Şarku’l Avsat, Amr Musa’nın kaleme aldığı ‘Arap Birliği Yılları’ kitabından bölümleri yayınlıyor... (4) Musa: İsrail, Arap Girişimi’ni olumsuz karşıladı, çünkü girişim İsrail’i Araplarla müzakereye itiyordu

Amr Musa, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz, Prens Suud el-Faysal (Eski Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı) ve Şeyh Abdullah bin Zayed Al Nahyan (Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı) ile birlikte
Amr Musa, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz, Prens Suud el-Faysal (Eski Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı) ve Şeyh Abdullah bin Zayed Al Nahyan (Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı) ile birlikte
TT

Şarku’l Avsat, Amr Musa’nın kaleme aldığı ‘Arap Birliği Yılları’ kitabından bölümleri yayınlıyor... (4) Musa: İsrail, Arap Girişimi’ni olumsuz karşıladı, çünkü girişim İsrail’i Araplarla müzakereye itiyordu

Amr Musa, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz, Prens Suud el-Faysal (Eski Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı) ve Şeyh Abdullah bin Zayed Al Nahyan (Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı) ile birlikte
Amr Musa, Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz, Prens Suud el-Faysal (Eski Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı) ve Şeyh Abdullah bin Zayed Al Nahyan (Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı) ile birlikte

Şarku’l Avsat’ın eski Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın yakında Daru’ş-Şuruk yayın evi tarafından yayımlanacak olan ve editörlüğünü Halid Ebu Bekir’in üstlendiği ‘Senevatu’l-Camiati’l-Arabiyye’ (Arap Birliği Yılları) adlı kitabının bazı kısımlarını yayınladığı yazı dizisinin dördüncü bölümünde Musa’nın kitabının toplam 66 sayfalık iki bölümünü ayırdığı Filistin meselesi yer alıyor. Musa, söz konusu bölümlerin ilkinde merhum Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdulaziz (o dönem Veliaht Prens’di) tarafından başlatılan ve 2002 yılında Beyrut'taki Arap Birliği Zirvesi’nde kabul edilen Arap Barış Girişimi'ne değinirken ikincisinde Filistin meselesini ele alıyor. Bu bölümde Filistinlilerin Fetih ve Hamas arasında ya da bir başka deyişle Batı Şeria ve Gazze arasında bölünmesinin ve ABD'nin Annapolis kentinde gerçekleştirilen Ortadoğu barış konferansının yanı sıra 2009 yılında İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları çerçevesinde Arap ülkeleri arasındaki bölünmeyi ve ABD yönetiminin Filistin meselesine dair tutumunu değerlendiriyor.
Musa kitabının bu bölümünde, Arap Barış Girişimi’nin ayrıntılarını ve bazı hükümlerine ilişkin yaşanan bir takım anlaşmazlıkların çözülmesi için yeniden formüle edilmelerindeki rolünü aktarıyor.

Bundan sonrasını Amr Musa şöyle anlatıyor:
İkinci Filistin İntifadası’nın gerçekleştiği dönemde Arap Birliği Genel Sekreterliği görevini üstlendim. İsrail'in uzlaşmazlığı da devam ediyor hatta daha da şiddetleniyordu. Mevcut çıkmaz aynı zamanda ‘Barış Sürecini’ de (kötüleşen Arap-İsrail müzakereleri için ortak kullanılan isimdir. Bu ifadeyi burada anlatımı kolaylaştırmak için kullanıyorum) felce uğratmıştı. Eski ABD Başkanı George W. Bush'un 20 Ocak 2001'de resmen göreve başlamasından aynı yıl 11 Eylül olaylarına kadar, ABD yönetimi İsrail-Filistin çatışmasına yönelik herhangi bir siyasi girişimde bulunmadı. Filistin intifadasını, yalnızca güvenlik önlemleriyle ele alınabilecek bir şiddet durumu olarak değerlendirdi.
ABD’nin 20 Ocak 2001'den 11 Eylül 2001'e kadar Filistin meselesine yönelik genel tutumu böyleydi.  Bush yönetiminin, 2000 Camp David Zirvesi’nde Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ile havuç politikasının başarılı olamayacağına ve elbette Filistin meselesinin uygun görülen bir vizyonla kontrol altına alınması ve bitirilmesi gerektiğinden Filistinlilere sopa politikası uyguladığı göz önüne alınırsa ABD’nin Filistin’e yönelik tutumunun 11 Eylül olaylarına kadar sabit olduğu görülüyor. Ancak 11 Eylül’den sonra işler değişti.
11 Eylül saldırılarının ardından Amerikan ordusu Afganistan’ın işgali için hazırlıklarını bitirirken, ABD yönetimi, ‘teröre karşı savaşı’ desteklemek için geniş bir uluslararası koalisyonu seferber etmekle meşguldü. Bush, “İsrail'in egemenliğine saygı duyulduğu sürece bağımsız bir Filistin devletinin kurulması her zaman ABD vizyonunun bir parçası olmuştur... Fakat önce Ortadoğu’ya yönelik ‘Mitchell Raporu’na (2000 yılındaki Filistin İntifadası’nın nedenlerini incelemek üzere ABD’li eski Senatör George Mitchell başkanlığındaki bir araştırma komitesi tarafından yayınlanan bir rapor) değinmeliyiz. Senatör Mitchell, dünyanın büyük bir kısmının üzerinde anlaşacağı geçerli bir plan ve Ortadoğu'nun sorunlarını nihai olarak çözmek için gerekli bir yol ortaya koydu. Müzakerelerin yapılabilmesi amacıyla şiddetin azaltılmasını sağlamak için her iki tarafla (Filistinli ve İsrail) çok çalışıyoruz” ifadelerini kullandı.
Bu açıklama aslında Bush’un bağımsız bir Filistin devletinden bahsettiği ilk açıklama oldu. Bu ifadeleri duyar duymaz, bunun yanlış bir operasyona yönelik bir ön çalışma ve hedefleriyle ilgili bir zemine hazırlık olduğunu düşündüm. Çünkü bazı ülkelere savaş açmak üzere olduklarını ve bunun için Arapların ve Müslümanların desteğine ihtiyaç duyduğunu tahmin etmiştim. Bu nedenle, Arap ve Müslüman ülkelerin çoğunluğu için temel sorun olan Filistin meselesi hakkında onlarla flört etmeye çalıştığından şüphe yoktu. Bu açıklamalardan yaklaşık beş gün sonra 7 Ekim 2001'de ABD, Afganistan'a karşı savaş başlattı. Bu da benim tezimi doğruluyordu.

