Şarku’l Avsat, Amr Musa’nın kaleme aldığı ‘Arap Birliği Yılları’ kitabından bölümleri yayınlıyor (2) Musa: Faysal, Muallim’in ‘şeytani’ hayallerine karşı çıktı. Şu an Lübnan’da tanık olduklarımız, Refik Hariri suikastının sonuçlarıdır

Amr Musa ve Refik Hariri’nin gerçekleştirdiği bir gir görüşme. (Getty Images)
Amr Musa ve Refik Hariri’nin gerçekleştirdiği bir gir görüşme. (Getty Images)
TT

Şarku’l Avsat, Amr Musa’nın kaleme aldığı ‘Arap Birliği Yılları’ kitabından bölümleri yayınlıyor (2) Musa: Faysal, Muallim’in ‘şeytani’ hayallerine karşı çıktı. Şu an Lübnan’da tanık olduklarımız, Refik Hariri suikastının sonuçlarıdır

Amr Musa ve Refik Hariri’nin gerçekleştirdiği bir gir görüşme. (Getty Images)
Amr Musa ve Refik Hariri’nin gerçekleştirdiği bir gir görüşme. (Getty Images)

Eski Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa biyografisinin ilk bölümünü yayımlamasının üzerinden geçen 3 yılın ardından ‘Senevatu’l-Camiati’l-Arabiyye’ (Arap Birliği Yılları) adlı ikinci kitabını çıkardı. 574 sayfa olan ve 19 bölümden oluşan kitap, Daru’ş-Şuruk yayın evi tarafından yayımlandı.
Musa, Şarku’l Avsat’ın bugünden itibaren 7 bölümlük yazı dizisi halinde bazı bölümlerini yayınlayacağı kitabında, Arap Birliği Genel Sekreteri olduğu 2001 ve 2011 yılları arasında, Arap ülkelerinde ve çevresinde yaşanan ciddi olaylarla dolu 10 yılın gizli kalan yönlerini gün yüzüne çıkarıyor.
Kitabın 90 sayfalık iki bölümden oluşan bu bölümünde, Hizbullah liderliğindeki Lübnan muhalefeti ve Maruni müttefiki Özgür Yurtsever Hareket’in (ÖYH), 2006 yılının aralık ayı başlarında halkın Fuad Sinyora hükümetinin istifası talebiyle sokaklara döküldüğü, 2008 yılında Doha Anlaşması'nın imzalanmasına yol açan ve tüm ülkeyi saran siyasi krizin çözülmesindeki rolünü ele alıyor.

İşte Amr Musa’nın kaleme aldığı kitabından bölümler:
14 Şubat 2005 tarihinde Arap Birliği’ndeki ofisimde, Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih tarafından açılışı yapılacak olan Arap Birliği Ekonomik ve Sosyal Konseyi'nin ilk toplantısına katılmak üzere Aden'e gitmeye hazırlanıyordum. El-Cezire televizyonu son dakika haberi olarak, Beyrut'ta Başbakan Refik Hariri'nin yaralandığı büyük bir patlama olduğu haberini geçti. Diğer kanallara baktığımda, Al Arabiya televizyonunun yanındaki 21 kişi ile birlikte öldüğü haberinin verildiğini gördüm. Ofis müdürümü aradım. Derhal Lübnan'a gitmem için gerekli ayarlamaların yapılmasını istedim. Yemen Dışişleri Bakanı Ebu Bekir el-Kirbi'yi de aradım. Kendisine son gelişmeden dolayı gelemeyeceğimi, Lübnan'a gideceğimi söyledim.
Kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, beni arayıp Yemen'e gelmem gerektiğini vurgulayarak “Amr kardeşim, neler oluyor?” dedi. Kendisine “Sayın Cumhurbaşkanı, bir takım öncelikler var. Sizden özür diliyorum, Beyrut'a gideceğim” dedim.
Ardından şöyle devam ettim:
“Lütfen özürlerimi kabul edin. Çünkü Refik Hariri suikastı bir Arap trajedisidir. Bu çok tehlikeli bir gelişme. Bu gelişme karşısında Arap Birliği Genel Sekreteri Lübnan'da olmalıdır.”
Bana kendi üslubuyla “Hayır, hayır, hayır, bu doğru olmaz. Bu toplantıya katılmanız çok önemli” ifadelerini kullandı.
Onu ikna etmeye çalışmaktan yorulmuştum ve şöyle söyledim:

