Anılar-Bölüm 1: Sovyetler, Kral Abdulaziz ile ayrıcalıklı ilişkiler kurmaya çalıştı

Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud
Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud
TT

Anılar-Bölüm 1: Sovyetler, Kral Abdulaziz ile ayrıcalıklı ilişkiler kurmaya çalıştı

Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud
Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud

Riyad’daki Arap-Rus Medya ve Araştırma Merkezi, Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Direktörü Vitaly Naumkin’in “Sorunlu Ortaklık: İki Dünya Savaşı Arasında Suudi Arabistan Krallığı’ndaki Sovyet Diplomasisi” adlı kitabının Arapça tercümesini yayınlayacak.
Kitap, dünya bilim literatüründe Rus diplomatların, 1920 ila 1930 yılları arasında, yani iki ülke arasındaki resmi ilişkilerin başlayıp Sovyetler Temsilciliği’nin kapanmasına kadarki süreçte Suudi Arabistan Krallığı’nda yürüttükleri faaliyete dair kapsamlı ilk araştırma sayılıyor.
Kitapta büyük bir kısmı bilimsel araştırma alanında ilk kez ortaya konan Rus ve İngiliz arşivinden çok sayıda nadir belge yer alıyor. Yazar, Moskova’nın Arap Yarımadası’ndaki ‘diplomatik nüfuzunun’ önemine, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki ülkelerle olan dış ilişkileri bağlamında dikkat çekiyor. Aynı şekilde farklı çevreler ve Sovyetler Birliği’nde parti ve hükümetin üst düzey liderliğindeki belli başlı bazı isimler arasındaki farklıkların, Arap Yarımadası’na yönelik dış siyasetinin hedefleri, görevleri ve öncelikleri bakımından oynadığı rolü de ortaya koyuyor. Kitap, İngiltere’nin Sovyetlerin bu topraklardaki etkinliğini engellemek için attığı adımlara büyük önem atfediyor. Bununla birlikte yazar, Suudi Arabistan Krallığı’nın Sovyetler Birliği’ne yönelik siyasetinin gelişimini ve Suudilere ait görüşleri de tahlil ediyor.
Şarku’l Avsat, yakın zamanda çıkacak olan kitabın üç bölümünü yayınlıyor.
Sovyet Büyükelçisi Nazir Tyuryakulov, Hicaz’a tayin edildiğine dair tebligatı, 15 Aralık 1927’de aldı ancak Cidde’ye 29 Eylül 1928’de gitti. 10 Mart 1930’da ise Moskova’daki Dışişleri Bakan Yardımcısı Lev Karahanov’a (469) şunları yazdı:
“Değerli Yoldaş, 26 Şubat’ta itimatnamemi Hicaz, Necid ve buna bağlı bölgelerin kralı adına Hicaz Genel Valisi Prens Faysal teslim aldı. Ertesi gün dost ülkelerin temsilciliklerine kurumumuzun adının Diplomatik Temsilcilik olarak değiştirildiğine ve benim de Sovyetler Birliği’nin Hicaz, Necid ve buna bağlı yerlerin kralına gönderilmiş tam yetki sahibi bir elçi olarak atandığıma dair bir haber gönderdim. Bununla, Hicaz hükümetinin dışişleri bakanlığında kısa bir süredir işletilen sisteme bakarak, bizim diplomasi heyetindeki kıdemimizi ispatlamış oldum.
Açıkça söylemeliyim ki itimatnamemi sunmada acele etmemin temel nedeni, kıdem sahibi olmaya yönelik algılardı. Son günlerde alınan bilgilere göre (bu bir varsayım olsa da) Kral, bir ay sonra dönecek. Fuad Hamza’yı bildiğimden dolayı onun tarafından çeşitli manevralar beklemek için haklı nedenlerim var. İtimatnamemi (belirli resmî işlemlere bağlı kalarak) Prens Faysal Bin Abdulaziz’e sunmak ile Kral Abdulaziz bin Abdurrahman’a sunmak arasında bir fark yok. Ben de bu yüzden bu işlemler için teşvik etmeye karar verdim.
Raporumda da gördüğün üzere şu an Hicaz-Sovyetler ilişkisinde bir iyileşme ile ön plana çıkan yeni bir aşamaya başlıyoruz. Umarım Kral Abdulaziz, Necid’den döndüğünde ticaretimizi engelleyen sistemin sona erdirilmesi meselesi tam anlamıyla halledilir. İnanıyorum o zaman siyasi ve ticari meselelere dair müzakerelerimizi başlatacağım. İşlerimizin geleceği konusunda ise Yoldaş Hakimov meselesini önünüze sürebilirim sanıyorum. Buraya önce hac farizasını yerine getirmek için gelmesi gerekir (Burada dört sene geçirdi ve bir kez bile hac etmedi. Burada bunu konuşuyorlar). Sonra da bizimle (eğer mümkün ise) ticari anlaşma ile ticaret meselelerini görüşmek için. Son olarak da ticari faaliyetlerimiz için bir yol ve belirgin bir taktiksel hat belirlemek için gelmelidir.
Bununla birlikte her halükârda faaliyetlerimizle tacirlerin memnuniyetsizliğine sebep olduğumuz önceki hatalarımızı tekrarlamamalıyız. Ticaret hacmimizin küçük olmasına rağmen rakiplerimiz, pazarın istikrarını sarsmakla suçlanmamız için fırsat hazırladılar. Bu konuya ayrı bir rapor ayırdım. Bunun için burada yukarıda zikrettiklerimle yetineceğim.
Çiftliklerimizin at yetiştirme ihtiyacını karşılamak için safkan atlar satın alma imkânını keşfetme görevi ile karşı karşıyayız. Yoldaş Hakimov, bana özellikleri bildirdi. Yukarıda belirttiklerimden hareketle, Kral’ın gelmesinden sonra bu meseleyi açıklığa kavuşturacağım. Bildiğim kadarıyla Necid’deki hayvan salgınları ve savaşların bir sonucu olarak Hicaz’da hiç at bulunmuyor. Zira çok sayıda at telef olmuş. Bundan dolayı Kral Abdulaziz, kalanların en iyisini toplayarak, bir nevi korunaklı meralar kurdu. Bu konuyu Fuad Hamza ile konuştum. Kral Abdulaziz geldiğinde bize yardım etme sözü verdi. Yakın gelecekte ticaret faaliyetlerinin başlama ihtimalini göz önünde bulundurarak, Resmi Ortadoğu Ülkeleri ile Ticaret Kurumu adına Cidde’de daimi bir temsilci olarak bulundurulacak kişiyi şimdiden düşünmem gerekiyor. Elbette mesele, Yoldaş Hakimov’un doğrudan bu faaliyeti denetleme görevini üstlenmesine dair değil (470). Bu, yalnızca, Yemen ile iletişim kurmak için elimizde olan araçlarla düşünülebilecek bir şey değil. Aynı zamanda kendimiz de inisiyatif almak istiyoruz. Bunun için F. F. Louter buraya gelmeden önce temsilci bir varlık bulundurmak adına, yerel durumlara aşina ve gerekli bilgi-iletişime sahip Yoldaş A. Stupak’ı uygun bir adayımız olarak önerebiliriz. (471)”. İmza: Sovyetler Birliği Siyasi Temsilcisi N. Tyuryakulov.
Hakimov, Hicaz’dan döndükten sonra Yemen’deki bir kurumun temsilciğini yaptı. Sovyetler Birliği, 1 Kasım 1928’de Dostluk ve Ticaret Anlaşması’nı imzaladıktan sonra onunla resmi ilişkiler kurmuştu. Tyuryakulov, aynı yıl 27 Ekim’de Hicaz’daki Kral Yardımcısı Prens Faysal’a bu kurumun kurulduğuna dair bir haber mektubu göndererek, kurumun tam adının ‘Ortadoğu Ülkeleri ile Ticaret İçin Resmi Ticaret Kurumu’ olduğunu belirtti. Ayrıca kurumun temsilciliğinin olmadığını, ancak Hicaz’da bazı yerel tacirlerle imzalanan komisyon anlaşmaları temelinde ticari faaliyetler yürüttüğünü iletti.