Friedman ve Arap Girişimi’nin doğuşu
New York Times'ın ünlü köşe yazarı Thomas Friedman, 6 Şubat 2002'de ‘Dear Arab League’ (Sevgili Arap Birliği) başlığı altında kaleme aldığı makalede ABD Başkanı George W. Bush'tan Arap liderlere yönelik bir mesaj (Friedman, daha sonra mesajın sahte olduğunu açıkladı)  yayınlandı. Friedman makalede, “Diplomasiyi gerçekten yeniden şekillendirme gücüne sahip olan sizsiniz (Arap liderler), ben değil. İşte bunun nasıl yapılacağına dair tavsiyem: Mart ayında Lübnan'da bir Arap Birliği Zirvesi yapılması planlanıyor. Zirvenin basit bir çözüm sunmasını öneriyorum. Arap Birliği'nin 22 üyesi, İsrail'e, 4 Haziran 1967 sınırlarına tamamen çekilmesi karşılığında onu tam olarak tanınacağını, diplomatik ilişkilerin kurulacağını, normal ticari ilişkilerin ve güvenlik garantilerinin sağlanmasını, yani geri çekilme karşılında 22 Arap devletinin tümüyle tam bir barış yapılmasını teklif etsin” ifadelerine yer verdi.
Friedman, bir hafta geçmeden, o dönem veliaht prens olan merhum Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz ile Riyad yakınlarındaki çiftliğinde görüştü. Amerikalı gazeteci, 28 Mart 2002'de Beyrut zirvesinde 22 Arap ülkesi tarafından ‘Arap Barış Girişimi’ olarak kabul edilmeden önce ‘Prens Abdullah'ın Ortadoğu Barış Girişimi’ olarak bilinen inisiyatifi ilk kez duyurulduğu röportajı gerçekleştirdi.
Friedman'ın mesajının içeriğinin, Mısır Dışişleri Bakanı olduğum son yılım ve Arap Birliği Genel Sekreteri olarak geçen ilk yılım boyunca kendisi (Friedman) ile Davos'ta, her iki tarafın da temel ihtiyaçlarını dikkate alan dengeli bir barışın temellerini atmanın en iyi ve en etkili yollarına dair uzun bir tartışmadan önce oluştuğuna inanıyorum. Friedman bana halen bu görüşmeyi hatırlatır. En son 2019 yılının Ocak ayındaki görüşmemizde bunu bir kez daha yâd ettik. Bu vesileyle, Friedman ile görüşmek isteyenleri, Arap ülkeleri ve İsrail için hak ve yükümlülüklerin dengeli bir şekilde sunulması fikrinin ortak kökeninin ne olduğunu ona sormaları çağrısında bulunuyorum.
Ne var ki Arap ülkeleri tarafında bir çıkış yolu arıyorduk... Ama bize yönelik saldırı, ‘teröristler olarak’ ya da en azından ‘terörün finansörleri olarak’ 11 Eylül olaylarının ardından arttı.  Acı verici veya karşılıklı tavizler vermeden bizi savunmadan çıkaracak diplomatik bir savaşa geçmek gerekiyordu. O zamanlar Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin düşüncesi, ‘al gülüm ver gülüm’ mantığına dayalı sağlam bir düşünceydi.
Veliaht Prens (Kral) Abdullah, kendisine ve önerisine itiraz edilmeden Arap Barış Girişimi’ni başlatacak statüye sahip tek kişiydi. Zira Arap kamuoyu, tüm Arap hükümetleri ve dünya nezdinde büyük bir güvenilirliğe sahipti. Bu nedenle önerisi veya girişimi, tam bir desteği hak eden tarihi bir adımdı.

Suriye ve Lübnan’ın girişime yönelik baskısı
Suriyeliler, Veliaht Prens Abdullah'ın girişiminden rahatsızdı. Çünkü Veliaht Prens girişimini New York Times gazetesinde yayımlanan röportajla duyurmadan önce onlara danışmamıştı. Sanırım Veliaht Prens’in Suriyelilerle ilgili (Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat meselesindeki) son tecrübesi bu konuda etkili olmuştu. Girişimi açıklamadan önce onu baltalamaya çalışacaklarını düşünerek girişimi formüle etmeden önce onlarla istişare etmemeye veya koordinasyon kurmamaya karar vermiş olabilir. Suriyeliler bu duruma olan öfkelerini açıkça ifade etmeseler de girişimle ilgili görüşmeler sırasında bir takım çabaları oldu. İsrail'in 4 Haziran 1967 sınırlarına çekilmesine karşılığında Arap ülkeleriyle ‘tam normalleşmesi’ ibaresine odaklandılar.
Suriyeliler, ayrıca girişimin yayınlanan detaylarında değinilmeyen Filistinli mülteciler ve dönüş hakları kartını da zekice oyuna sürdüler. Çünkü Filistinlilerin ve ardından Lübnanlıların mülteciler konusundaki hassasiyetinin farkındaydılar. Çünkü Lübnanlı bazı mezheplerin mensupları, çoğunluğunu Sünni Müslümanların oluşturduğu yaklaşık 350 bin Filistinli mültecinin Lübnan'daki demografik dengeyi bozduğuna inanıyorlar.
Beşşar Esed, 3 Mart 2002'de Beyrut'a ilk kez resmi ziyarette bulundu. Bu, bir Suriye devlet başkanının elli yılı aşkın bir süre sonra ilk kez Beyrut’a gerçekleştirdiği resmi bir ziyaret olarak kayıtlara geçti. Esed ve Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud, ziyareti sırasında Veliaht Prens Abdullah'ın girişimine açıkça atıfta bulunmadıkları ortak bir açıklama yaptılar.
Ancak açıklamada şu ifadeler yer aldı:
“İsrail ile kapsamlı bir anlaşma, Filistinli mültecilerin evlerine geri dönmelerinin yanı sıra Batı Şeria ve Gazze'deki İsrail yerleşim bölgelerinin kaldırılmasını sağlamalıdır.”
Esed'in Beyrut ziyaretinin ardından Suudiler, girişimin önünü açan resmi açıklamalardan sessiz bir şekilde ‘tam normalleşme’ ifadesini çıkardılar. Bu bağlamda, 10 Mart 2002’de dönemin Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal, girişimin, İsrail'e, 1967 sınırlarına çekilmesi karşılığında ‘tam bir barış’ teklif ettiğini belirtti.

2002 Beyrut Zirvesi
Beyrut Zirvesi’nin başlayacağı 27 Mart 2002 sabahı, Veliaht Prens Suud el-Faysal beni kahvaltıya davet etti. Benden sonra Suriye Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara ile randevusu vardı. Fakat Şara erkenden gelmişti. Şara’nın Suud el-Faysal ile yalnız kalmak istediğini fark ettim ve bunu da sağladım. Mülteciler ve normalleşme (veya tanıma) meselesini Suriye-Suudi Arabistan görüşmelerinin sonuna bırakarak girişimin son halini formüle etmeliydim. Faysal ve Şara ile aynı salonda, ancak uzak bir masada oturup metni yazıyordum.  Amacım metni, Şara nezdinde Suriye'nin ve Faysal nezdinde Suudi Arabistan’ın huzurunda yazmak ve sunmaktı.
Beyrut'taki ünlü Phoenicia Hotel'in altıncı katında, VIP misafirlere ayrılan salondaydık. Şara’nın gergin Faysal’ın ise sabrının tükenmekte olduğunu fark ettim.  Beni onlarla bir araya getiren sabahın erken saatlerinde, Suriye’nin desteklediğim tutumunu Veliaht Prens ile konuştuk. Veliaht Prens’e, “Sonuç olarak bu, özellikle Birleşmiş Milletler’in (BM) 1948 tarihli 194 sayılı kararı ile desteklenen Filistinli mülteciler konusunda bir taslak hazırlama meselesidir. Tanıma veya normalleştirme konusu ise şartlı olduğu sürece bunda yanlış bir şey yok” dedim.
Ne var ki Suriye’nin tutumu girişime dahil edildi ve bu da girişimi zayıflatmadı. Suriye'nin başlı başına girişim fikrine karşı olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca (Kral) Abdullah ile çatışmamaya dikkat ettiğini de teyit edebilirim. Prens Suud ile Faruk eş-Şara arasındaki görüşmede nihai açıklama ile ilgili bir tartışma yapılırken onlara katıldım. Prens Suud, “Amr Musa bunu üstlenir” dedi.
Ben de hemen hazırlayacağımı ve ikisine de diğer bakanlara sunmadan - belki burada otururken - gösterebileceğimi söyledim ve öyle de oldu. Prens Suud, metni hemen onaylarken, Faruk eş-Şara metni kelimesi kelimesine okudu ve ‘Bu kapsamlı barış çerçevesinde İsrail ile normal ilişkiler kurmak’ yazan paragraftaki ‘normal ilişkiler’ ifadesine takıldı.
Ona, “Ey Ebu Mudar (Faruk eş-Şara), bu kaçındığınız tam normalleşme ifadesinden daha hafif bir ifadedir” dedim ve sustum. Hiçbir yorum yapmadı. Böylece ifadeyi kabul ettiğini düşündüm.
Sonra bana, “Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.
Ben de “Metni gramer ve düzenleme açısından tekrar gözden geçireceğim ve ardından diğer bakanlara bu konuda bilgi vereceğim.  Ama metni onlara sadece toplantıda dağıtacağım. Yani elimde sadece bir veya iki saat için bir kopya olacak ve sanırım toplantı bir süre ertelenecek” diye yanıt verdim.
Daha sonra Arap Birliği Genel Sekreteri için ayrılan ofise gittim. Zirveye hazırlık için çok sayıda bakanın geldiği ve açılış tarihi yaklaşan zirvenin yapılacağı otelin bir yer altı katında zirve dönem başkanına (Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud) tahsis edilen ofisin hemen yanındaydı.  Metnin kopyalarını vermeden isteyen herkese metni gösterdim.
Dönemin Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Mahir es-Seyyid gelişmelere hayret etti. Ona metin hakkında bilgi verdim. Suudi Arabistan ve Suriye dışişleri bakanları onu aralarındaki görüşmeye davet etmediği için yorum yapmadan gitti.
Kofi Annan (dönemin BM Genel Sekreteri) , Javier Solana (dönemin Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi) ve diğerleri, beni telefonla aradılar. Sanırım metnin bende olduğunu ve bunun tek metin olduğunu söyleyen Prens Suud’u aramışlardı. Bakanlara söylediklerimin aynısını onlara da söyledim.
Ofis Müdürümden (Hişam Bedir) metni İngilizceye çevirmesini, kendisinin yazmasını ve bana teslim etmesini istedim.
Zirve saati yaklaşırken metnin düzenlemelerini, Yaser Arafat'ın Ramallah'taki Mukataa adı verilen karargahından zirveye iletmek istediği bir mesajın yayınlanmasıyla ilgilenmem gerektiğinden Hişam Bedir'e bıraktım. Suriye ve Lübnan mesajın yayınlanmasına karşı çıktı.  Zirvenin başkanlığı da ikna olmadı. Zirvenin veya bazı üyelerinin tutumunun sağlam bir temele dayanmadığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Çünkü bu durum İsrail'in Arapların Filistin Devlet Başkanı'na yönelik tavrına alaycı bir şekilde gülmesine neden olmuştu.
Bu konu bana yüzümde net bir şekilde belirgin olan bir hayal kırıklığı ve sıkıntı hissi verdi. Merhum Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah, bunu fark etmişti. Elini omzuma koyarak, “Ey Amr, üzüldüğünüzde Asr Suresi'ni (*Asra yemin ederim ki, *İnsan gerçekten ziyandadır. *Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır) okuyun” dedi. Ben de öyle yaptım ve halen de yapıyorum. Allah ona rahmet eylesin. Onu ne kadar çok severdim.

Libya'nın girişime yönelik çekinceleri
Aslında, Beyrut Zirvesi’nin 28 Mart 2002'deki kapanış oturumu, Suriyelilerin ‘tam normalleşme’ ifadesini kaldırılmasında ısrar ettiği Arap Barış Girişimi metnine itiraz etmesi nedeniyle iki buçuk saat ertelendi. Bunun yerine ‘kapsamlı barış’ ifadesi getirildi ve Suriyelilerin zorlu müzakerelerin ardından ancak benimsediği bir formülle metinde ‘normal ilişkiler’ ifadesini kullandım. Arap Barış Girişimi’nin oybirliğiyle onaylanmasının önünde son bir zorluk vardı. O da Libya'nın girişimin üçüncü paragrafına olan itirazıydı.
Libya Dışişleri Bakanı kardeşim Ali Abdusselam Treki yetenekli bir diplomattı. Zirvenin ikinci günü öğleden sonra yapılan dördüncü (kapalı) oturumda söz konusu maddeye Libya’nın itirazını dile getirdi. İtirazı oturum tutanaklarına şöyle geçmiştir:
“Arap-İsrail çatışmasının sona erdiğini ve İsrail ile barış anlaşmasına girildiği belirten üçüncü paragrafa gelince bu, tüm Arap ülkelerini değil, toprakları işgal eden Arap ülkeleri anlamına geliyor sanırım. Kuzey Afrika'daki bir Arap ülkesinin İsrail ile barış anlaşması yapması gerekir mi? Libya'dan bahsetmiyoruz. Daha ziyade şu anda saldırıya uğrayan ve toprakları işgal edilen ülkelerden bahsediyoruz. Suriye, Lübnan,Filistin, Barış anlaşması yapanlar bunlar. Diğer Arap ülkeleri için, bu ne anlama geliyor?  İsrail ile barış anlaşması yapmamın sebebi ne? Metni hazırlayanların, taslağı hazırlayan komitenin ve sayın Genel Sekreteri’n bize İsrail ile kimin anlaşma yapacağını açıklamasını istiyoruz. Barış sürecini toprakları işgal eden ülkeleri mi yoksa tüm Arap ülkelerini mi kapsıyor?”
Birçok ülkenin Libya’nın itiraz ettiği paragraf metnine sadık kalmasının ardından Treki, Libya'nın ‘girişimi desteklediğini ve karşı olmadığını’ vurgulayarak, “Girişimin İsrail'i utandırmayı amaçlayan siyasi bir hamle olduğu konusunda hemfikiriz. Veliaht Prens Abdullah'ın girişiminin yanındayız. Ancak tüm Arapların İsrail ile barış anlaşmaları imzalamasını gerektiren bir metni kabul edemeyiz” ifadelerini kullandı.
Sonra Veliaht Prens Abdullah bin Abdulaziz sözü alarak, “Kardeşim Treki’ye teşekkür ederim. Bu konuda çekinceleri varsa çekimser olmaları kabul edilir” dedi. Sonra girişim oylamaya sunuldu ve Libya, girişime karşı oy kullanmadı, oybirliği ile kabul edildi. Ali Treki'ye Allah rahmet eylesin, samimi bir Arap'tı.

İsrail ve ABD’nin olumsuz tepkisi
İsraillilerden Arap Barış Girişimi’ne olumlu bir yanıt vermelerini beklemiyordum. Çünkü girişim onları Araplarla birlikte Filistin meselesini müzakere etmek gibi hoşlanmadıkları bir konuma, daha önce de kabul etmedikleri bir konuma itiyordu. Dolayısıyla zayıf bir tarafla ‘ikili görüşmeler’ onlar için daha fazla tercih edilen bir yöntemdi. Çünkü Araplarla birlikte herhangi bir şekilde karşı karşıya gelmenin, hatta müzakerenin asla çıkarlarına olmayacağının farkındaydılar.
İsrail'den Arap Barış Girişimi’ne yönelik olumlu bir yanıt beklemememin bir başka sebebi ise daha önce de değindiğim gibi Arap toprakları ve 4 Haziran 1967 sınırlarına çekilme karşılığında formülü yumuşatılmış olsa bile ‘tam normalleşme’ öngörüyor olmasıydı.
Fakat beni asıl şaşırtan, ABD’nin Arap Barış Girişimi’ne ılık bir tepki vermesiydi.  Ayrıca, Avrupalı, Amerikalı ve BM’nin yoğun bir şekilde ısrarcı olduğu nokta, sadece izlemek ve teşvik etmek değil, aynı zamanda girişimin başlatılmasını sağlamaktı.
Öyleyse neden girişime karşı bu soğuk tutum sergilenmişti? Bu, dünyanın girişimi desteklemesi, kabul etmesi ve karşılık vermesi için yaptığı baskıyı kendisine yönelik bir tehdit olarak gören İsrail’in tutumu değil miydi? Sonra İkinci İntifada sırasında şiddetin artmasıyla Arapların barış elini uzatarak ve özel ve ciddi biçimde formüle edilmiş ‘karşılıklı’ tavizler sunarak yeni bir tutum üzerinde fikir birliğine vardığı Arap Birliği Girişimi’ni BM Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) sunmak oldukça zorlaştı. Evet, ABD’nin girişime verdiği ilk tepki ılımlıydı. Eski ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher bunu sadece ‘önemli ve olumlu bir adım’ olarak nitelemekle yetindi. Birkaç gün sonra da, Dışişleri Bakanı Colin Powell, girişimi ‘önemli bir adım’ olarak tanımlarken (sanki farkında değilmiş gibi!) ancak daha fazla ayrıntıya ihtiyaç olduğunu belirtti.
*Kitabın bölümleri, Daru’ş-Şuruk ile yapılan özel anlaşma ile yayınlanmıştır
*Tüm hakları saklıdır
Amr Musa: Kaddafi, devrimden kurtulduğunu ve Bin Ali’nin ardından düşmeye aday olan ismin Mübarek olduğunu sanıyordu​​​​​​​
Amr Musa: Saddam Hüseyin uluslararası müfettişlere onay verdi, ancak ABD Irak'ta savaşa girme kararını almıştı
Amr Musa: Mübarek, İsmet Abdulmecid’in görevde kalmasını istemedi... 11 Eylül olayları bize karşı beslenen olumsuz duyguları ortaya çıkardı
Musa: Faysal, Muallim’in ‘şeytani’ hayallerine karşı çıktı. Şu an Lübnan’da tanık olduklarımız, Refik Hariri suikastının sonuçlarıdır