“Sayın Cumhurbaşkanı, her halükarda bugün Yemen’e gelemeyeceğim.”
Aynı gün Beyrut'a gittim. Havaalanından doğruca Hariri Sarayı'na ulaştım. Burada oğulları Saadeddin ve Bahaa ile karşılaştım. Kendilerine başsağlığı diledim. Saray Lübnanlılarla dolup taşıyordu. Lübnan dışından ilk başsağlığı dileyen ben oldum. Onlara taziyelerimi ilettim. Gece geç saatlere kadar sarayda kaldım. Bu üzücü durumda komik olan ise Arap ülkelerinden Beyrut'a gelen ilk dışişleri bakanının, Aden’deki toplantıya katılmayan Yemen Dışişleri Bakanı Dr. Ebu Bekir El Kirbi’nin olmasıydı.
Ertesi gün cenaze töreni yapıldı. Lübnan devleti buna hazır değildi. Beyrut güvenli değildi. Bu yüzden sevgili dostum Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri, parlamento korumalarıyla güvenliğimi sağladı.
Bazı Sünni ve Maruni partilerin ve diğer çeşitli akımların liderleri, Hariri suikastından Suriye'yi sorumlu tuttular. Bazıları Hizbullah’ı suçladı. Fakat bu suçlama temelde Suriye'ye yönelikti. Bu durumda bir Arap Birliği Genel Sekreteri'nin yapması gereken en iyi şeyin Suriye'ye gitmek ve Devlet Başkanı Beşşar Esed ile konuşmak olduğunu anladım.
Hariri suikastının üzerinden üç gün geçmişti. Suriye'yi ziyaret etmek istedim. Bana, “Hemen gelin” dediler. Suriye sınırına ulaşana kadar Lübnan hükümeti tarafından sıkı bir şekilde korundum. Buradan sonra Suriyeli muhafızlar beni doğruca başkanlık sarayına götürdüler. Devlet Başkanı Beşşar, beni karşıladı. Samimi bir görüşmeydi. Beşşar’ın çok konuştuğu ve az çalıştığı ile ilgili söylenenler mutlak doğru değildir.
Kendisine şunları söyledim:
“Sayın Başkan, olayların ardından tüm duyguların doruğa ulaştığı Lübnan'dan geliyorum. Refik Hariri'nin öldürülmesi olayı kolay kolay atlatılamayacak. Bu olayda Suriye’nin parmağı olduğuna dair yoğun tartışmalar var. Suriye askerlerinin, Lübnan topraklarından geri çekilmesine yönelik çok büyük bir talep var. Bu talepte bulunanlar, Suriye askerlerinin geri çekilmesi konusunda boşuna konuşmuyorlar. Bilakis bunları Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 2 Eylül 2004'te kabul ettiği 1559 sayılı karara dayanarak gündeme getiriyorlar. Bunları size aktarıyorum. Hariri’nin öldürülmesiyle ilgili olarak Suriye’ye açıkça suçlamalarda bulunulduğunu duyuyorum. Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı konusunu yeniden gözden geçirip, sakinleşerek olumsuz unsurları olumlu bir konuma sokmanın tam zamanıdır.”
Bana, “Lübnan’daki askerlerini geri çeken ilk Suriye Devlet Başkanı benim.  İktidara geldiğimde Lübnan’da 60 binden fazla Suriye askeri vardı. Şimdi bu sayıyı 35 bine düşürdüm. Daha fazla askeri geri çekmeye hazırım. Tüm askerlerin geri çekilmesine bir itirazım yok” dedi.
Ben de kendisine, “Peki, Sayın Başkan, Suriye ordusunu Lübnan'dan çekmeye karar verdiğinizi söyleyebilir miyim?” diye sordum.
Sorumu, “Evet, bunu ilan edebilirsiniz. Çünkü orduyu geri çekeceğimi söyledim” diye yanıtladı.
Bunun üzerine dışarıya çıktım ve Devlet Başkanı Beşşar Esed'in gerçekten de Lübnan’daki Suriye güçlerini geri çekmeye karar verdiğini ve yakında geri çekilmenin başlayacağını duyurdum. Sanırım bunun belirli bir zaman çerçevesinde yapılacağını da ekledim. