Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed (ortada), İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 25 Şubat 2010'da Şam'da buluştular. (Getty)
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed (ortada), İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 25 Şubat 2010'da Şam'da buluştular. (Getty)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed (ortada), İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 25 Şubat 2010'da Şam'da buluştular. (Getty)
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed (ortada), İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 25 Şubat 2010'da Şam'da buluştular. (Getty)

Abdulhalim Haddam, Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan hatıralarının bu bölümünde, 1987 yılının mart ayında kendisi ve Hizbullah’a aracılık etmek için görüşme talep eden İran’ın Şam Büyükelçisi Hasan Ahteri arasında geçen görüşmenin ayrıntılarını ve söz konusu dönemde yaşananların detaylarını aktarıyor.
15 Şubat 1987 tarihinde Lübnanlı İslami liderlerden oluşan bir heyet, Şam’a giderek Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam ile bir araya geldi. Şehirde yaşanan çatışmalar ve kaosun ardından, Suriye güçlerinin Beyrut'a güvenlik sağlamak için müdahalesini talep etti.
Haddam, konuyu Devlet Başkanı Hafız Esed’e sundu. Güvenliği sağlamak için Hizbullah’ın Fethallah Kışlası da dahil olmak üzere başkentin tüm bölgelerine bir askeri birlik göndermeye karar verdi.
Abdulhalim Haddam, İran’ın Şam Büyükelçisi Hasan Ahteri ile aralarında geçen görüşmede şunları söyledi:
“İranlı yetkililer Hizbullah ve Suriye'yi karşılaştırmamalı. Suriye’nin İran’a karşı tutumunu biliyorlar. Arkadaşlarımızın Lübnan krizinin sona ermesinde Suriye'nin başarısının önemini anlayacaklarını umuyoruz. Sizi temin ederim ki Suriye Hizbullah’a saldırma niyetinde değil. Ancak güvenlik planına uyulmasına karşı gelinmesini kabul edemez”.
Haddam, konunun arka planını ve süreçte yaşananları şöyle aktarıyor:
1987 yılının başlarında Beyrut'ta güvenlik çöktü. Bunun üzerine çeteler ve silahlı milisler yağma, soygun ve cinayetler işlemeye başladılar. Bunun yanı sıra ‘Emel’ ve ‘Murabitun’ hareketleri, ayrıca ‘Emel’ ile de ‘İlerici Sosyalist Parti’ arasında çatışmalar yaşanıyordu. ‘Emel’ ve kamplar arasındaki savaşa ek olarak ‘Emel’ ve Hizbullah arasında da bir savaş patlak vermişti.
15 Şubat 1986 tarihinde aralarında çeşitli mezheplerin liderlerinin de olduğu bir İslami liderler heyeti Beyrut’a geldi. Heyet söz konusu görüşmede Beyrut’ta yaşayanların maruz kaldıkları vahim duruma dikkat çektiler. Güvenliğin sağlanması için Suriye'den bir güvenlik gücü aracılığıyla müdahale edilmesini istediler.
Konuyu Devlet Başkanı Hafız Esed'e götürdüm. İslami liderlerin talepleri doğrultusunda Beyrut'a bir askeri birlik gönderme kararı aldı. Görevlerini yerine getirmeleri için ordu komutanlığına talimat verdi. Beyrut için bir ‘güvenlik planı’ hazırlandı. Suriyeli güçler bu planı uygulamaya koyarak milis karargahlarını kapattılar ve buldukları silahlara da el koydular.
Bu operasyon sırasında Hizbullah’ın Beyrut'taki Fethallah Kışlası’na yönelindi. Parti üyelerinden karargahı boşaltıp silahlarını teslim etmeleri istendi. Bir süre tartışmalar yaşandı. Bir anda Suriyeli güçlere karşı şiddetli bir şekilde ateş açıldı. Ölen askerler oldu. Aynı şekilde karşılık verilince ölü sayısı 22’ye yükseldi. Daha sonra Suriyeli kuvvetler kışlayı ele geçirdi.
3 Mart 1987 tarihinde, bazı meseleleri görüşmek istediğini söyleyen İran’ın Şam Büyükelçisi Hasan Ahteri’yi kabul ettim.
Aramızda geçen görüşmenin tutanaklarına göre ilk konu Beyrut’ta, özellikle de Fethallah Kışlası’nda yaşananlar ve Batı Beyrut’ta bugüne kadar meydana gelen olaylardı.
Tutanaklarda da kayda geçtiği üzere kendisi şunları söyledi:
“Aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu bir grubun öldürülmesi İran'daki yetkilileri ciddi şekilde etkiledi. İran’daki izlenim, bu eylemin pervasız ve sorumsuz gerçekleştirildiği yönünde. İran’daki yetkililer, olay karşısında şaşkınlığa uğradı. Daha sonra yaşananlarda sakallı olanlar yargılandı ve kadınlar erkekler tarafından arandı. Arama operasyonları Beyrut’taki İran Maslahatgüzarı’nın arabasına kadar ulaştı. Arabasından indirildi ve üzeri arandı. Bu olaylar beklemediğimiz şekilde gerçekleşti. Çünkü İran’daki yetkililer, güvenlik planını başından bu yana memnuniyetle karşıladılar. Batı Beyrut’ta buna karşı çıkan kimse olmadı. Sayın Faruk Şara (eski Dışişleri Bakanı) ile yaptığım görüşmede bile Hizbullah ile iş birliğinden bahsettim. Gelip sizinle görüştükten sonra taahhütlerini yerine getireceklerine dair söz verdiler. Bu olaylar, taahhütlerine bağlı olmalarına bu konuda herhangi bir ihmalde bulunmamalarına rağmen gerçekleşiyor.”
Ahteri sözlerinin devamında Tahran’ın yaşananlara dair bilgi talep ettiğini sözledi:
“İkinci nokta, Beyrut’un güney banliyösü ve girişiminin plana dahil edilip edilmemesiyle ilgili. Açıklamalar ve bunlara yapılan karşı çıkışlar var. Lübnan’daki Suriye İstihbarat Yetkilisi Gazi Kenan, Suriye güçlerinin güney banliyölerine gireceğini açıkladı. Ardından ise bunu yalanladı. Tahran’daki kardeşler, güvenlik planının boyutlarını, güney banliyölerini kapsayıp kapsamayacağını bilmek istiyor. Bir başka konu daha var: Batı Beyrut’taki Müslümanların evlerindeki silahlara el konulması. Devlet Başkanı Hafız Esed’e güven mektubumu takdim ederken gerçekleştirdiğim görüşmeyi hatırlıyorum. Bu konu hakkında konuştum. Esed bana ‘Bu konu bize bağlı değil. Onların silahlarını almamız istenmedi. Aksine onlara savaşmaları ve mücadele etmeleri için silah vereceğiz’ dedi. Şimdi insanların evlerindeki silahları alıyorsunuz. Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum. Evlerinde silah olacak mı yoksa bu silahlara el mi konulacak? Biz, yani İran’daki yetkililer ve Hizbullah’taki kardeşlerimiz, durumu daha da kötüleştiren bahaneler ya da argümanlar kalmaması için gerekli tüm çabayı sarf ettik. Aksine hiçbir şeyin atmosferi bozmasını istemiyoruz. Tabii siz ne söylemek istediğimi daha iyi biliyorsunuz. Düşmanlarımızın iki ülke arasındaki güçlü ilişkilerden çok rahatsız olduğu açık. Mümkün olan tüm yollarla bu sağlam ilişkileri bozmaya ya da olayları alevlendirerek bir tür soğukluk yaratmaya çalışıyorlar. Gazetelerde sanki aramızda büyütmek istedikleri bir savaş varmış gibi yazılar ve fotoğraflar var. Siz de biz de bunun farkındayız. Suriye yönetimi ve Hafız Esed kardeşin endişeleri ve nezaketinin tamamen farkındayız ve minnettarız.”
Ahteri daha sonra Hizbullah ile ilgili konuştu:
“Hizbullah’a gelirsek; biz aslında partinin İsrail ile mücadelede etkili ve güçlü bir unsur olmasını istiyoruz. Bu nedenle şimdi Suriye ile Hizbullah arasındaki ilişkileri bozmak isteyen acımasız bir propaganda kampanyası yürütüldüğünü görüyoruz. Düşmanlar, propaganda yoluyla, aramızda çelişkiler olduğunu öne sürmek için çalışıyorlar.Biz düşmanların çabalarını engellemek istiyoruz. İran’daki yetkililer, özellikle de Ali Hamaney, Haşimi Rafsancani ve Başbakan Emir Hüseyin Musevi, Batı Beyrut’taki olaydan sonraki tüm açıklamalarda bunu sorumsuz bir olay olarak nitelendirdi. Suriye rejimi Hizbullah’ın bir dayanak olduğunu biliyor. Çünkü Suriye liderliği Hizbullah’ın İsrail ile savaşacak bir silah olduğunun farkında.”
Bunun Suriye ile Hizbullah’ın arasını açmayı hedefleyen bir komplodan başka bir şey olmadığını belirten Ahteri sözlerini şöyle sürdürdü:
“Suriye, Hizbullah’ın güçlü destekçisidir. Elbette ki İran'daki yetkililerin bir tür halk baskısı altında olduğunu biliyorsunuz. Çünkü İran'daki halk kitleleri Suriye rejimine olan sevgisi, eğilimi ve özlemi nedeniyle bunlara inanamaz. Bu durum İranlı yetkililer arasında endişeye neden oldu. İran’daki yetkililer, bu tür duyguları kontrol altına almak için olayın kişisel bir eylem, belli kişilerin işi olduğunu ifade ediyorlar. Olaydan etkilenen bölgeyi kontrol altına altında tutmaya çalışıyorlar. Fethallah’ta yaşananların haberini aldıktan sonraki gece hemen Şara’yı aradım fakat ulaşamadım. Bir süre sonra Dışişleri Bakanı Ali Velayeti beni aradı. Kendisinden Beyrut’u arayıp zarar görmesini istemediğimiz şeylere yönelik olayları önlemek için kontrollü olmalarını ve sorun çıkmaması için çabalamamızı istedim. Anlayış içinde, çözümün Suriye planıyla çelişmediği her türlü sorunda yardım etmeye hazırız. Ben konudan genel hatlarıyla bahsettim.”
