangıç için bir zaman belirlediğini ve diğer tarafın dayandığı argüman ve gerçekler dışında argümanlara ayrıca pratik ve yasal gerçeklere dayandığını da bilirsiniz. Buradan, kimin savaşı dayatılmış bir savaş olarak tanımlama hakkına sahip olduğu ve kimin asker göndermek yerine mektup göndermeye eseflenme hakkı olduğu ortaya çıkacaktır. (…)
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 598 sayılı kararına gelince; bize göre iki ülke arasında üzerinde anlaşılan kapsamlı ve kalıcı bir barış planı olarak 1987 yılının Temmuz ayında kabul ettiğimizden bu yana içerdiği ilke ve hükümlere bağlılık gösterdik, hala da gösteriyoruz.
Bu temelde iki ülkenin de eşit derecede yararlanacağı bir barış arayışı içindeyiz. Çatışmanın her iki tarafının da barışı sağlamaya yönelik ciddi bir istek, anlamlı pratik işaretler dışında görüşme için peşin bir bedel ödemesi gerekmiyor. Barış sağlandığında her ülkenin ordusu kendi ülkesinde olacak. Hiçbirinin de iki ülkedeki herhangi bir karış toprak ya da suda bir uzantısı olmayacak. Özel şartlar ne savaş ne de barış durumunu zorunlu kıldı.
Mektubunuzda Irak topraklarından çekildiğinizi belirttiniz. Bununla, bilinen özel koşullar altında Halepçe'den cümlenin sonuna kadar çekilmenizi kastediyorsunuz.
Bu konuya cevabımız, ordularımızın 1980 yılında silahlı çatışmanın başlangıcında bilinen koşullar altında girdikleri topraklarınızdan çekildiğidir. Çekilme, 20 Haziran 1982 tarihinde gerçekleşti. 10 Haziran 1982 tarihinde de görsel ve işitsel medya aracılığıyla çekilme kararı aldığımızı ve en fazla on gün içinde çekileceğimizi duyurmuştuk. Nitekim bunu da uyguladık. Öte yandan kuvvetleriniz özel savaş koşullarında Halepçe'den çekildi. Bu koşullar ordularımızın çekildiği koşullar değildi.
Bu nedenle Halepçe’den özel koşullar altında gerçekleştirdiğiniz çekilmenin açgözlü olmadığınızın, başkalarının topraklarına el koyma arzunuz bulunmadığının ve iyi niyetinizin kanıtı olarak değerlendiriyorsanız, 1982 yılında topraklarınızdan çekilişimiz ve 1988 yılının Temmuz ayında güney ve orta kesimlerde gerçekleştirilen Tawakalna ala Allah (Allah’a dayandık) Operasyonlarının dördüncüsünden sonra topraklarınızdan çekilmemiz başka delillerle birlikte iyi niyetimiz ve Irak’ın İran’ın bir karış toprağına el koyma isteğinin olmadığının kanıtıdır.
Her halükârda bizim açımızdan barış, herhangi bir tarafın bir diğerinin sabit hakkını gasp etmemesi ve ne bir karış toprak ne de bir yudum suyuna el koymaması anlamına gelir. Bu, en zor ve düşmanca durumlarda bile altını çizdiğimiz ve bağlı kaldığımız bir yöntemdir. Bu nedenle barış görüşmelerinde başarıya ulaşmanın bir yolu olarak sizi buna bağlı kalmaya çağırırken, bizim de Allah’ın izniyle buna bağlı kalacağımız açıktır.
“Cenevre'deki büyükelçimiz tarafından oradaki büyükelçinize iki tarafın temsilcileri arasında yapılacak bir ön görüşme ile ilgili sorulan sorulara verdiğiniz yanıttan, zirve toplantısına hazırlanmak için bu yöntemi tercih ettiğinizi anladık. Bunu kabul ediyoruz. Cenevre'deki büyükelçimiz Barzan et-Tikriti, büyükelçiniz Cyrus Nasseri ile her iki tarafın da görüş alışverişinde bulunması için bize yetki verdi. Böylelikle her bir taraf, zirve düzeyinde toplantı yaparken bizim için tabloyu netleştirmek ve görevimizi kolaylaştırmak için bizi ilgilendiren konularda karşı tarafın görüşünü bilebilecek.
Zirvenin yapılacağı yer konusunda hala teklifinizi bekliyoruz, çünkü cevabınızda önerdiğimiz yer; Mekke-i Mükerreme hakkında net bir görüş bulamadık. Bu, delegelerin tartışacağı konulardan biri olabilir.