Tyuryakov, Hicaz’daki Kral Yardımcısı Prens Faysal’dan bir kuruma görevlendirerek, kuruma ülke içinde serbest faaliyet yürütme hakkı verilmesini ve Sovyetler Temsilciliği Başkanı’nın gerekli tüm resmi adımları atmasını rica etti.
Siyasi Temsilci şunları yazdı;
“Yüce Kral Abdulaziz’e, izin alındığında kurumun Hicaz’daki ticari faaliyetlerini yürütmek için daimi bir temsilci atanacağını bildirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Kayıt için lazım olan belgeler, iki ay zarfında sunulacaktır” (472).
Tüm yabancı temsilciler, Tyuryakulov’a diplomasi heyetinin lideri olarak bakar oldu ve elbette bu da onda bir tatmin duygusu doğurdu. (Abdullah) Philby de ona hitaben bir mektup kaleme alarak, Cidde’de Mr. Labond’a muhalefet eden diplomasi kulübünün kurulmasının ertelenmesi konusundaki İngiliz önerisini desteklemesini rica etti. İlginç olan, Philby ile İngiltere Diplomasi Heyetinin Başkanı’nın görüşlerinin çatışıyor ve diplomasi heyetindeki tüm üyelerin de bunu biliyor olmasıdır. Bununla birlikte Nazir Beg, Fransızca kaleme aldığı bir mektupta kaçamak bir yanıt vererek kulübün açılması fikrinin kendisi için yeni bir şey olduğuna işaret etti.
Tyuryakulov, coşkuyla hemen işe koyuldu ve Krallıktaki iç durumu incelemek için aktif olarak çalıştı. Tam yetki sahibi bir temsilciliğe dönüştürüldüğü 1930 yılının başına kadar durumunu koruyan Sovyet Temsilciliği ve Başkonsolosluk, Hakimov’un başarılarını koruyabildi ve ülkede resmi ve gayriresmi ilişkiler kurdu. Temsilciliğin Başkanı, dış siyaset birimi yetkilileri Fuad Hamza ve Yusuf Yasin, Maliye Bakanı Abdullah Bin Süleyman, Emniyet Müdürü Muhsin Tayyib ve önde gelen başka görevliler ile düzenli olarak bir araya geliyordu.
Stepan Matyuşkin’in tecrübesi
1980 yılının sonlarında, 1930-1932 yılları arasında yaklaşık iki yıl Cidde’de Sovyet Temsilciliğinin sekreteri olarak çalışan Stepan Matyuşkin ile bir görüşme talep ettim. Başlangıç döneminde bazı meslektaşlarla birlikte çıkardığım ‘Bağlar’ adlı dergide yayınlanması için bir görüşme gerçekleştirdi. Bu eski diplomatın maalesef ki kısa olan bu hatıraları, Sovyet Temsilciliği görevlilerinin Krallıktaki hayatına dair kayda değer bir resim sunuyor.
Stepan Vasiliyeviç Matyuşkin, hayatı hakkında detaylı bir şekilde konuşulmayı hak ediyor. En küçük kızı Amina Stepanovna’nın, bu kitabı hazırlarken bana aktardığına göre geleceğin diplomatı, 1903 yılında doğdu. Piskoposluk okulunu bitirdikten sonra marangozluk öğrendi ve Tüm Rusya Komünist Partisi’ne (Bolşevik) katıldı. Daha sonra Moskova’daki Şarkiyat Enstitüsü’nde eğitim aldı ve Dış İlişkiler Halk Temsilciliği’nde çalışmaya başladı. Oradan Suudi Arabistan Krallığı’ndaki Diplomatik Temsilciliğe çalışmaya gönderildi ve burada ekonomiyi denetledi. Doktor olan eşi Tatyana Grigorivna Kuzmina ise temsilciliğe bağlı tıbbî kısımda çalıştı ve Kral Abdulaziz Bin Abdurrahman’ın romatizma hastalığını tedavi etti.
Genç diplomatın başarı ile çalışma süresi kısa sürdü. Hatıralarında şöyle diyor (473): “Dinlenmek için izin aldım ve dosyaları halefim Şakir İsmailov’a teslim ettim. Gemiye bindim. Yakın zamanda yurda döneceğim için içimi sevinç kapladı. Arap ülkelerine ve Araplaşmaya sonsuza dek veda edeceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Matyuşkin, resmi görevinden döndükten sonra iki sene Dış İlişkiler Halk Temsilciğinde çalıştı. Ancak diplomatik görevinde başarı nedense kendisine eşlik etmeyi bıraktı ve 1934 yılında Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde ders vermek için taşındı. Orada da birçok sorun yaşadı. Kendisi durumu şöyle anlatıyor: “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Komintern’e bağlı öğrencilerden biri tarafından iftira atıldı. Şöyle ki ben ders verirken (Mısırlı çiftçilere karşı isabetsiz tutumum) nedeniyle sağcı eğilimi benimsemekle suçlandım ve partiden atıldım. Her şeye yeni baştan başlamam gerekti ama başka bir alanda.”
Matyuşkin gerçekten de mesleğini değiştirmek zorunda kaldı. Eski diplomat, Doğu Emekçileri Üniversitesi’nden zorunlu olarak ayrıldıktan sonra Stupino’daki uçak fabrikasında çalıştı. Bu fabrika savaş döneminde Pavlovo şehrine taşındı.
30’lu yılların ikinci yarısında Stepan Vasilyeviç, eşi ve iki kızı Tamara ve Amina, zulüm korkusuyla soy isimlerini değiştirerek kaçınılmaz tutuklamadan korunmak adına anne soyadını aldılar. Savaştan sonra Matyuşkin, Devlet Denetleme Kurumu dairelerinde çalıştı. İş hayatı, kereste sanayisi kurumlarından birinde sona erdi ve oradan emekliye ayrıldı.
Matyuşkin’in büyük kızı 1928 doğumlu Tamara Stepanovna’yı iyi bilirdim. Seçkin bir Araplaşmış Rus idi. (Yevgeni Primakov ile ders aldığı) Moskova’daki Şarkiyat Enstitüsü’nden mezun oldu. Daha sonra Resmi Radyo Televizyon Kurumu’nun Arapça bölümünde çalıştı. Küçük bir kız çocuğu iken anne-babası ile birlikte Cidde’de yaşadı. Bu ülkeye dair belli belirsiz çocukluk anıları var. Tamara Stepanovna ile olan ilişkim 1966 yılında Mısır’da başladı. O da benim gibi oraya Kahire Üniversitesi’nde bir seneliğine uygulamalı eğitim almak için gelmişti. Arapçası çok iyiydi. Necib Mahfuz ve Tevfik el-Hakim de dahil olmak üzere Araplardan çok sayıda eseri Rusçaya çevirdi.
Matyuşkin’in anlattığına göre Cidde, o dönemde bayındır bir şehirdi ve nüfusu 60 bine ulaşmıştı. Ancak caddeler halen isimsiz, evler numarasızdı. “Cidde’nin en göze çarpan yapılarından biri, şehrin yaklaşık bir km uzağında geniş bir arazide yer alan Kral İbn Suud’un sarayıydı. Kral, sahile geldiğinde oraya oturuyordu.”
Eski Diplomat, şehrin sokaklarındaki insan kalabalıklarını da unutmamış: “Yünden yapılmış iplerle birbirine geçirilen başörtüsü ve sahibinin saygınlığına ve zenginliğine delalet eden imameler görürsünüz. Bunların hepsi fesler, takkeler ve şapkalar ile karıştırılır. Cilbablar, uzun. Zencilerde bel bağları var. İranlılar ve Türkler ise (genelde ipekten) uzun beyaz elbiseler ve Avrupai ceketler giyiyor. Bu kalabalığın arasında nadiren bir kadına denk gelirsiniz, o da ancak çarşıda. Bu kadın ya bir hizmetçidir ya da gizli köle (Kölelik resmen kaldırılmıştı). Kadınlar genelde peçeliydi.