Hasan Ahteri sürecin daha ılımlı ilerlemesi gerektiğini söyledi:
“Bu olaylar, insanlarda bir dereceye kadar karşıt duygular uyandırıyor. Bu bize, size ve Hizbullah’a onları kontrol etmek açısından oldukça zorluk yaşatacak. İnsanların inançlarına karşı herhangi bir hürmetsizlik yapılmamasını umuyoruz. Örneğin kişisel aramalarla ilgili olarak nezaketle ve kardeşçe yaklaşılabilir. Bir kişinin evinde arama yapılmak istenirse bu kardeşçe yapılabilir. Bizde, yani İran’da erkekler erkekleri, kadınlar kadınları arar. Asıl olaya, yani gençlerin öldürülmesine gelince; bence bir açıklama yapmak ya da olanların etkisini azaltmak için önceden bir sinyal vermek mümkündü.”
İranlı Büyükelçi’nin ardından sözü ben devraldım:
“Bunlardan tamamen farklı olan başka bilgilere sahibiz. Öncelikle, Büyükelçi’ye bu gerçekleri bize anlattığı için teşekkür ederim. Ancak açıklanması gereken iki nokta var. Bunlardan ilki şu: Suriye, İran ile var olan güçlü ve kardeş ilişkilere önem veriyordu. Her zaman bu ilişkileri güçlendirmek için çalışıyordu. Tahran’dan yapılan ve ilişkilerimize olan ilgimizi tam olarak yansıtmayan bazı sorumsuz açıklamalara rağmen bu önemi verdiğimizin altını çiziyorum.
İran’da bir açıklama dalgası başladı. Bunlardan bir kısmında Suriye ve İran arasındaki mevcut kardeşlik ilişkilerine atıfta bulunulurken bir kısmında ise yetkililer, Suriye ve onunla var olan ilişkilerini unuttu. Tüm dünya Lübnan’da meydana gelen olaydan başka bir şey görmez oldu. Dr. Ali Velayeti, el-Havza el-İlmiye ve Emir Hüseyin Musevi’ninkiler de dahil olmak üzere yapılan açıklamalar nedeniyle üzgünüz. Musevi, açıklamasında, ‘Kim Hizbullah’a elini uzatırsa İsrail ve ABD’ye hizmet ediyordur’ demişti. Bunun yanı sıra öğrenciler ve diğer birimler de açıklamalarda bulundular. Bu gayet üzücü bir durum. Suriye ile İran arasındaki ilişkilerin boyutu ve hepimizin görmesi gereken ortak mücadele, burada ya da orada meydana gelen bir olaydan çok daha büyüktür. İran'daki bazı önemli isimlerin Suriye'yi bir tarafa, Hizbullah'ı başka bir tarafa koyması üzücü. Suriye karşıtı bir seferberlik olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak Suriye’deki İran karşıtı her türlü seferberliği engellediğimiz gibi İran’daki yönetiminin de bunların önüne geçmesini bekliyoruz. Biz, İran aleyhinde tek bir söz söyleyen olursa onu hapse tıkarız. İran’ı eleştirecek olanlarla ciddi bir şekilde ilgileniriz. İki ülke arasındaki ilişkilere verilen önemi, endişeyi bu şekilde anlıyoruz. Lübnan meselelerinde sorumluluk Suriye'ye ait. Çünkü Lübnan'ın Suriye ile özel ilişkileri var. Biz tek bir milletiz. Lübnan’da yaşananlar doğrudan Suriye'nin bölgedeki güvenliğine ve politikasına da yansıyor. Bu politikanın İran Cumhuriyeti'ndeki dostlarımız tarafından desteklenmesi gerekiyor. Çünkü temel çizgilerinde anti-emperyalist ve Siyonist karşıtı politikalarıyla uyumludur.
Ardından kendilerine iki komşu ülkenin hassasiyetlerinin farkında olduğumu söyledim:
“Bununla birlikte Suriye tüm açıklamalara rağmen İran ile ilişkilerine sadık kalacaktır. Öncesinde ne olduğuna dair Suriye tarafından bir inceleme yapılması gereken bu tepkilerden üzüntü duyduk. Eğer bir inceleme gerçekleştirebilirseniz, biz elimizdeki gerçekleri önünüze koyabilirsek ve İran'daki yetkililer de bunu kontrol edebilirse  düşmanlarımıza bu tür olaylardan yararlanma fırsatı vermekten kaçınırdık. Biz bir gün olsun Afganistan'da ne yaptığınızı sormadık. Yaptığımız gözlemler var. Ancak sormayacağız da. Çünkü konunun iki komşu ülke açısından hassasiyetinin farkındayız. Bu tür açıklamaların iki ülke arasındaki kardeşlik ilişkilerini etkilemeyeceğini bir kez daha teyit ediyoruz. İlişkilere gölge düşürmek ve düşmanlara fırsat vermek istemiyoruz.”
Ardından sözü açıklanması gereken ikinci noktaya getirdim:
“Hizbullah’ı kurulduğunda dost bir parti olarak gördük. Yardım ve destek sağladık. Bazı üyelerinin Lübnan’daki Suriye dostları ve Suriyeli askerlere yönelik tüm kötü operasyonlarını görmezden gelip karşılık vermedik. Tam tersine, bu örgütle dostane ilişkiler kurduk ve İsrail’le mücadeledeki rolü temelinde davrandık. Bizim için olumsuz bir niteliğe sahip değil. Aksine ona önem veriyor ve iş birliği yapıyorduk. Ancak bu örgütü mevcut ihlaller konusunda üç şekilde birçok kez uyardığımızı hatırlıyorsunuzdur. Yaser Arafat, Irak grubu ve Lübnan’daki ikinci ofis aracılığıyla uyarılarda bulunmuştuk. Hizbullah'a sızan bu grubun Lübnan'daki rolüne zarar verecek ve Suriye ile ilişkilerinde zarara neden olacak eylemler gerçekleştireceğinden korktuğumuz için söz konusu ihlallerin tehlikeleri konusunda uyarılarda bulunuyorduk. Ne yazık ki Hizbullah yönetimi bu uyarılara gereken önemi vermedi. Buna rağmen parti ile olumsuz eylemler yapan grup arasında yapı ve yönelim farkı olduğunun farkındayız. Biz halen ona önem veriyoruz. Yok olmasını istemiyoruz. Çünkü İsrail'le savaşma sloganı atan Lübnanlıların ortadan kaybolması taraftarı değiliz.”
Haddam, söz konusu görüşmenin ayrıntılarına yer verdiği bölümde Batı Beyrut’ta yaşananlara dikkat çekiyor:
İki noktayı netleştirdikten sonra gerçeklere dönecek olursam; Batı Beyrut yanıyordu. Bu yangın son günlerde başlamamıştı. Bilakis biz Beyrut’a girmeden önce de mevcuttu. Hatta birkaç sene önce başlamıştı. Batı Beyrut neredeyse Müslümanlar arasındaki mezhep çatışması için bir arenaya dönüşmek üzereydi. Müslümanlar parçalanıp savaşmaya başladığında hepimiz kaybederiz. Batı Beyrut’ta tüm kutsal değerler ihlal edildi. Haysiyet, can, mal... Hepsi gasp edildi. Üniversiteler, eğitim veremez hale geldi. Doktorlar ve büyük alimler Beyrut’tan kaçtı. Büyük çoğunluğu Müslüman olan bu şehir, kurtlar ve yabani hayvanların otladığı ve yılanların hareket ettiği bir ormana dönüştü. Ardından son çatışmalar patlak verdi. Bu, şehirdeki statükonun doğal bir sonucuydu. İnsanlar yardım talep eder hale geldiler. Askeri müdahalede bulunmamaya karar verdik. Çünkü şehre girmek bizim için büyük bir yüktü.
Ancak Müslüman ve ulusal figürler yardım istemek için geldiklerinde, Beyrut’taki suç furyasını ve çatışmaları durdurmak için fedakârlık yapmak zorunda kaldık. Bir güvenlik planı geliştirildi ve duyuruldu. Uygulamaya geçilmeden önce kurumların liderleri davet edildi. Şahsen ben Hizbullah temsilcileriyle görüştüm. Batı Beyrut’taki durumu ele aldık. Bu adımlar üzerinde anlaştık. Güvenlik planını desteklediklerini, olumlu baktıklarını ve Hizbullah’ın bu konudaki kararının Suriye ile mutabık olduğunu bildirdiler. Nitekim toplantının sonucunu yönetime bildirdiğimde memnuniyet duydular. Basta mahallesine girişin planlandığı gün Hizbullah yönetimi teslim olmayı kabul etmedi. “Güvenlik işlerimizin merkezini koruyacağız” dediler. Kendilerine “Siz kalırsanız diğerleri de kalacak. Bu yüzden şehirde devam eden durumdan siz sorumlusunuz” cevabı verildi. Yanıtları “Kışlayı bir bilim merkezine dönüştürüyoruz” oldu. Bunun üzerine “Beyrut'taki tüm partiler artık kapılarını kapattı. Durum ayarlandığında taraflarla ofis açılması konusu ele alınacak” denildi. Hizbullah’ın tepkisi ise “Biz onu Hüseyniye’ye dönüştürmek istiyoruz” oldu. Biz de “Diğerleri de ofislerini sosyal merkezlere dönüştürecekler” cevabını verdik.  
Daha sonra Şara, Velayeti ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Yapıyı boşaltmaları için ültimatom verildi. Cevapları “Teslim edip, planı uygulamaya koyacağız” oldu. Daha sonra da kışlayı ateşe verdiler ve “Buyurun” dediler. Suriye askerleri içeri girdkten hemen sonra ışıklar söndürüldü. Çevredeki binalardan askerlere ateş açıldı. Elbette hiç kimse askerlere ateş açılmasını, karşılık verilip çatışma yaşanmasını beklemiyordu. Çünkü görevleri Beyrut’ta güvenliği sağlamak ve ihlalleri bastırmaktı. Çatışmada iki taraf arasında can kayıpları yaşandı. Her iki taraftan ölen de öldüren de ister Suriye ister Hizbullah askerleri olsun bizdendi. Kurbanlar verilmesinden biz de üzüntü duyuyoruz. Ancak Suriye askerleri, Hizbullah militanlarına teslim olsa ve kendilerine karşı saldırılara cevap vermeseydi, Beyrut’ta durumun ne hale geleceğini düşünmeliyiz. Dünyanın tüm ordularında olduğu gibi silahını bırakan bir askerin esir olacağını belirten bir kuralımız var. Askerlerimiz görevlerinin Lübnanlılara yardım etmek, güvenliği sağlamak ve savaşı durdurmak olduğunu biliyordu.