Gazze Şeridi'nin yeniden inşası için ABD tarafından sunulan Güneşin Doğuşu Projesi, kapsamlı Arap planını geciktirecek mi?

Gazze Şeridi'nin güneyindeki yıkılmış binaların enkazı arasında yürüyen Filistinli bir adam (AFP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki yıkılmış binaların enkazı arasında yürüyen Filistinli bir adam (AFP)
TT

Gazze Şeridi'nin yeniden inşası için ABD tarafından sunulan Güneşin Doğuşu Projesi, kapsamlı Arap planını geciktirecek mi?

Gazze Şeridi'nin güneyindeki yıkılmış binaların enkazı arasında yürüyen Filistinli bir adam (AFP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki yıkılmış binaların enkazı arasında yürüyen Filistinli bir adam (AFP)

ABD kaynaklı sızıntılar, Gazze Şeridi’nin bir bölümünün yeniden inşasına yönelik Güneşin Doğuşu Projesi adlı bir planın hazırlandığına işaret etti. Planın, ABD Başkanı Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’ın liderliğindeki bir ekip ile ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff tarafından hazırlandığı belirtiliyor. Bu gelişme, Gazze’de ateşkes anlaşmasının şu aşamada tıkanan ikinci safhasının en önemli unsurlarından biri olan ‘kapsamlı Arap planının’ hayata geçirilmesinde yaşanan aksaklıklar sürerken gündeme geldi.

Söz konusu ABD planı, Mısır’ın Washington ile ortaklaşa Gazze Şeridi’nin tamamının yeniden inşasının finansmanı için bir konferans düzenlemeyi değerlendirdiği bir dönemde ortaya çıktı. Kasım ayı sonunda ertelenen bu girişime ilişkin olarak Şarku’l Avsat’a konuşan uzmanlar, bunun ‘Mısır ve Arap dünyasının reddine rağmen Filistinlilerin yeniden yerinden edilmesine yönelik planların geri dönüşü’ anlamına geldiğini savunuyor. Uzmanlara göre bu durum üç olası senaryoyu gündeme getiriyor: ABD’nin kısmi planının Filistin’in Refah bölgesinde uygulanması ve Arap planının ertelenmesi; iki planın yerinden etme olmaksızın birleştirilmesi; ya da ateşkes anlaşmasının tamamlanamaması nedeniyle her iki planın da askıya alınması.

ABD’de yayımlanan Wall Street Journal gazetesi cuma günü yayımladığı haberinde, Kushner ve Witkoff tarafından hazırlanan ve Güneşin Doğuşu Projesi olarak adlandırılan planın, yabancı hükümetler ve yatırımcıların iş birliğiyle Gazze’nin enkazını gelecekte bir sahil destinasyonuna dönüştürmeyi hedeflediğini yazdı. Planda, Gazze halkının ‘çadırlardan lüks dairelere’ ve ‘yoksulluktan refaha’ taşınmasından söz edilirken, yeniden inşa süresince yerinden edilmiş yaklaşık iki milyon Filistinlinin nerede yaşayacağına dair net bir bilgi yer almadı.

Taslak metne göre projenin toplam maliyetinin on yıl içinde 112,1 milyar dolara ulaşması öngörülüyor. ABD’nin bu süre zarfında ‘önerilen tüm çalışma alanları’ için hibe ve borç garantileri sağlamayı taahhüt edeceği ifade ediliyor. Ancak gazeteye göre, yeniden inşa sürecinin Hamas’ın silahsızlandırılması ve tüm tünellerin imha edilmesi şartına bağlanması, projenin önündeki en büyük zorluklardan biri olarak öne çıkıyor.

Yeniden imarın dört aşamada gerçekleştirilmesi planlanıyor. Çalışmaların güneyde Refah ve Han Yunus’tan başlaması, ardından orta kesimdeki mülteci kamplarına ve son olarak Gazze kentine doğru ilerlemesi öngörülüyor. ‘Yeni Refah’ başlığını taşıyan bölümlerden birinde, bu bölgenin Gazze’de ‘yönetim merkezi’ haline getirilmesi ve 500 binden fazla kişiye ev sahipliği yapması tasarlanıyor. Söz konusu şehirde 100 binden fazla konut, 200’ü aşkın okul, 75’ten fazla sağlık tesisi ile 180 cami ve kültür merkezinin yer alması planlanıyor.

Bu sızıntılar, Yediot Aharonot gazetesinin internet sitesinin yaklaşık sekiz gün önce bir İsrailli yetkiliye dayandırdığı açıklamaların ardından geldi. Haberde, Tel Aviv’in ABD’nin talebi üzerine Gazze Şeridi’ndeki enkazın kaldırılmasının maliyetini üstlenmeyi ve bu büyük mühendislik operasyonunun sorumluluğunu almayı prensipte kabul ettiği, yeniden imar amacıyla da Gazze’nin güneyindeki Refah’ta bir bölgenin tahliyesine başlanacağı aktarılmıştı.

fr
Han Yunus'taki bir yardım kuruluşunun aşevinin önünde yemek almak için kabıyla birlikte bekleyen yerinden edilmiş bir Filistinli çocuk (AFP)

21 Ekim’de İsrail’de düzenlenen bir basın toplantısında konuşan Jared Kushner, İsrail ordusunun kontrolü altındaki bölgelerde Gazze’nin yeniden inşasının ‘titizlikle planlandığını’ söyledi. Kushner, “İsrail ordusunun kontrolündeki alanlarda, güvenliğin sağlanması hâlinde inşaata başlanması için şu anda değerlendirmeler yapılıyor. Bu bölgeler, Filistinlilere gidecekleri, çalışacakları ve yaşayacakları bir yer sunmak amacıyla ‘Yeni Gazze’ olarak tasarlanıyor” dedi. Kushner, Hamas’ın kontrolü altındaki bölgelere ise yeniden imar için herhangi bir fon ayrılmayacağını vurguladı.

Mısır Dış İlişkiler Konseyi üyesi ve eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Reha Ahmed Hasan, Trump’ın barış planının en başından itibaren ABD ve İsrail’e daha geniş bir hareket alanı tanıdığını belirterek, Washington’ın gündeme getirdiği yeniden imar planının ‘Filistinlilerin bir kez daha yerinden edilmesi hedefini gerçekleştirmeye yönelik bir girişim’ olduğunu savundu.

Filistinli siyasi analist Abdulmehdi Mutava, Güneşin Doğuşu Projesi’nin, ABD’nin Gazze nüfusunun kısmen yerinden edilmesi fikrinden vazgeçmediğini gösterdiğini ifade ederek, planın İsrail’in güvenliğini önceleyen ve gayrimenkul yatırımlarına dayanan bir yaklaşım içerdiğini dile getirdi.

Wall Street Journal’a göre, Güneşin Doğuşu Projesi’ni inceleyen bazı ABD’li yetkililer, planın uygulanabilirliği konusunda ciddi şüpheler taşıyor. Yetkililer, Hamas’ın silahsızlanmayı kabul etmesinin zor olduğunu, bunun gerçekleşmesi hâlinde bile ABD’nin, savaş sonrası bir bölgenin yüksek teknolojiye sahip kentsel bir alana dönüştürülmesinin maliyetini üstlenecek zengin ülkeleri ikna edip edemeyeceğinin belirsiz olduğunu kaydediyor.

Bu şüphelere paralel olarak ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, cuma günü yaptığı açıklamada, “İki ya da üç yıl içinde yeni bir savaş çıkacağına inanılıyorsa, kimseyi Gazze’ye yatırım yapmaya ikna edemezsiniz” dedi. Rubio, uzun vadeli yeniden imar ve insani destek için bağışçıların bulunacağına dair güçlü bir güven taşıdıklarını da sözlerine ekledi.

Reha Ahmed Hasan ise Rubio’nun, Hamas’ın silahsızlandırılması konusunda İsrail’in söylemini tekrar ettiğini belirterek, ‘istikrar güçlerinin konuşlandırılması ve Hamas’ın silahsızlandırılması gibi yükümlülüklerin yerine getirilmemesi nedeniyle ateşkes anlaşmasının ikinci aşamasına geçmenin zor olduğunu’ ifade etti.

ABD kaynaklı bu sızıntılar, Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati’nin, yaklaşık 17 gün önce Berlin’de Alman mevkidaşı Johann Wadephul ile düzenlediği basın toplantısında yaptığı açıklamaların ardından geldi. Abdulati, “Yeniden imar konferansı için ABD ile ortak bir başkanlık oluşturulması konusunda istişarelerde bulunuyoruz ve ortaklarla iş birliği içinde bu konferansın en kısa sürede yapılması için uygun bir tarih üzerinde uzlaşmayı umuyoruz” demişti.

dfgt
Han Yunus'taki bir yardım kuruluşunun aşevinden sıcak yemek almak için toplanan yerlerinden edilmiş Filistinliler (AFP)

Bunun ardından Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Muhammed bin Abdurrahman Al Sani, kısa süre önce Doha Forumu’nda düzenlenen bir oturumda, “Filistin halkını desteklemeyi sürdüreceğiz, ancak başkalarının yıktığını yeniden inşa etmeyi finanse etmeyeceğiz” dedi. Şarku’l Avsat’a konuşan uzmanlar, söz konusu Katar açıklamalarını, ‘Washington’a İsrail’i çekilmeye zorlaması ve yeniden imar sürecini başlatması yönünde bir baskı’ olarak değerlendirdi.

Kahire’nin kasım ayı sonunda düzenlemesi planlanan Gazze Şeridi’nin yeniden imarına ilişkin konferans ise gerekçe açıklanmaksızın ertelenmişti. Mısır Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Temim Hallaf, geçtiğimiz ayın sonunda Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada, konferansın ertelenme nedenine ilişkin bir soruya yanıt olarak, Kahire’nin ‘Gazze Şeridi’nde erken toparlanma ve yeniden imar konferansının başarılı olması için bölgesel ve uluslararası ortaklarla uygun ortamı hazırlamak üzere çalıştığını’ ifade etmişti.

Reha Ahmed Hasan, ABD tarafından gündeme getirilen planların ‘kapsamlı Arap yeniden imar planı’ çerçevesindeki süreci geciktirebileceği görüşünü dile getirerek, yeniden imar konferansının aksamasını birinci aşamanın tamamlanmaması ve İsrail’in çekilmemesiyle ilişkilendirdi. Yeni yeniden imar planına ilişkin olası senaryoları değerlendiren Hasan, Filistinlilerin yerinden edilmemesi şartıyla Arap ve ABD planlarının birleştirilebileceğini söyledi.

Abdulmehdi Mutava ise yeniden imarın geleceğine dair üç ihtimal üzerinde durdu. Mutava’ya göre, ABD planının tek başına hayata geçirilmesi ve kapsamlı Arap planının ertelenmesi, ya da birinci aşamanın tamamlanmaması nedeniyle sürecin tıkanıklığının sürmesi ve her iki planın da uygulamaya geçememesi olasılıklar arasında yer alıyor.


İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’da düzenlediği saldırılarda 5 Filistinli hayatını kaybetti

Filistin sivil savunma ekipleri, Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin cenazelerini aramak için Han Yunus’taki bir evin enkazını kaldırıyor (EPA)
Filistin sivil savunma ekipleri, Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin cenazelerini aramak için Han Yunus’taki bir evin enkazını kaldırıyor (EPA)
TT

İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’da düzenlediği saldırılarda 5 Filistinli hayatını kaybetti

Filistin sivil savunma ekipleri, Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin cenazelerini aramak için Han Yunus’taki bir evin enkazını kaldırıyor (EPA)
Filistin sivil savunma ekipleri, Gazze Şeridi’ne yönelik İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin cenazelerini aramak için Han Yunus’taki bir evin enkazını kaldırıyor (EPA)

Gazze Şeridi’nin doğusundaki Şucaiyye Mahallesi’nde İsrail ordusunun bugün (pazar) sabah saatlerinde düzenlediği hava saldırısında üç Filistinli yaşamını yitirdi. Batı Şeria’da ise iki Filistinli, İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucu öldürüldü.

Filistin resmi ajansı WAFA’nın sağlık kaynaklarına dayandırdığı habere göre Şucaiyye’de İsrail insansız hava aracının sivillerin bulunduğu bir topluluğu hedef alması sonucu bir kişi hayatını kaybetti.

Aynı kaynaklar, İsrail savaş uçaklarının Mansura Caddesi üzerindeki Şeva akaryakıt istasyonu yakınında iki sivili öldürdüğünü bildirdi.

Bu ölümlerle birlikte, 11 Ekim’de yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasından bu yana can kaybı 404’e, yaralı sayısı ise 1108’e yükseldi.

Öte yandan İsrail ordusu, Batı Şeria’nın kuzeyinde yürütülen operasyonlarda iki Filistinliyi öldürdüğünü duyurdu.

Kuzeydeki Kabatiya bölgesinde bir Filistinli gencin askerlere taş attığını belirten ordu, askerlerin ateş açtığını ve gencin öldüğünü açıkladı. Ramallah’taki Filistin Sağlık Bakanlığı, hayatını kaybeden kişinin 16 yaşında olduğunu belirtti.

Diğer yandan Silat el-Harithiya bölgesinde bir Filistinlinin askerlere el yapımı patlayıcı attığı gerekçesiyle öldürüldüğü bildirildi. Filistin Sağlık Bakanlığı, 22 yaşındaki gencin göğsünden vurularak öldüğünü açıkladı.

Gazze Savaşı’nın Ekim 2023’te başlamasının ardından Batı Şeria’daki gerilim belirgin şekilde yükseldi. İsrail ordusu bu süreçte, bölgede faaliyet gösteren silahlı gruplara karşı operasyonlarını yoğunlaştırdı.

Filistin Sağlık Bakanlığı verilerine göre, son iki yılda Batı Şeria’da 1030 Filistinli öldürüldü; bunların 235’i yalnızca bu yıl içinde gerçekleşti.


Iraklı gruplar, silahların devletin elinde sınırlandırılması çağrısına katıldı

Bağdat'taki Halk Seferberlik Güçleri (Haşdi Şabi) unsurları tarafından düzenlenen bir tören (DPA)
Bağdat'taki Halk Seferberlik Güçleri (Haşdi Şabi) unsurları tarafından düzenlenen bir tören (DPA)
TT

Iraklı gruplar, silahların devletin elinde sınırlandırılması çağrısına katıldı

Bağdat'taki Halk Seferberlik Güçleri (Haşdi Şabi) unsurları tarafından düzenlenen bir tören (DPA)
Bağdat'taki Halk Seferberlik Güçleri (Haşdi Şabi) unsurları tarafından düzenlenen bir tören (DPA)

Iraklı milis gruplarının liderleri son günlerde silahların devletin elinde sınırlandırılması çağrısı yapmaya başladı. Bu gelişme, yerel düzeyde sürpriz, soru işaretleri ve eleştirileri beraberinde getirdi. Zira söz konusu isimler, kısa süre öncesine kadar direniş eksenine mensup oldukları gerekçesiyle silahlarını açıkça sergiliyor, devlete meydan okuyor; ABD karşıtlığını vurgulayarak Amerikan güçlerinin Irak’tan çekilmesini talep ediyordu.

Yerel analizlerde bu olgu, Irak’taki Amerikan baskıları, olası bölgesel dönüşümler ve bu grupların yeni parlamentoda sandalye kazanmalarının ardından siyasi alana yönelme arayışlarıyla ilişkilendiriliyor.

Diğer yandan Ulusal Hikmet Hareketi lideri Ammar el-Hekim’in çağrısına ek olarak, son iki gün içinde ABD’nin yaptırım ve terör listesinde yer alan, fraksiyonlarla bağlantılı üç tanınmış isimden de silahların devletin elinde sınırlandırılması yönünde çağrılar geldi.