O dönemde temsilcilikte iki diplomat görevliydi. Matyuşkin, eşi ve iki kızı temsilcilik binasında kalıyordu. Nazir Beg Tyuryakulov ve Profesör Moşkovski ile eşi de burada yaşadı.
Matyuşkin, hatıratında şu ifadelere yer veriyor: “Cidde’de görevde iken bir kere utanç verici ya da kanuna aykırı bir olayın yaşandığını işitmedim. Bilindiği üzere binlerce hacı, hac ibadetini yerine getirmek üzere Mekke’ye giderken bu şehirden geçiyordu. Utanç verici bir olay yaşanması halinde de bütün şehir bunun hakkında konuşurdu. Haberler kulağımıza muhakkak gelirdi. Hele de ben düzenli olarak hac meselesini incelerdim. Bir keresinde kızım kayboldu. Hizmetçiler onu aramak için seğirtti ama çok geçmeden kendisi geldi. Çarşıdan aldığı üç tekerlekli bisiklete binerek gelmiş. Sattığı malın ücretini isteyen satıcının çocuğu da ona eşlik etmiş. Bu örnek gösteriyor ki, Rusya Temsilciliği biliniyordu ve şehir halkı arasında da iyi bir ünü vardı. Özellikle de doktorlarımız, yardım sunmak için her daim hazırdı. Profesör Moşkovski, dang hummasına yakalanan hastaları tedavi ediyordu. Benim eşim de pratisyen hekimdi, resmî olarak bir tıp merkezi açmamış olmamıza rağmen (çoğu zaman kadın olan) hastaları muayene etmeyi hiç reddetmezdi”. Tyuryakulov, Matyuşkin’in yolculuğunun ardından bu tıp merkezini açabildi (bkz. Sovyet doktorlarına dair bölüm).
Matyuşkin, gelirleri Krallığın bütçesinin ana kaynağı olan hac ibadetinden de bahsetmiş. Yerel halkın, Sovyetler Birliği’nden az sayıda Müslümanın gelmesini şaşkınlıkla karşıladığı biliniyor: “Hac mevsiminde Kral Abdulaziz, Riyad’dan Mekke’ye geliyordu. Orada güvenlik güçlerini teftiş eder ve Diplomasi Heyeti ile Cidde ileri gelenleri için bir karşılama töreni düzenlerdi. Diplomatları karşılama görevi, Kral’ın maiyetinden birkaç asker ve sivildeydi. Kral, salona girer ve dönüşümlü olarak her diplomatik temsilci ile görüşürdü. Kral bir koltukta otururken konuklar, onun yanında halı ile kaplı sedirlere oturtulurdu. Konuklara, fincanlar içerisinde ot ve kahveden yapılan özel bir içecek ikram edilir, bu esnada herhangi bir ihtiyacın duyulup duyulmadığı veya evin ve ailenin ne durumda olduğu sorularak sağlık ve yaşama dair sakin bir muhabbet dönerdi. Elbette devlet düzeyinde birtakım meselelere de değinilirdi.” Matyuşkin’in Kral Abdulaziz’in ağırlama töreninde iki kez bulunduğu biliniyor.
Eski diplomat, Cidde’nin oldukça zor ikliminden bahsetmeyi de göz ardı etmemiş: “Hava, haziran ayından eylüle ayına kadar tamamen donuklaşıyor, rüzgârdan eser olmuyordu. Nem o kadar yoğun olurdu ki, beden sürekli ter dökerdi. Etrafımda elbise, yatak, kumaş her ne varsa ıslanırdı. Hava, geceleri evin çatısında bile boğucu. Bu havadan tek kurtuluş yolu, Cidde’den ayrılarak Mekke yönündeki dağlara gitmektir.”
Stephan Vasiliyeviç, şöyle yazıyor:
“Altı silindirli Fiat otomobille Mekke’ye ya da Medine-i Münevvere’ye doğru sahil boyu yaptığımız geziler, tek eğlencemizdi. Nadiren de avlanmaya çıkardık. İyi ilişkiler geliştirdiğimiz diğer temsilciliklerin memurları ile banliyölerde geziler de yaptık.”
Bununla birlikte önemli olan, iş adamlarının genelde temsilcilik binasına git-gel yapıyor olmalarıydı. “Daimî ziyaretçiler arasında (Türk asıllı) Dr. Salih ve Hicaz tebasından olan Dağıstanlı Hacı Said de vardı. Onlar aracılığıyla şehirde olup bitenlerden haberdar oluyorduk. Temsilciliğimizin Başkanı Nazir Beg, zaman zaman Müslüman kılığında Mekke’yi ziyaret eder ve orada bizi ilgilendiren bilgiler alırdı.”
Matyuşkin, acılarla ve sıkıntılarla geçen yaklaşık 100 yıllık uzun bir ömür yaşadı ve Aralık 2002’de öldü. Belki de bu uzak döneme ait olup 21.yy’a kalan tek önde gelen Sovyet diplomatıydı. Matyuşkin, Araplaşmış insanlardan olup Arap Doğusuna, kültürüne ve diline hayrandı. Aynı zamanda benim kuşağımdandı (…).
Hicaz ve Necid’e dair ilk izlenimler
Sovyet Diplomatik Temsilciliği, Krallığın farklı bölgelerindeki durumları tahlil ederken her birindeki ekonomik ve sosyal gelişmelere özel önem verdi. Bilindiği kadarıyla Tyuryakulov geldikten sonra Sovyet diplomatlar, Temsilciliğin daha önce hakkında çok az şey bildiği Necid’e dair bilgi toplamak için büyük imkânlar elde etti. Başkonsolos, ülkenin geleceği açısından Krallıkta yaşanan dönüşümlerin önemine vurgu yaptı ve o da selefleri gibi Krallığın, yakın bir zamana kadar çöl olan bu kısmında tarımın gelişmesinin en önemli şey olduğu kanaatine vardı.
Tyuryakulov, ilk aylardaki çalışmalarının özetini, detaylı bir analiz raporunda (veya siyasi bir mektupta) hazırlayarak Şubat ayında Dış İlişkiler Halk Temsilciliği’ne gönderdi. Bu raporda ‘Hicaz Krallığı-Necid ve Ona Bağlı Yerler’ başlığıyla 1928 ile 1929'un başı arasındaki dönemde ülkenin durumunu ele aldı (Rapor, Halk Temsilciliği’ne 21 Mart’ta ulaştı – Belgeler yolda bu denli uzun zaman geçiriyordu). Tyuryakulov bu raporunda yaşanan dönüşümlerin, ‘ülke nüfusunun çoğunun çobanlıktan tarıma geçmesinin bir sonucu’ olduğunu belirtti (476). Sovyet diplomata göre Necid, yakın bir zamana kadar “geçimini, işi ile kazanan ve çok daha kolay elde edilen gelir kaynaklarına sahip olmayan bir ülke” idi. Tarıma geçişe dair analizinde ise Tyuryakulov, bu çöl bölgesinde aslında 30 bin kişinin yaşadığına (Aslında diğer kaynaklara bakıldığında bu rakamın abartılı olduğuna hükmedilebilir) işaret etti. Temsilcilik Başkanı, ekonomik determinizm ilkesine tercih edilen Sovyet teorisinden hareket etti. Buna göre en üretken faaliyet biçimine geçiş, toplum örgütlenmesinde en yetkin biçimleri belirler. Onun görüşüne göre bu topraklarda yerleşen bedeviler, İbn Suud’un Arap yarımadasında merkezî bir devlet kurma faaliyetinin ardındaki sosyal etmenin ta kendisiydi.
Başkonsolosun belirttiğine göre Kral Abdulaziz, bu dönüşümleri, “büyük oranda askerî ve siyasi planlarına” bağlıyordu. Tyuryakulov’un kanaatine göre ise İbn Suud’un (Kral Abdulaziz), dışına çekilmeden önce Necid’de girmiş olduğu küçük savaş tecrübeleri onu, tartışmasız bir şekilde şeyhlerinin nüfuzu altında olan bedevi kabilelerin, ‘ordusunun Aşil topuğu’ mesabesinde olduklarına inandırmıştı.