Ardından medyada bize karşı yürütülen kampanya bizi şoka uğrattı. Suriye askerlerini kendilerine karşı seferber ettiklerini anlamalıydılar. Bu, bizim istemediğimiz bir şeydi. Beyrut’taki bazı Hizbullah yetkililerinin daha mantıklı davranmasını umuyorduk. Çünkü Suriye askerlerine kendilerine ve Suriye'ye düşman oldukları hissini aşılamalarını istemiyorduk. Oysa biz askerlerimizi bu partinin kendilerine ve Suriye’ye dost olduğu yönünde eğittik. Elbette bazı liderlerin mantıklı hareket etmelerini, kendilerini gözden geçirmelerini ve bu tür davranışların yalnızca düşmanlara fayda sağladığını fark etmelerini umut ediyorduk. Biz hiçbir zaman Suriye askerine Hizbullah’ın düşmanı olduğunu söylemedik, söylemeyeceğiz de. Onlara İsrail’le savaşan herkesin dostumuz ve müttefikimiz olduğunu söylemeye devam edeceğiz. Bununla birlikte Hizbullah yönetimi, Beyrut sakinlerinin güvenlik, istikrar ve güvenceye ihtiyaç duyduklarını anlaması gerekti.
Silahlarla ilgili konuya gelecek olursak; aslında güvenlik planında Batı Beyrut’ta silah bulundurmanın yasaklanması yönünde bir karar vardı. Tüm gruplara silahlarını Batı Beyrut’tan çıkarma fırsatı tanıdık.Görüşmede kendilerine şunları söyledim:
“Devlet Başkanı Esed’in size söylediği doğru: Düşmanla savaşmak için silaha ihtiyaç duyduklarında, onlara ordumuzun silahlarını vereceğiz. Ancak birbirimizle savaşmak için silah kullanılması, bu şer’i olarak da haram kılınan bir durum. Kontrol noktalarında yaşananlar hakkındaki sözlerinize gelince; bunları inkar etmek istemiyorum. Daha ziyade bu anlamda herhangi bir direktif olmadığını, ortaya çıkan bazı durumların bireysel olduğunu ve uyarılabileceğini vurgulamak istiyorum. Aynı zamanda meselelerin abartılıp büyütüldüğünü göz ardı etmemeliyiz. Bununla birlikte güvenlik güçlerinin talimatları uygularken daha nazik ve kibar olması gerektiği bir gerçek. Suriye, Lübnan’daki tüm örgütlere önem verdiği gibi Hizbullah’a da önem veriyor.”
Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı’nın Hizbullah’tan bir heyet davet etmesi verilen bu önemin kanıtıydı. Bir güvenlik yetkilisi onlarla görüşebilirdi. Ancak onlarla kendim görüşmeye özen gösterdim.
Haddam sözlerinin devamında güvenlik meselesine dikkat çekiyor:
“Güvenlik planı konusuna gelince; bu sadece Batı Beyrut'u ilgilendiriyor. Şimdi Batı Beyrut, sahil şeridi ve el-Cebel dışında herhangi bir konuyu tartışmak niyetinde değiliz. Gelecekte Lübnan’daki durum, planın diğer bölgeleri de kapsayacak şekilde genişletilmesini gerektiriyorsa bu konu zamanı gelince ele alınacaktır.”
Kararımız Beyrut'a asker göndermemek yönündeydi. Çünkü bu bize mali ve politik olarak yük olacaktı. Lübnanlıların birbirleriyle sorunlarını çözmelerine izin vermeye çalışıyorduk. Lübnan güvenlik güçleri güvenliği sağlayamayınca güçlerimiz Beyrut'a geldi.
Konuşmamın devamında şunları söyledim:
“Resim bu, Tahran’daki kardeşler olaylara duygusal yaklaşmamalılar. Hizbullah meselesine gelince; İran’daki Hizbullah’ın ağırlığının Suriye’nin ağırlığından fazla olması mümkün mü? Eğer öyleyse gerçek şu ki durum acı verici. İran ile ilişkinin yüz örgütten daha önemli olduğuna inanıyoruz. İran ile ilişkimizin emperyalizme ve Siyonizm’e karşı ortak vizyona dayandığını düşünüyoruz. Resim bu şekilde. Medyaya herhangi bir açıklamada bulunmadan önce bizimle iletişime geçip bir açıklama istemenizi umuyoruz.  ‘Ey iman edenler, eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz. ... Yoldan çıkmışın biri size (yalan) bir haber getirirse, muhakemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.’ (Hucurat/6) Aramızdaki tüm kanallar her zaman açıktır.”
Sözlerimin sonunda şunları söyledim:
“Baskın konusuna gelince; eğer silah kaldıysa bu başka bir patlama için kullanılacaktır. Lübnan ordusunun Batı Beyrut’ta harekete geçmesinden korkuyorsanız onu durdurabiliriz. Onlar, İsrail ile savaşmak istiyorlar ve biz yardım etmeye hazırız.”
İranlı Büyükelçi Hasan Ahteri, Fethallah Kışlası olayı hakkında şu açıklamada bulundu:
“Fathallah olayının nasıl meydana geldiğine değinecek olursak; Suriyeli askerlerin yanında Hizbullah unusrları da mevcuttu. Teslim olmaya hazırlardı; ateş açıldı. Onlara ne olduğunun açıklanmasını beklemediler. Hizbullah tarafından öldürülenlerin bazılarını gösteren, öldürenler tarafından çekilen fotoğraflar yayınlandı.”
Ben de kendisine “Böyle bir şey yaşandıysa bu cesetler alındıktan sonra oldu. Bir askere ateş açarsanız o da size karşılık verir. Karşılık vermezse yenilmiş sayılır ve yargılanır” yanıtını verdim. Büyükelçi de “Durumun daha geniş çaplı ele alınabileceğini düşünüyorum” dedi. Bunun üzerine kendisine şu cevabı verdim:
“Ateş açıldıktan sonra askerler kendilerini savunmasalardı durumlarının ne olacağını düşünebiliyor musunuz? Ortada kuvvetlerin güvenliği ile ilgili bir sorun var. Bunlar milis değil, düzenli bir ordunun askerleri. Üzerlerine ateş açılıyor. Ateş açanlar teslim olduk mu diyorlar? Bu askerlerimiz açısından kabul edebileceğimiz bir durum değil.”
Ahteri, “Ben teslim olmayı kastetmiyorum. Orada Suriyeli subaylar ve Hizbullah’tan yetkililer vardı…” dedi. Bu sırada sözünü kestim:
“Ateş açılmaya başlandıktan sonra bunu kim durdurabilirdi? Olayı aşmakta fayda var.”
Ahteri’nin cevabı ise şöyle oldu:
“Asıl konuya gelecek olursak; Askeri güçlerin girişi ve güvenlik planının krizi sona erdirmesi gerekiyor. Batı Beyrut'ta hüküm süren trajik durumun sona ereceği konusunda hemfikiriz ve Hizbullah iç meselelerle uğraşmak istemediğini defalarca kanıtladı. İsrail ile savaşmak istiyor.”
Kendisine “Mesele uygulamada karıştı. Lübnan'da sonuncusu Jean Obeid olmak üzere bazı Hıristiyanlar kaçırıldı ve İran da bu konuya katkıda bulundu” dedim. Büyükelçi, “Aynı gün Dışişleri Bakanı bize Jean Obeid konusundan bahsetti. Beyrut’a gittim. Hizbullah’ın bu konuyla bir ilgisi yoktu. İletişimde büyük bir rol oynadık” yanıtını verdi.
Ahteri’ye İmad Muğniye’nin Hizbullah’tan olup olmadığını sordum. Onunla hiç görüşmediğini ve kendisini tanımadığını bildirdi. “Bildiğime göre o ne teşkilattan ne de Hizbullah’tan” dedi. Söylediklerini kabul ettiğimi vurguladım.  
Büyükelçi daha sonra Hizbullah’a sızan kişiler konusunu aydınlatmaya çalıştı:
“Hizbullah’a sızan kişiler olduğu konusunda söylediklerinize gelince; bunu inkar etmiyorum. Arafat, birkaç kişi sokmuş olabilir. Ancak partiye ve açıkladığı hedeflere bakacak olursak Arafat’ın başarılı olması mümkün değil.”
Ben de Hizbullah’ı yönetim ve üyeler olarak ayırdığımı ifade ettim.
Ahteri daha sonra banliyöler konusunda konuştu:
“Güney banliyölerine gelecek olursak; İranlı yetkililer bu konuda banliyöye girmenin Şiiler için büyük bir felaket olacağını düşünüyorlar. Bu sözlerimde Suriye’nin müdahalesine herhangi bir itiraz söz konusu değil. Çünkü bu, banliyölerin hedef ve kuşatılmış olduğu anlamına geliyor. Doğu Beyrut Hıristiyanlara ve el-Cebel de Dürzilere kalacak. Bu nedenle İran'daki yetkililer banliyö meselesini diğer bölgelerin ayrılmaz bir parçası olarak görüyorlar. Suriye'nin bölgedeki ve Lübnan'daki mevkilerini ve haysiyetini dikkate alıyorlar. Müslüman ya da Şiilerin Suriye’yi sevmediği fikrinin oluşmamasına özen gösteriyorlar. Bu konular İran'daki yetkilileri yakından ilgilendiriyor.”
Bense bu sözlere şöyle karşılık verdim:
“Öncelikle operasyon Batı Beyrut’ta güvenliği sağlıyor. İkincisi, Lübnan'daki Şii Müslümanlara gelecek olursak; onlar genel İslami yapının ve Lübnan ulusunun vücudunun bir parçasıdır. Üzerindeki baskıyı kaldırmayı önemsiyoruz. Suriye, elbette iç dengeyi bozacak bir önlem almaz. Aldığımız önlemler, Lübnan’daki mazlumların ve zarar gören insanların menfaati içindir. Banliyö meselesi tartışmaya açık değil. İster Şii, ister Dürzi isterse  Sünni olsun Müslümanların çıkarlarını çok iyi biliyoruz. Ancak Lübnan Devleti, Lübnanlı taraflar arasında mutabık kalınan bir plan geliştirdiğinde hiçbir bölge bunun dışında kalmayacak. Yaptığınız karşılaştırmaya gelince; İran'daki yetkililer, Hizbullah ile Suriye’yi karşılaştırmamalıdır. Suriye’nin, İslam Cumhuriyeti’ne karşı tutumunu biliyorlar. Dostlarımızın Lübnan krizini sona erdirmede Suriye’nin başarısının önemini anlayacaklarını umuyoruz. Suriye'nin Hizbullah’a saldırı niyetinde olmadığını vurguluyorum. Ancak güvenlik planına uyulmamasını kabul etmek mümkün değil.”
Büyükelçi daha sonra kendisini kabul ettiğim için bana teşekkür etti ve dalaşıp ayrıldı.