Zirveye kimlerin katılacağına gelince, zirve düzeyinde gerçekleştirilecek toplantının iki ülkedeki ana karar alma mercilerini içermesi gerektiğine inanıyoruz. Bu görüşmenin iki ülke arasında bir zirve düzeyinde gerçekleştirilmesi fikrini kabul ediyorsanız, biz Allah’a tevekkül edip bunu düzenlemeye hazırız. Çünkü bizlerin zirveye katılması meseleleri iki taraf için de kabul edilebilir nihai bir çözüme kavuşturma konusundaki ciddiyetimiz açısından bir sınav niteliğindedir. Allah’ın yardımıyla bu başarıldığı takdirde ardından kalıcı ve kapsamlı bir barış söz konusu olacaktır. Önemli karar mercilerinin zirvenin dışında tutulması üzerinde anlaşılanların uygulanması ve buna bağlılık gösterilmesinin düzeyini etkileyecektir (…).
Barış, aslında psikolojik olarak iplerini dokuyanların içinde başlar ki gönüllerde istikrarlı bir hal alabilsin. Bu nedenle barış sağlama sürecine en başından katılanlar, kendilerini ahlaki ve psikolojik olarak onu uygulamaktan ve ona bağlı kalmaktan sorumlu olduklarını görecekler. Karar merkezinin tüm ağırlığının varlığı, kararlaştırıldıktan sonra barış sürecini karmaşıklaştıracak veya geciktirecek her türlü tartışmayı ortadan kaldırır. Bu nedenle Devrimci Komuta Konseyi Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Devrimci Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı’nın zirve toplantısına katılması önerimizi yineliyoruz. İran tarafından Hamaney ile Rafsancani'nin zirveye katılmasını umuyoruz.
Saddam Hüseyin
19 Mayıs 1990 / 24 Şevval 1410 - Bağdat

Rafsancani’nin bu mektuba cevabı aşağıdaki gibidir:

Selamlamadan sonra: Mektubunuzu aldım (…). Mektubunuzdan da anlaşıldığı üzere hükümetinizin barış konusunda ciddi olma olasılığı göz önüne alındığında, size ikinci cevabımızı gönderiyoruz. Ancak bundan sonra gerekli haller dışında mektup alışverişiyle zaman kaybetmeyeceğimizi ve iki halk ve bölgenin ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumdan daha fazla acı çekmemesini umuyoruz. Allah’a niyazım; bu son mektup olur ve barış yolunda ciddi pratik adımlara tanıklık ederiz.
Mektubunuzda cevap mektubumuzun bazı ifadeleri ve içeriğiyle ilgili bir şikayetler var. Barış mektuplarında zararlı veya acı verici konuları gündeme getirmeyi biz de tasvip etmiyoruz. Ancak maalesef, bu binanın temeli yazdığınız ilk mektupta atıldı. Size göre çatışma kalıntılarını ortadan kaldırmak ve dostluk yolunu açmak için gönderilen ilk mektubunuzda ilk iddianız ‘Arap ulusuyla’ mücadele ettiğimiz yönünde. Bu konuda büyük çabalar sarf edildiği ancak ne başarı ne de bir sonuç elde edilebildiğiydi.
Siz ve o günlerde ‘İlerici Hareket’ ve ‘Yüzleşme Cephesi’ hakkında konuşan partiniz, savaş boyunca sizi destekleyenler arasında ‘Arap ulusundan’ olmayan bireyler olduğunu söylemiştiniz. Yazım-yayın ve bazen de bazı belgeleri sunma konusunda kimliklerini ifşa etmek için bir dereceye kadar yeterince çaba gösterildi. İlerici hükümetlerin ve sizinle birlikte ‘yüzleşme cephesinde’ bir siperde bulunanların çoğunun bu mücadelede bizimle olduklarını veya en azından önyargılı olmadıklarını unutmanız pek olası değil.
İlk mektubunuzda, emperyalizmin saldırısına karşı Filistin, Filistinliler ve direniş güçlerinin faaliyetlerini benimseme tutumundan bahsettiniz. Ancak bu mektubu yazanların bu alanda öncü olan İran İslam Cumhuriyeti'nin (Filistin) davasına olan sempatisine kayıtsız kalmaları ve küstah saldırının ilk hedefinin İran devrimi olduğunu bilmemeleri olası değildir. Mektup, güven inşa etmek için yazılmış olsaydı, bu gerçeği göz ardı etmemek daha iyi olurdu.
Üstelik resmi yazışmalarda izlenen görgü kuralları birinci ve ikinci mektuplarınızda dikkate alınmamış. Mektubumuzda işaret ettiklerinize benzer, olumsuz ve acı verici argümanlar içeren ifadelerle karşılaştım. En iyisi bunları aşmak. Şikâyet etmenin yolunu açmamış olsaydınız bunları yazamazdık. Çünkü bir kavga ve mektup savaşı değil, barış arayışı içindeyiz.