Değişen durum hakkında aşamalı bir şekilde bilgiden yoksun olmakla birlikte diplomatlar, Necid toplumunun özelliklerini incelemeye koyuldu. Bununla birlikte kanıtlarla destekleyerek, kabilelerin Necid’deki toplumsal ve siyasi hayat üzerindeki büyük etkinliğine işaret ettiler. Tyuryakulov’un ifadesine göre, “Necid’deki devlet otoritesi, iradesini kabilelere dayatabilecek ölçüde olgunlaşmamıştı.” Moskova’ya şunları iletti: “Aslında ordu mensuplarının çoğunluğunu bedeviler oluştururken kabileler yalnızca Irak ve Ürdün sınırlarında savaşıyor (…)”. Diplomatik Temsilci, (Kral Abdulaziz’in meşhur Sabilla Savaşı’ndan önce Aralık 1927’de Riyad’da yaptığı tarihi konuşmaya işaret ederek) son Riyad Konferansı’nda Ertaviye bölgesinden Mutayr Kabilesi Şeyhi Faysal ed-Duveyş ve Muzahimiye bölgesinden Uteybe Kabilesi Şeyhi Sultan Bin Becad Bin Hamid gibi önde gelen şeyhlerin bulunmamasının ilişkilerin zorlu olduğunun bir göstergesi olduğunu düşünüyor. Temsilcilik, Necid Devleti’nin, Muhammed Bin Suud ile Muhammed Abdulvehhab arasındaki tarihi sözleşmeye dayalı ve ‘kabilelerden oluşan siyasi bir bloktan’ ibaret olduğu sonucuna vardı.
20’lerin sonu, yakın zamana kadar kendisinin temel dayanağı olan Kardeşler’in Kral Abdulaziz’e karşı aktif olarak saldırdığı bir dönemdi. Bu hareketin liderliğini Faysal ed-Duveyş, Sultan Bin Becad ve el-Acman Kabilesi Şeyhi Daydan Bin Huseleyn birlikte üstlendi. Bu isimler, 1927’nin sonlarında Kral Abdulaziz’e bir uyarı mahiyetinde birkaç talep sunmuştu. 1927 yılında Kardeşler liderleri ile birkaç görüşme gerçekleştirilerek karşılıklı anlayışı geri getirmek için çaba gösterildi.
Tyuryakulov, sonlara geldiğinde, Kral Abdulaziz’in Mayıs 1927’de İngilizlerle imzaladığı ‘dostluk ve iyi niyet sözleşmesinin’, Kral Abdulaziz için büyük bir diplomatik zafer olduğunu belirtiyor. Nitekim İngiltere, bu sözleşmede İbn Suud Devleti’nin bağımsızlığını tam anlamıyla tanıdı. Ancak bu sözleşme, Kardeşler liderlerini oldukça öfkelendirdi (Aşağıda göreceğimiz üzere İbn Suud’un isyancılara karşı başlattığı savaş, 1930 yılında onun zaferiyle sonuçlandı).
Tyuryakulov’un yukarıda zikredilen mektubunda belirtildiği üzere Kral’ın Kardeşler ile olan ilişkilerini düzeltme çabası, 5 Kasım 1928’de ‘Necd’deki Genel Kurul’ başlığını taşıyan Riyad Konferansı’nda başladı (478). Bu konferansa kabile reisleri, köy şeyhleri, Müslüman alimler, şehir halkının temsilcileri ve bölgelerde Kardeşler katıldı. (Glubb Paşa’nın değerlendirmesine göre (479) 12 ila 16 bin kişinin katıldığı) bu konferansın, Sovyet diplomatların ilgisini çekmesi çok normaldi. Bununla beraber, Kral ile Kardeşler arasındaki anlaşmazlığın tüm detaylarını hemen kavrayamadılar.
Başkonsolos, bedevilerin yeni iktidara karşı tutumunu incelerken şunlara işaret ediyor: “Hicaz kabile şeyhleri, Türk sultanların senelik olarak kendilerini boğdukları cömert hibeleri artık almıyor.” Geçim, önceki zamanlara kıyasla pahalandı. Hacılar pahasına bile rızık kazanmak artık mümkün değil. İthal edilen tüketim mallarına gümrük vergisi uygulanmaya başladı. Buna ek olarak durumu denetleyen hükümet görevlileri, kabilelere yöneldi. Haşimilere sadık olduğundan şüphe edilen kabile mensupları tutuklanıyor ve Riyad’a sürülüyordu.
Tyuryakulov, Arabistan yarımadasında olup bitenleri, gelişme ve ‘asırlardır var olan kadim manevi değerlere odaklanan’ modernleşme yolunu kolaylaştırma ihtiyaçlarının dikte ettiği merkezî otoritenin dayatılması süreci olarak değerlendiriyordu. Temsilci, kimden olursa olsun Arap adasının ileriye gitmesini engelleme çabalarına sempati duymadığını açıkça belirtiyor (…).
Sovyet Temsilciliği Başkanı, İbn Suud Devleti’nin ekonomik hayatını tahlil ederken, Hicaz ve Necid arasındaki ilişkilerin o dönemde halen çok zayıf olduğu sonucuna varıyor. Komşu Necid bölgelerinden Hicaz’a oldukça az mal geliyordu: Koyun, yün ve yağ. Bu esnada Necid de gerekli olan ticari mallarını, Kuveyt ve Ahsa limanı üzerinden tedarik ediyordu ve bunun Kızıldeniz limanları üzerinden yapılan ithalat ile hiçbir bir ilgisi olmuyordu. Petrolün ortaya çıkarılmasından önceki dönemde aralarında demiryolu aracılığıyla ulaşımın olmaması, bu iki bölgenin birbirinden ayrı düşmesine katkı sağladı. Deve kervanları da Mekke’den Riyad’a 10 ila 12 günlük bir sürede ulaşabiliyordu. İki bölgenin birleşmesi, Kral için oldukça zorlu bir görevdi.
Tyuryakulov ayrıca, Hicaz’a egemenliğin dayatılmasına yardımcı olan etkenlere de işaret ediyor. Bu etkenlerden biri de Necidlilere Hicaz’a giriş izni vermeyen Şerif Hüseyin’e öfke duyan Necid kabilelerin çıkarları.
Tyuryakulov, İbn Suud Devleti’ndeki iç ilişkilerde ona göre çelişkili olan yanları birkaç maddede açıklıyor. Öncelikle Necid bölgesi, orada yaşanan olaylardan dolayı coğrafi ve idari sınırlarında uzun süre mahsur kalamazdı. İkinci olarak, hayat tarzının değiştiği Necid bölgesi, çıkarlarını savunmak adına Büyük Britanya İmparatorluğu ile orantısız bir mücadele başlattı. Şerif Hüseyin Devleti’nin yanındaki varlığı yeterli olmadı ve arka hatlarının güvenliğini sağlamak zorunda kaldı. Üçüncü olarak, hac gelirleri ile birlikte Hicaz’a egemen olmak, devletin gelişmesinde bu gelirleri kullanma imkânı sağladı. Dördüncü olarak ise, Tyuryakulov’a göre tüm faydalarının yanı sıra Hicaz’ın kontrolünü elinde bulundurmak, Kral’ı kısıtlıyor ve taviz sumaya mecbur ediyordu.
ANILAR-BÖLÜM 2: KRAL ABDULAZİZ, YURTDIŞINA YÖNELMEDEN ÖNCE NECİD'DEKİ KABİLELERLE ARASINI DÜZELTİYOR



Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının altıncı bölümünde Irak'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgalinden önce İran rejiminin lideri “Rehber” Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin arasındaki mektuplardan bahsediyor.
Bazıları kamuoyunda ilk kez yayınlanacak olan bu gizli mektuplara nasıl ulaştığından bahsetmeyen Haddam, bunlara dair bir değerlendirme sunuyor. Suriye - İran ilişkilerinin anlattığı kitabının taslağında, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme hazırlıkları kapsamında bir adım daha atıp, İran’la gerilimi düşürmeye karar verdiğini ifade ediyor. Böylece bir yandan güçlerini İran-Irak sınırından çekebileceğine öbür yandan Kuveyt’e savaş açması durumunda İran’a ona saldırma fırsatı vermemiş olacağına dikkat çekiyor.
21 Nisan-4 Ağustos 1990 tarihleri arasında İran ve Saddam arasında çok sayıda mektuplaşma yaşandı.
Haddam, “Taraflar arasındaki bu yazışmaları, Kuveyt işgalinin geçici bir olay olmadığının anlaşılması için okuyucuya sunuyorum. Ayrıca hedefin borçlar ve petrol fiyatları konusundaki anlaşmazlıklar olduğu açıklanmıştı, oysa bunun çok daha ötesinde çıkarlar söz konusu” diyor. Şarku’l Avsat bugün Kuveyt’in işgalinden önce tarafların birbirlerine gönderdikleri mektupları yayınlıyor:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani

Allah’ın selamı üzerinize olsun;
Sizlere daha önce İran -Irak Savaşı (1980-1990) sırasında dolaylı bir şekilde mevcut tek yol olan Irak medyası aracılığıyla hitap etmiştim ve karşılık olarak sizlerin de medyadan yaptığı açıklamaları dinlemiştim. Bu konudaki son girişimimiz hiç şüphe yok ki tam ve kapsamlı bir barış sağlanması yönünde olmuştu. Nitekim 5 Ocak 1990 tarihinde de barış ilan etmiştik. Ancak iki ülke arasında arzu ettiğimiz barış için gerekli yolu henüz açabilmiş değiliz. Savaş trajedileri ve yeniden patlak vermesi olasılıklarını bir kenara bırakalım. Şüphe dolu açıklamalar, zan ve endişelerin hayırlı ve umutlu olan düşüncelere baskın gelmesi anlaşılabilir bir durum. Şimdi her iki tarafın da kendi bakış açılarıyla söylediklerini tekrar etmeye gerek yok. Zira bu tekrar, diyaloğu kapsamı ve yapıcı amaçlarından uzaklaştırıp tartışmalara neden olabilir. Yalnızca Irak ve İran arasında değil tüm Arap ülkeleri ve İran arasında umduğumuz acil ve kapsamlı barışın önüne geçecek anlaşmazlık noktaları ortaya çıkabilir.
Bu kez sizlerle doğrudan iletişime geçiyorum. Müslümanların Rahman’ın rızasını kazanmak için oruç tutuğu bu mübarek ayda aramızda doğrudan bir görüşme gerçekleştirme teklifinde bulunuyorum. Bizim tarafımızdan bu mektubun sahibi Allah’ın kulu Saddam, Yardımcısı İzzet İbrahim ed-Durri ve yardımcılarımızdan bir heyetin sizin tarafınızdan siz Ali Hamaney, Haşimi Rafsancani ve yardımcılarınızdan bir ekibin katıldığı bir zirve önerisinde bulunuyorum. Ayrıca bu görüşmenin Mekke-i Mükkereme’de Beytullah’ta veya uzlaşma sağladığımız başka bir mekânda gerçekleştirmeyi ve Allah’ın yardımıyla halklarımız ve tüm İslam aleminin beklediği barışa ulaşmayı talep ediyorum. Böylece herhangi bir sebepten ötürü yeniden akabilecek kanları korumaya almış oluruz. Irak ve İran arasında fitne çıkmasına neden olan güçlerin savaşı yeniden körükleyip iki ülke arasında barış sağlamasını uzak bir ihtimale dönüştürmesi mevcut olasılıklar dahilinde.
Bazı süper ve büyük güçler ile Siyonistler tarafından Irak ve Arap ulusuna yapılan tehditleri muhakkak takip ediyorsunuzdur. Şüphe yok ki bu tehditlerin asıl amacının bölgede fesat çıkarmak ve sapkın yolunu tıkayan, bunun yanlışlığını gösteren, bölgedeki şeytani arzu ve hırslarını gerçekleştirilmesini engelleyen ve her Müslüman hatta Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman eden herkes için çok değerli olan Filistin’deki Arap toprakları ve mukaddes Kudüs’teki işgalini sonlandırmak isteyenlere baskı uygulamak için Siyonist oluşumun varlığını sürdürmek olduğunun farkındasınızdır.
Allah’ın yardımıyla oklarının hedefi tutturamamasını ve hayal kırıklığına uğramalarını niyaz ettiğimiz kötü güçler, bir yandan İran ile diğer yandan Irak ve Arap ulusu ile kanlı ve silahlı çatışmaları yeniden tesis etmek için çalışacaktır. Bunu gerçekleştirmek için gerekli imkanlara sahipler. Bu gerçekleştiği takdirde tüm Müslümanlar, imkân ve yeteneklerini Filistin’deki kutsallarını kurtarmaya yönlendirme fırsatını kaybetmekle kalmayıp aynı zamanda sahip olduklarının çoğunu da kaybedeceklerdir.
Irak'ın doğru olduğunu düşündüğü şeyi başarmanın ve İran'ın doğru olarak gördüğü şeye ulaşmanın aramızda gerçekleştirilecek ve barış çabalarına gölge düşürmek isteyenlerin planlarını suya düşürecek doğrudan görüşmeyle mümkün olacağına inanıyoruz. Niyetimiz Allah’ı da halklarımızı da razı edecek içtenlikli bir barış sağlanması yönünde. Derin ve sağlam bir inançla iki ülkenin vazgeçilmez haklarını sağlama niyetindeyiz.
Hayırlı işlerde acele ediniz ilkesine dayanarak sizlere mübarek Ramazan Bayramı’nın ikinci günü veya uzlaştığımız başka bir günde bu görüşmeyi gerçekleştirmeyi teklif ediyorum.
Mekke ziyaretiniz ve ev sahibi ülkenin ilgili tören gereksinimleri ile ilgili olarak, Suudi Arabistan’da kardeşlerimizle karşılıklı saygı ve kardeşlik temelinde Kral Fahd bin Abdulaziz’den gerekli düzenleme ve hazırlıkları yapmasını rica edeceğiz. Şu ana kadar bu mektubun içeriği ile ilgili herhangi bir bilgilendirmede bulunulmadığını belirtmek isteriz.
Toplantının gerekliliklerini hazırlamak ve durumu kolaylaştırmak için Tahran ve Bağdat’ta karşılıklı olarak temsilcilerimiz olması ve gerekli iletişimin sağlanması için iki başkent arasında doğrudan telefon hatları açmanın gerektiğini düşünüyoruz.
Allah’ım teklif ettiğime şahit ol.”
Vesselamu Aleyküm
Saddam Hüseyin
21 Nisan 1990 / 25 Ramazan 1410 - Bağdat

Birkaç gün sonra Saddam Hüseyin, Rafsancani’den mektubuna bir yanıt aldı:
“Sayın Saddam Hüseyin,
Mektubunuz elime ulaştı. Aslında keşke bu mektubun konuları sekiz yıl önce dikkate alınmış olsaydı. Asker göndermek yerine bu mektup gönderilmiş olunsaydı. İran, Irak ve belki de tüm İslam alemi bugün tüm bu kayıp ve kurbanlarla karşı karşıya kalmazdı. Herkes biliyor ki İslam Devrimi, her zaman İslam ülkelerinin yakınlaşması, İslam ve Müslümanların ihtişamı ve büyüklüğünü, gaspçı İsrail rejimine karşı mücadele ve Filistin’in kurtuluşu konularını başından beri ve daima en öncelikli konuları arasına yerleştirmiştir. Keşke Arap dünyasındaki tüm ülkeler, bazılarının yaptığı gibi bu Siyonizm, küstahlığı ve onunla iş birliği yapılmasına karşı olan devrimin tutumunu bilseydi. Şimdi Ortadoğu’daki denge İslam’ın lehine olacak, İsrail ve küstahlığı varlığını bu kadar genişletme fırsatı bulamayacaktı. Elbette ki Arap ulusu ile bir sorunumuz yok. Son 10 yıl içerisinde tarihi bir fırsatın kaçırılmış olması üzücü bir durum. Devrimin başından itibaren bize istemediğimiz yıkıcı bir savaş dayatıldı. Bu savaş, ülkenin batı sınırlarındaki topraklarımızın büyük bir kısmını etkisi altına aldı. İran ve Irak’ın mücadele için kullanılması gereken insani, ekonomik ve asker, enerji ve imkanlar heder oldu. İslam düşmanları ve büyük güçler, onları koruma bahanesinden yararlandılar ve müdahalelerini arttırdılar. Bunun yanı sıra İsrail, bu fırsatı değerlendirip düşmanca genişleme planlarından bazılarını uygulamaya koydu. Bunun sonuçlarından biri, (Mısır ve İsrail arasındaki) Camp David anlaşması ve bazı ülkelerin İsrail ile pazarlık yapmasının normal bir durum haline gelmesi oldu.
Defalarca söyledik savaş patlak vermeseydi, İran ve Irak halkının elindeki imkanlar birlik uğruna ve Müslümanların çıkarlarını korumak için kullanılsaydı Batı küstahlığı ve Siyonizm buna cesaret edemeyecekti.
Her halükârda olan her şeyden bir ders çıkarılmalı, barış ve savaşsızlık halinin devam etmesine ve yeniden savaşın patlak vermesine dikkat edilmelidir. Aksi takdirde İran ve Irak devletleriyle halkları için daha çok acı ve yıkım, İslam ümmeti için daha büyük bir zayıflık söz konusu olacak. Küresel inançsızlığa ayrıcalık kazanma fırsat ve mutluluğu sunulacak. Elbetteki dayatılan savaş tecrübesi, bir askeri saldırının İslami kitlelerin iradesine bağlı bir devrimin temelleri ve direklerini sarsmayacağının anlaşılmasını sağladı.
Burada devrimin lideri ve kurucusu İmam Humeyni’nin kabul kararından sonra bunu ilan ettiğini vurgulamak gerek. Nitekim Humeyni, “Halkımızla dürüstçe konuşuyoruz. 598 sayılı karar çerçevesinde sağlam bir barış düşünüyoruz. Bu hiçbir şekilde bir taktik değil” demişti. Gerçek ve kapsamlı bir barışa ulaşma çabamızda herhangi bir şüphenin galip gelmesine izin vermeyeceğiz. Sayın Hamaney, merhum imamımızın kapsamlı bir barışa ulaşmak için çizdiği yolu sıkı bir şekilde sürdürüyor. Bu temelde özellikle de gaspçı İsrail’in koruyucularının daha fazla ayrıcalık elde etmek, Müslümanları zayıflatmak ve Siyonistleri güçlendirmek için İslam dünyasının parçalanmasından yararlanmaya çalıştığı mevcut durumda iki ülkeyi kapsamlı bir barışa ulaştıracak her türlü girişim ve öneriyi memnuniyetle karşılıyoruz. Ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumu arzu etmiyoruz. Fakat kararlı bir şekilde İslam ümmetinin çıkarlarını koruyan gerçek ve kapsamlı barış yollarını tercih ediyoruz.
Müslüman topraklarının bir kısmının işgaline devam edilmesi kapsamlı ve bir barış yolunda hareketimizi yavaşlatacak veya sonuçsuz bırakacaktır. Biliyorsunuz ki savaşı durdurma kararımızın ardından Irak içindeki tüm kuvvetlerimizi gecikmeden sınırlarımıza çektik. Emin olun ki, kendilerini İslam'a ve devrime adayan İran halkı için bu durum karşı tarafın iyi niyetine dair onda ciddi bir şüphe yaratıyor. Barış yolunda yürürken savunma safhasında da halkın güvenine sahip olmaya kararlıyız.
Bir diğer nokta iki ülkenin liderleri arasında temas kurulmadan önce tarafımızdan bir temsilci ve sizin tarafınızdan bir temsilci, nihai karar için gerekli zemin ve hazırlık adımlarının çok geç olmadan elde edilebilmesi için başarılması gereken şeyler hakkında konuşmak üzere her iki tarafla dostane ilişkileri olan ülkelerden birinde bir araya gelmelidir.
Öte yandan prosedürler, ihtilafların çözümü için uygun çerçeve olarak 598 sayılı kararın benimsenmesiyle ilgili herhangi bir kusur olmayacak şekilde olmalıdır.
“Ben sadece gücüm yettiğince düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hud Suresi 11/88)
Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani
1 Mayıs 1990 / 6 Şevval 1410

Filistin lideri Yaser Arafat'ın gönderdiği bir delege, Saddam'ın mektubunu Tahran'a ulaştırdı:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani
Cihat ve devrime selam olsun.
Elçimiz Ebu Halid’in size Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin tarafından gönderilen özel bir mektubu ulaştırması fırsatını değerlendiriyorum. Bu ani ve önemli mektup Irak’tan İran’a hatta Irak yönetiminde İran yönetimindeki kardeşlerine, genelde İslam ümmeti, özelde Arap ulusunun içinden geçtiği tehlikeli koşulların dikte ettiği bir iyi niyet girişimidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in yaptığı bu girişimin önünde Arap ve İslam alemleri hatta üçüncü dünya ülkelerinin halkları ve özellikle de Filistin halkı sizden olumlu ve yapıcı bir girişim bekliyorlar(…)
Tüm sevgim ve kardeşlik duygularımla Müslümanların arzu ettiği ve başarıya ulaşması için can attığı bu mübarek adımı hızlandırma çağrısında bulunuyorum.
Kardeşiniz Yaser Arafat el-Hüseyni
Filistin Devlet Başkanı
22 Mayıs 1990 / 27 Şevval 1410

Saddam’ın 19 Mayıs tarihli mektubunun metni;

Selamlamadan sonra: El yazısıyla gönderilen cevap mektubunuzu aldım. Okudum ardından yönetimdeki kardeşlerimle de birkaç kez okuduk.  Her ne kadar çatışmanın bir nedeni ya da sonucu olan, iki ülke arasında askıdaki sorunlara kesin ve nihai bir çözüm sunmak için zirve düzeyinde sizinle aramızda bir toplantı yapma teklifimizi kabul ettiğinizi anladık ve bundan memnuniyet duyduk ancak buna rağmen mesajın ruhu umduğumuz gibi değildi. Bunun nedeni ise başlangıçta ve fırsat bulunan her yerde gizli ifadeler/imalar içeriyordu. Sonuç kısmında ise kaba idi.
Sayın Rafsancani, doğrudan size yazmayı düşündüğümüzde aramızdaki ilişkiyi özel durum açısından gözden geçirdik. Yazma yönteminin doğrudan bir yöntem olduğunu fark ettik. Doğrudan bir toplantı ve doğrudan bir diyalog elde etmenin en uygun yolu olduğunu keşfettik. Irak ile İran hatta Arap milleti ile İran arasında arzu edilen barışı sağlamak için daha etkili bir yol olmadığı kanısına vardık.
Aramızdaki barışın, tek taraflı bir inançla sağlanmayacağını bildiğinizi varsayıyoruz. Biliyorsunuz ki bir tarafın sunduğu gözetimin diğer taraftan bir girişim söz konusu olmadıkça faydası olmaz.
İlk mektubumuzu yazmadan önce son 10 yıl boyunca her iki taraf da birbirine güçlü belki de en kaba ifadeleri kullandık. Bu üslubun etkisi ve bu etkinin bir türü olan aramızdaki çatışma ve savaş safhaları barışa ulaştırmadı.
Mektubunuzda yer alan ifade ve terimler arasında ‘dayatılan savaş’ ve ‘anlama yavaşlığı’ yer aldı. Mektubunuzu bu tür yazışmalarda alışıldığı üzere ‘Selamun Aleyküm’ ifadesi ile değil de ‘Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun’ ifadesiyle sona erdirdiniz.
İnandığımız ve bizim için büyük anlamları olduğu için başka hiçbir neden olmaksızın barış istediğimiz için mektubumuzda insani değerlerimizi ve niyetimizi ortaya koyan ifade ve kavramlar kullandık. Yalnızca Allah’ı ve insanları razı edecek ifadeler kullandık. Bu, algı ve fikirlerimizde bir değişikliğin başlangıcı anlamına gelmez. Aksine muhatabımıza daha yakın yeni bir kapı açmak istediğimiz ve onurlu, halkımız ve insanlığa hizmet eden bir hedef olarak gördüğümüz barış yaklaşımı lehine onu daha fazla etkileme yeteneğine sahip olduğumuz anlamına gelir. Çünkü bu yöntem, bu amaç için en uygun yol ve yöntemdir. Yeni bir iletişim yöntemi denememiz gerekiyor. Bu ne savaş ne de geçmiş zamana dair bir yöntem olmamalı. Bu nedenle en uygun yöntemin yazışma olduğuna karar verdik.
(…)
Barışa ulaşmak için birlikte çabalarken, hiçbirimizin geleceğin pahasına geçmişle meşgul olmaması tavsiye edilir. Çünkü geçmiş olayları yeniden hatırlayıp durma politikasına bağlı kalmak, bu tutumu sergileyen herkesin halk tarafından suçlanmasına neden olur. Hepimizin yavaş anladığı anlamına gelir. Bu tavrımızla, niyetimiz geçmişten kaçmak değil. Çünkü biliyor ya da tahmin edersiniz ki bizler savaş ve düşmanlığı kimin nasıl başlattığına dair bakış açımızı ayrıntılı belgelerle destekleyerek masaya koyabiliriz. Ayrıca belgelerin halkı ya da daha geniş çapta insanlığı ikna etme konusunda herhangi bir tarafın söyledikleri ya da ön yargılı açıklamalarından daha etkili olacağını da bilirsiniz. Yine biliyorsunuz ki bu konunun üzerine düşüp derinlerine dalmak, 1988 yılının Temmuz ayı öncesine işaret ettiğiniz gibi kronolojik sırada biri ilk olduğu temelindeki araştırmamızın giriş noktası kabul edilirse, savaş dönemi ve sonrasına, ondan önceki veya ona karşılık gelen zamana paralel argümanı kanıtlamak, zaman ve çaba gerektirir. Çatışmanın her iki tarafının da başlangıç için bir zaman belirlediğini ve diğer tarafın dayandığı argüman ve gerçekler dışında argümanlara ayrıca pratik ve yasal gerçeklere dayandığını da bilirsiniz. Buradan, kimin savaşı dayatılmış bir savaş olarak tanımlama hakkına sahip olduğu ve kimin asker göndermek yerine mektup göndermeye eseflenme hakkı olduğu ortaya çıkacaktır. (…)
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 598 sayılı kararına gelince; bize göre iki ülke arasında üzerinde anlaşılan kapsamlı ve kalıcı bir barış planı olarak 1987 yılının Temmuz ayında kabul ettiğimizden bu yana içerdiği ilke ve hükümlere bağlılık gösterdik, hala da gösteriyoruz.
Bu temelde iki ülkenin de eşit derecede yararlanacağı bir barış arayışı içindeyiz. Çatışmanın her iki tarafının da barışı sağlamaya yönelik ciddi bir istek, anlamlı pratik işaretler dışında görüşme için peşin bir bedel ödemesi gerekmiyor. Barış sağlandığında her ülkenin ordusu kendi ülkesinde olacak. Hiçbirinin de iki ülkedeki herhangi bir karış toprak ya da suda bir uzantısı olmayacak. Özel şartlar ne savaş ne de barış durumunu zorunlu kıldı.
Mektubunuzda Irak topraklarından çekildiğinizi belirttiniz. Bununla, bilinen özel koşullar altında Halepçe'den cümlenin sonuna kadar çekilmenizi kastediyorsunuz.
Bu konuya cevabımız, ordularımızın 1980 yılında silahlı çatışmanın başlangıcında bilinen koşullar altında girdikleri topraklarınızdan çekildiğidir. Çekilme, 20 Haziran 1982 tarihinde gerçekleşti. 10 Haziran 1982 tarihinde de görsel ve işitsel medya aracılığıyla çekilme kararı aldığımızı ve en fazla on gün içinde çekileceğimizi duyurmuştuk. Nitekim bunu da uyguladık. Öte yandan kuvvetleriniz özel savaş koşullarında Halepçe'den çekildi. Bu koşullar ordularımızın çekildiği koşullar değildi.
Bu nedenle Halepçe’den özel koşullar altında gerçekleştirdiğiniz çekilmenin açgözlü olmadığınızın, başkalarının topraklarına el koyma arzunuz bulunmadığının ve iyi niyetinizin kanıtı olarak değerlendiriyorsanız, 1982 yılında topraklarınızdan çekilişimiz ve 1988 yılının Temmuz ayında güney ve orta kesimlerde gerçekleştirilen Tawakalna ala Allah (Allah’a dayandık) Operasyonlarının dördüncüsünden sonra topraklarınızdan çekilmemiz başka delillerle birlikte iyi niyetimiz ve Irak’ın İran’ın bir karış toprağına el koyma isteğinin olmadığının kanıtıdır.
Her halükârda bizim açımızdan barış, herhangi bir tarafın bir diğerinin sabit hakkını gasp etmemesi ve ne bir karış toprak ne de bir yudum suyuna el koymaması anlamına gelir. Bu, en zor ve düşmanca durumlarda bile altını çizdiğimiz ve bağlı kaldığımız bir yöntemdir. Bu nedenle barış görüşmelerinde başarıya ulaşmanın bir yolu olarak sizi buna bağlı kalmaya çağırırken, bizim de Allah’ın izniyle buna bağlı kalacağımız açıktır.
“Cenevre'deki büyükelçimiz tarafından oradaki büyükelçinize iki tarafın temsilcileri arasında yapılacak bir ön görüşme ile ilgili sorulan sorulara verdiğiniz yanıttan, zirve toplantısına hazırlanmak için bu yöntemi tercih ettiğinizi anladık. Bunu kabul ediyoruz. Cenevre'deki büyükelçimiz Barzan et-Tikriti, büyükelçiniz Cyrus Nasseri ile her iki tarafın da görüş alışverişinde bulunması için bize yetki verdi. Böylelikle her bir taraf, zirve düzeyinde toplantı yaparken bizim için tabloyu netleştirmek ve görevimizi kolaylaştırmak için bizi ilgilendiren konularda karşı tarafın görüşünü bilebilecek.
Zirvenin yapılacağı yer konusunda hala teklifinizi bekliyoruz, çünkü cevabınızda önerdiğimiz yer; Mekke-i Mükerreme hakkında net bir görüş bulamadık. Bu, delegelerin tartışacağı konulardan biri olabilir.
Zirveye kimlerin katılacağına gelince, zirve düzeyinde gerçekleştirilecek toplantının iki ülkedeki ana karar alma mercilerini içermesi gerektiğine inanıyoruz. Bu görüşmenin iki ülke arasında bir zirve düzeyinde gerçekleştirilmesi fikrini kabul ediyorsanız, biz Allah’a tevekkül edip bunu düzenlemeye hazırız. Çünkü bizlerin zirveye katılması meseleleri iki taraf için de kabul edilebilir nihai bir çözüme kavuşturma konusundaki ciddiyetimiz açısından bir sınav niteliğindedir. Allah’ın yardımıyla bu başarıldığı takdirde ardından kalıcı ve kapsamlı bir barış söz konusu olacaktır. Önemli karar mercilerinin zirvenin dışında tutulması üzerinde anlaşılanların uygulanması ve buna bağlılık gösterilmesinin düzeyini etkileyecektir (…).
Barış, aslında psikolojik olarak iplerini dokuyanların içinde başlar ki gönüllerde istikrarlı bir hal alabilsin. Bu nedenle barış sağlama sürecine en başından katılanlar, kendilerini ahlaki ve psikolojik olarak onu uygulamaktan ve ona bağlı kalmaktan sorumlu olduklarını görecekler. Karar merkezinin tüm ağırlığının varlığı, kararlaştırıldıktan sonra barış sürecini karmaşıklaştıracak veya geciktirecek her türlü tartışmayı ortadan kaldırır. Bu nedenle Devrimci Komuta Konseyi Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Devrimci Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı’nın zirve toplantısına katılması önerimizi yineliyoruz. İran tarafından Hamaney ile Rafsancani'nin zirveye katılmasını umuyoruz.