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları oldu

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’



Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
TT

Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)

Kürt liderler, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik politikasını ve "Suriye Demokratik Güçleri"ne (SDG) karşı tekrarlanan askeri müdahale tehditlerini eleştirerek, Suriye Kürtlerinin ülkeyi bölmeyi amaçlamadığını vurguladı.

Bu durum, Suriye'deki Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) bir kolu olarak kabul edilen Kürt Halk Koruma Birimleri (YPG) liderliğindeki SDG ile Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri arasında son haftalarda yaşanan çatışmalarla gerilimin yeniden arttığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Ayrıca, SDG'nin 10 Mart'ta Şam ile imzaladığı, Suriye ordusu ve devlet kurumlarına entegrasyonuyla ilgili anlaşmayı uygulamaya koyacağına dair hiçbir işaret de bulunmuyor.

PKK’nın önde gelen liderlerinden ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Karasu, "Türk devletinin Suriye'ye yaklaşımı yanlıştır. Türkiye Gazze'deki savaşa ve İsrail'in Lübnan ve Suriye'ye yönelik saldırılarına karşı çıkıyor, yani savaşa karşı ve barış istiyor, ancak aynı zamanda SDG entegrasyon anlaşmasını uygulamadığı takdirde Suriye'ye müdahale edeceğini söylüyor... Bu mantık nasıl makul olabilir?" dedi.

Suçlamalar ve uyarılar

Karasu, bugün Türk gazetelerinde de yer alan Kürt medya kuruluşlarına yaptığı açıklamalarda, Türkiye'nin tüm bölgelerde barış istediğini ancak Kürtlere karşı savaş istediğini belirterek, "Kürtler ve Şam hükümeti sorunlarını kendi aralarında görüşüp çözebilirler, çünkü bu iç meseledir ve Kürtler 'Suriye'yi bölelim' demiyor, böyle bir yaklaşım söz konusu değil" diye vurguladı.

PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)

Türkiye'nin Suriye'ye yönelik, baskı ve tehdit yoluyla adımlarını dayatmaya dayalı politikasını değiştirmesi gerektiğini vurgulayan Karasu, şunları ekledi: “Mesele birden fazla gücün elinde. Evet, farklı güçler söz konusu. Sadece Türkiye ile sınırlı değil; diğer güçler de Suriye'de karışıklık çıkarıyor. Yapılabilecek en iyi şey Suriye'de istikrarı sağlamaktır, ancak istikrar, Şam ile Kuzey ve Doğu Suriye yönetimleri arasında çatışma ve anlaşmazlık çıkararak sağlanamaz.”

Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda anlaşmaya varan Türkiye ve diğer tarafların sabrının tükendiğini belirterek, anlaşmanın uygulanması yönünde herhangi adım atıldığına dair bir işaret olmadığını vurguladı.

El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)

Geçtiğimiz pazartesi günü Şam'da Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şeybani ve Türk mevkidaşı Hakan Fidan'ın düzenlediği ortak basın toplantısında Ankara ve Şam, SDG'yi lideri Mazlum Abdi ile Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara arasında imzalanan anlaşmanın uygulanmasını geciktirmekle suçladı ve Suriye'nin birliğini ve istikrarını baltalamaya yönelik her türlü girişimi reddettiklerini yineledi.

Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve İstihbarat Başkanı İbrahim Kalın'ın da aralarında bulunduğu bir Türk heyeti Şam'da El-Şara ile görüşmeler yaparken, SDG ateşkes anlaşmasını ihlal ederek Halep'in kuzeyindeki El-Şeyhan ve El-Layramun kavşaklarına yakın noktalara saldırdı. Bu saldırı, Şam ve Ankara'ya yönelik mesaj olarak değerlendirildi.