Görüşmelerdeki temsilcilerin seviyesine gelince, Sayın Hamaney'in toplantılara katılmayacağını açıklığa kavuşturmakta fayda var. Tabii ki Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililer liderin görüşüne aykırı bir şey yapmayacaklar ve Cumhurbaşkanı katılırsa kaçınılmaz olarak tam yetkiye sahip olacak. Mektubunuzda ifade ettiğiniz endişeye gerek yok.
Barış yolunda iyi niyet ve ciddiyeti kanıtlamak için, ikinci mektupta 598 sayılı Kararın kabulünden sonra kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile Kudüs operasyonlarından sonraki durum ve Hürremşehr’in geri alınması ve savaşın sonunda taktiksel geri çekilme arasında bir karşılaştırma yapıldı.
Daha fazla açıklamaya gerek olmayan bu araştırmaya girmemiş olmanız arzu edilirdi. Siz kendiniz biliyorsunuz ki Hürremşehr’in fethinden sonra bile askeri güçleriniz, Naft Shahr, Khosravi, Mehran şehirleri güney cephesiyle farklı koşullara sahip onlarca kuvvet dahil olmak üzere İran topraklarında birçok yerde askeri kuvvetleriniz merkezi cephede kaldı. Bölgelerin çoğu savaşın ilk gününden ve şimdiye kadar kuvvetlerinizin işgali altında olduğundan, askeri liderlerinizin bu gerçekleri sizden gizlemesi pek olası değil.
Tepkilere yol açan provokatif durumlardan kaçınmamız gerektiği mektuplarda defalarca vurgulanmasına rağmen bu iddialarla çelişen bazı iddialara atıfta bulunulmuştur. Hakların tanımının kişisel izlenim ve isteklere değil, bilinen yasa ve yönetmeliklere göre olduğunu biliyorsunuz. İki devlet arasında barışı sağlamanın önemli ilkelerinden biri, sözleşmenin yerine getirilmesi ve uluslararası garantilere saygıdır. 598 sayılı kararın kabul edildiğine dair onayınızı olumlu olarak değerlendirdik. Ancak bu kararın açık ve belirsizlik içermediğini ve uygulanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından önerilen yöntemler temelinde uygulanabileceğini belirtmekte fayda var.
Yararsız tutumların tekrarı, Genel Sekreterin gözetimindeki birkaç tur görüşme sırasında pratik açıdan yararlı olmadıklarını gösterdi. Genel Sekreter’in temel görevlerinden biri olan 598 sayılı Karara göre iki ülke arasında kapsamlı ve istikrarlı bir barış tesis etmek için savaşı başlatan kişiyi belirlemede sorun olduğunu kapsamlı ve nihai bir barışa ulaşmak için aşamalı önlemlere ve pratik adımlara giden yolu kapattığını ortaya koydu. Kanıtı olmayan iddialar da öne sürüyoruz ve bu nitelikteki her şey iyi niyetle çelişiyor. Bunların her iki tarafın barışçıl hedefleriyle tutarsız olduğunu düşünüyoruz. Bağdat'ta yapılan zirve toplantısı kararında 598 sayılı karar ile Irak ve İran'ın haklarına yansıyan uygunsuz ifadelerin, iyi niyet, barış ve dostluğa güven kazanma yolunda sorun yaratması üzücüdür.
Büyükelçi Nasseri, temsilciniz (Barzan et-Tikriti) ile görüşmelerde bizim temsilcimizdir. Görevi, kararı uygulamak ve iki ülke arasındaki barışçıl ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırlamak için temel konular hakkında konuşmaktır. Zaman öldürmeye ve mevcut durumu uzatmaya neden olan resmi ve marjinal meselelerin tartışılmasına katılmaktan kaçınmasını istedik. İki ülkenin Cumhurbaşkanları toplantısının ancak iki tarafın olumlu sonuçlarından emin olması halinde uygun ve geçerli olacağını vurgulamalıyız. Aksi takdirde, mevcut durumdan daha fazla olumsuz etkileri ve kayıpları olabilir.
Zirvenin yapılacağı yere gelince, Suudi Arabistan toprakları şu anda barış görüşmeleri için uygun bir yer değil. Çeşitli yerlerin varlığına dikkat edersek, iki tarafın doğru yeri seçmesi bizim için sorun teşkil etmeyecektir. (…) Genel Sekreterin ön görüşmelerdeki gelişmelerden haberdar olması doğaldır ve gerekli durumlarda barışın geliştirilmesine yönelik görüş ve girişimlerinden faydalanabilir (…).
Mektubumu sona erdirirken, Allahu Teala'dan anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve iki halk için barış yolunu açmak üzere bizi tam başarıya ulaştırmasını diliyorum.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Tahran

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’