Saddam Hüseyin
19 Mayıs 1990 / 24 Şevval 1410 - Bağdat

Rafsancani’nin bu mektuba cevabı aşağıdaki gibidir:

Selamlamadan sonra: Mektubunuzu aldım (…). Mektubunuzdan da anlaşıldığı üzere hükümetinizin barış konusunda ciddi olma olasılığı göz önüne alındığında, size ikinci cevabımızı gönderiyoruz. Ancak bundan sonra gerekli haller dışında mektup alışverişiyle zaman kaybetmeyeceğimizi ve iki halk ve bölgenin ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumdan daha fazla acı çekmemesini umuyoruz. Allah’a niyazım; bu son mektup olur ve barış yolunda ciddi pratik adımlara tanıklık ederiz.
Mektubunuzda cevap mektubumuzun bazı ifadeleri ve içeriğiyle ilgili bir şikayetler var. Barış mektuplarında zararlı veya acı verici konuları gündeme getirmeyi biz de tasvip etmiyoruz. Ancak maalesef, bu binanın temeli yazdığınız ilk mektupta atıldı. Size göre çatışma kalıntılarını ortadan kaldırmak ve dostluk yolunu açmak için gönderilen ilk mektubunuzda ilk iddianız ‘Arap ulusuyla’ mücadele ettiğimiz yönünde. Bu konuda büyük çabalar sarf edildiği ancak ne başarı ne de bir sonuç elde edilebildiğiydi.
Siz ve o günlerde ‘İlerici Hareket’ ve ‘Yüzleşme Cephesi’ hakkında konuşan partiniz, savaş boyunca sizi destekleyenler arasında ‘Arap ulusundan’ olmayan bireyler olduğunu söylemiştiniz. Yazım-yayın ve bazen de bazı belgeleri sunma konusunda kimliklerini ifşa etmek için bir dereceye kadar yeterince çaba gösterildi. İlerici hükümetlerin ve sizinle birlikte ‘yüzleşme cephesinde’ bir siperde bulunanların çoğunun bu mücadelede bizimle olduklarını veya en azından önyargılı olmadıklarını unutmanız pek olası değil.
İlk mektubunuzda, emperyalizmin saldırısına karşı Filistin, Filistinliler ve direniş güçlerinin faaliyetlerini benimseme tutumundan bahsettiniz. Ancak bu mektubu yazanların bu alanda öncü olan İran İslam Cumhuriyeti'nin (Filistin) davasına olan sempatisine kayıtsız kalmaları ve küstah saldırının ilk hedefinin İran devrimi olduğunu bilmemeleri olası değildir. Mektup, güven inşa etmek için yazılmış olsaydı, bu gerçeği göz ardı etmemek daha iyi olurdu.
Üstelik resmi yazışmalarda izlenen görgü kuralları birinci ve ikinci mektuplarınızda dikkate alınmamış. Mektubumuzda işaret ettiklerinize benzer, olumsuz ve acı verici argümanlar içeren ifadelerle karşılaştım. En iyisi bunları aşmak. Şikâyet etmenin yolunu açmamış olsaydınız bunları yazamazdık. Çünkü bir kavga ve mektup savaşı değil, barış arayışı içindeyiz.
Görüşmelerdeki temsilcilerin seviyesine gelince, Sayın Hamaney'in toplantılara katılmayacağını açıklığa kavuşturmakta fayda var. Tabii ki Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililer liderin görüşüne aykırı bir şey yapmayacaklar ve Cumhurbaşkanı katılırsa kaçınılmaz olarak tam yetkiye sahip olacak. Mektubunuzda ifade ettiğiniz endişeye gerek yok.
Barış yolunda iyi niyet ve ciddiyeti kanıtlamak için, ikinci mektupta 598 sayılı Kararın kabulünden sonra kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile Kudüs operasyonlarından sonraki durum ve Hürremşehr’in geri alınması ve savaşın sonunda taktiksel geri çekilme arasında bir karşılaştırma yapıldı.
Daha fazla açıklamaya gerek olmayan bu araştırmaya girmemiş olmanız arzu edilirdi. Siz kendiniz biliyorsunuz ki Hürremşehr’in fethinden sonra bile askeri güçleriniz, Naft Shahr, Khosravi, Mehran şehirleri güney cephesiyle farklı koşullara sahip onlarca kuvvet dahil olmak üzere İran topraklarında birçok yerde askeri kuvvetleriniz merkezi cephede kaldı. Bölgelerin çoğu savaşın ilk gününden ve şimdiye kadar kuvvetlerinizin işgali altında olduğundan, askeri liderlerinizin bu gerçekleri sizden gizlemesi pek olası değil.
Tepkilere yol açan provokatif durumlardan kaçınmamız gerektiği mektuplarda defalarca vurgulanmasına rağmen bu iddialarla çelişen bazı iddialara atıfta bulunulmuştur. Hakların tanımının kişisel izlenim ve isteklere değil, bilinen yasa ve yönetmeliklere göre olduğunu biliyorsunuz. İki devlet arasında barışı sağlamanın önemli ilkelerinden biri, sözleşmenin yerine getirilmesi ve uluslararası garantilere saygıdır. 598 sayılı kararın kabul edildiğine dair onayınızı olumlu olarak değerlendirdik. Ancak bu kararın açık ve belirsizlik içermediğini ve uygulanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından önerilen yöntemler temelinde uygulanabileceğini belirtmekte fayda var.
Yararsız tutumların tekrarı, Genel Sekreterin gözetimindeki birkaç tur görüşme sırasında pratik açıdan yararlı olmadıklarını gösterdi. Genel Sekreter’in temel görevlerinden biri olan 598 sayılı Karara göre iki ülke arasında kapsamlı ve istikrarlı bir barış tesis etmek için savaşı başlatan kişiyi belirlemede sorun olduğunu kapsamlı ve nihai bir barışa ulaşmak için aşamalı önlemlere ve pratik adımlara giden yolu kapattığını ortaya koydu. Kanıtı olmayan iddialar da öne sürüyoruz ve bu nitelikteki her şey iyi niyetle çelişiyor. Bunların her iki tarafın barışçıl hedefleriyle tutarsız olduğunu düşünüyoruz. Bağdat'ta yapılan zirve toplantısı kararında 598 sayılı karar ile Irak ve İran'ın haklarına yansıyan uygunsuz ifadelerin, iyi niyet, barış ve dostluğa güven kazanma yolunda sorun yaratması üzücüdür.
Büyükelçi Nasseri, temsilciniz (Barzan et-Tikriti) ile görüşmelerde bizim temsilcimizdir. Görevi, kararı uygulamak ve iki ülke arasındaki barışçıl ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırlamak için temel konular hakkında konuşmaktır. Zaman öldürmeye ve mevcut durumu uzatmaya neden olan resmi ve marjinal meselelerin tartışılmasına katılmaktan kaçınmasını istedik. İki ülkenin Cumhurbaşkanları toplantısının ancak iki tarafın olumlu sonuçlarından emin olması halinde uygun ve geçerli olacağını vurgulamalıyız. Aksi takdirde, mevcut durumdan daha fazla olumsuz etkileri ve kayıpları olabilir.
Zirvenin yapılacağı yere gelince, Suudi Arabistan toprakları şu anda barış görüşmeleri için uygun bir yer değil. Çeşitli yerlerin varlığına dikkat edersek, iki tarafın doğru yeri seçmesi bizim için sorun teşkil etmeyecektir. (…) Genel Sekreterin ön görüşmelerdeki gelişmelerden haberdar olması doğaldır ve gerekli durumlarda barışın geliştirilmesine yönelik görüş ve girişimlerinden faydalanabilir (…).
Mektubumu sona erdirirken, Allahu Teala'dan anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve iki halk için barış yolunu açmak üzere bizi tam başarıya ulaştırmasını diliyorum.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Tahran

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’