Halep'te Gerilim artıyor

Dün gece Halep'in kuzeyinde SDG ile Suriye hükümet güçlerine bağlı gruplar arasında çatışmalar yeniden başladı.

 Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)

SDG'ye bağlı İç Güvenlik Kuvvetleri (Asayiş), hükümete bağlı grupların Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerine ağır makineli tüfek ve topçu ateşiyle şiddetli bir saldırı düzenlediğini, Şeyh Maksud kavşağı yakınlarındaki kontrol noktalarından birine iki RPG mermisi isabet ettirdiklerini ve bu saldırıya karşılık verdiklerini açıkladı.

Bu gerilim, SDG ile Şam arasında 10 Mart anlaşmasının uygulanmasına ilişkin müzakereler için bir tehdit oluşturuyor.

Suriye Dışişleri Bakanlığı'ndan bir kaynak, dün resmi haber ajansı SANA'ya verdiği demeçte, SDG liderliğinin entegrasyon ve Suriye'nin birliğiyle ilgili yaptığı açıklamaların pratik adımlara veya net zaman çizelgelerine dönüşmediğini, bu durumun anlaşmaya olan bağlılıklarının ciddiyeti konusunda soru işaretleri yarattığını söyledi.

10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)

Kaynak, Suriye ordusu çerçevesi dışında, bağımsız liderliğe ve yabancı bağlantılara sahip silahlı grupların varlığının devam etmesinin ulusal egemenliği zayıflattığını ve istikrarı engellediğini vurguladı. Aynı durum, sınır geçişlerinin tek taraflı kontrolü ve bunların pazarlık kozu olarak kullanılması için de geçerlidir.

Geçtiğimiz hafta, Türkiye Savunma Bakanı Yaşar Güler, Türkiye'nin her türlü olasılığa hazır olduğunu belirterek, SDG’den anlaşmanın uygulanması için net bir yol haritası açıklamasını istemişti.

Türk müdahaleleri

Suriye'deki Kürt Demokratik Birlik Partisi başkanlık kurulu üyesi Salih Müslim, Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerini kuşatan hükümete bağlı grupların emirleri Şam'dan değil, doğrudan Türkiye'den aldığını belirtti.

Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)

Müslim, Türkiye'nin bu gerilimle Suriye arenasını alevlendirmeyi ve SDG entegrasyon anlaşmasını engellemeyi amaçladığını, Türk politikasının ise "Suriye'deki Kürt ve demokratik iradeyi" kırmayı hedeflediğini iddia etti.

Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinin Genel Konseyi ile Suriye hükümeti arasında 1 Nisan'da imzalanan anlaşmanın, Halep şehrinde birlikte yaşamı pekiştirmeyi ve sivil barışı teşvik etmeyi amaçladığını, iki mahallenin özel statüsünü teyit ettiğini ve Suriye hükümetindeki İçişleri Bakanlığına bağlı İç Güvenlik Güçlerinin (Asayiş) iki mahallenin korunmasından sorumlu olacağını belirtti; ancak "asi" silahlı kişilerin bu anlaşmayı tehlikeye attığını vurguladı.


Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
TT

Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).

Suriye devlet televizyonu bugün, Halep'te kimliği belirsiz kişiler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda Savunma Bakanlığı mensubunun öldürüldüğünü bildirdi.

Bu olay, Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) Halep'in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri yakınlarındaki bir İçişleri Bakanlığı kontrol noktasına düzenlediği saldırıda Suriye İç Güvenlik Güçleri mensubunun yaralanmasından bir gün sonra gerçekleşti.

Halep vilayetindeki iç güvenlikten sorumlu Albay Muhammed Abdülgani, SDG tarafından anlaşmaların yeni bir ihlalinin gerçekleştiğini duyurdu. Şarku’l Avsat’ın Suriye TV internet sitesinden aktardığına göre saldırının Şeyh Maksud ve Eşrefiye bölgelerinde sivil hareketini düzenleme görevini yerine getiren kontrol noktası personelinin bulunduğu sırada meydana geldiğini ve personelden birinin yaralandığını vurguladı.

Abdulgani, ateşin kaynaklarının onaylanmış askeri kurallara göre etkisiz hale getirildiğini, yaralıya ilk yardım yapıldığını ve tedavi için hastaneye sevk edildiğini belirtti.

İç güvenlik başkanı, iki mahalledeki SDG güçlerine uyarıda bulunarak, ateşkesi ihlal etmeye ve güvenlik kontrol noktalarına saldırılarını sürdürmeleri durumunda "gerekli önlemlerle karşılanacaklarını" vurguladı ve bu ihlallerden kaynaklanacak herhangi bir gerilim veya sonuçtan tamamen sorumlu olduklarını belirtti.

Abdulgani, Suriye devletinin, ildeki güvenliği sağlama sorumlulukları çerçevesinde, sükuneti koruma ve sivilleri koruma çabalarına devam ettiğini teyit etti.


ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.