Üç grup

Bu isimlerin başında, yaklaşık 27 sandalyeyle parlamentoda güçlü bir varlık elde eden Asaib Ehli’l Hak Hareketi Genel Sekreteri Kays el-Hazali geliyor. Hazali cuma günü yaptığı açıklamada, “Silahların devletin elinde sınırlandırılmasına inanıyoruz ve bunu gerçekçi adımlarla hayata geçirmek için çalışacağız” dedi. Aynı yönde açıklamalar, Ensarullah el-Evfiya Hareketi Genel Sekreteri Haydar el-Garavi ile İmam Ali Tugayları lideri Şibl ez-Zeydi’den de geldi.

Üç grubun liderlerini ortak paydada buluşturan unsurlar, Şii Koordinasyon Çerçevesi güçleri çatısı altında yer almaları ve ABD’nin terör listesinde bulunmaları olarak öne çıkıyor. Bu durum, söz konusu isimlerin, silahlı gruplara mensup unsurların yeni kurulacak hükümette yer almasına karşı çıkan Washington’a yönelik siyasi manevra arayışında oldukları yorumlarını güçlendiriyor.

Irak’ta en yüksek yargı organının başkanı dün yaptığı açıklamada, silahların devletin elinde sınırlandırılması konusunda silahlı grupların liderlerinin iş birliğine onay verdiğini duyurdu.

Yüksek Yargı Konseyi Başkanı Faik Zeydan, yayımladığı açıklamada, ‘hukukun üstünlüğünün sağlanması, silahların devletin elinde sınırlandırılması ve askeri çalışmaya duyulan ulusal ihtiyacın ortadan kalkmasının ardından siyasi faaliyete geçilmesi’ yönündeki tavsiyesine olumlu yanıt verdikleri için ‘kardeş fraksiyon liderlerine’ teşekkür etti.

Washington'ın ciddiyeti

İslamcı gruplar üzerine çalışan araştırmacı Nizar Haydar, fraksiyon liderlerinin silahların devletin elinde sınırlandırılmasına yönelik çağrılarının, ‘Şii güçler ve tüm fraksiyonların, fraksiyonları içeren yeni bir hükümetle anlaşmayı reddeden Amerikan tutumunun ciddiyetini hissetmeye başlamasından’ kaynaklandığına inanıyor.

Haydar, Şarku’l Avsat’a yaptığı değerlendirmede, “Fraksiyonlar, ABD’nin Irak Özel Temsilcisi Mark Savaya’nın Bağdat’a gelmesinden önce Washington’a iyi niyetlerini kanıtlamak için şu sıralar zamanla yarışıyor” ifadesini kullandı.

Haydar, silahlı fraksiyonları iki gruba ayırıyor. İlk grup, siyasi ve seçim sürecine çeşitli aşamalarda dahil olan, son olarak da son parlamento seçimlerine katılan ve geçmiş hükümetlerde bir ya da daha fazla bakanla temsil edilen fraksiyonlardan oluşuyor. Bu gruplar, devlet otoritesi dışında silahlı bir güç olmaktan çıkarak, güvenlik başta olmak üzere devlet kurumlarının bir parçası haline gelmeyi hedefliyor.

Haydar’a göre bu ilk grup, ‘uluslararası ve bölgesel toplum nezdinde, özellikle de ABD’de kabul görmek amacıyla bugün silahların devlet elinde sınırlandırılmasını savunan kesim’ olarak öne çıkıyor.

İkinci grup ise son parlamento seçimlerine katılmış olmalarına rağmen kendilerini hâlâ siyasi sürecin içinde görmeyen, ‘direniş’ söylemini kullanmaya devam eden ve devlete tam entegrasyonunu ilan etmeden önce mümkün olan en büyük siyasi, mali ve güvenlik kazanımlarını elde etmeye çalışan fraksiyonlardan oluşuyor.

Aşamalı taktik

Siyasi Düşünce Merkezi Başkanı İhsan eş-Şemmeri de ABD’nin fraksiyonlar üzerindeki baskısının önem ve etkisi konusunda aynı görüşü paylaşıyor ve bu baskının, söz konusu grupları devlet çerçevesi dışında silah taşımaktan vazgeçtiklerini açıklamaya zorladığını belirtiyor.

Şemmeri, Şarku’l Avsat’a yaptığı değerlendirmede, “Silahsızlanma çağrıları; ABD’nin silahların dağıtılması ve devlet ile silahlı kuvvetler başkomutanının denetimi altında toplanması yönündeki şartlarıyla ve Savaya’nın Irak’a gelişinin yaklaşmasıyla eşzamanlı olması bakımından ele alınmalı” dedi.

Bu çağrıların aynı zamanda yeni hükümetin kurulmasına yönelik müzakerelerin zamanlamasıyla da bağlantılı olduğunu ifade eden Şemmeri, “Bu gruplar, ABD’nin bu yöndeki itirazlarının boyutunu bilerek yeni hükümete dahil olmayı hedefliyor” değerlendirmesinde bulundu.

defrt
Ketaib Hizbullah üyeleri, Eylül 2024'te Bağdat'ta düzenlenen bir geçit töreninde (Reuters)

Şemmeri, söz konusu çıkışların, ‘ABD’nin bu tür çağrılara vereceği tepkiyi ölçmeyi amaçlayan geçici ve taktiksel bir bağlamda’ gündeme gelmiş olabileceğini, aynı zamanda bu fraksiyonların Washington ile doğrudan müzakerelere girmesi için bir kapı aralayabileceğini de dile getirdi.

Iraklı fraksiyonların çağrılarının, Hizbullah’ın söyleminden bağımsız ele alınamayacağını vurgulayan Şemmeri, bu tutumun Hizbullah’ın silahsızlanmaya ilişkin şartlarıyla örtüştüğünü belirterek, “Amaç, silahsızlanma sürecinin ABD ve dış baskıların sonucu değil, yerel ve iç düzenlemelerin bir parçası gibi görünmesini sağlamak” dedi.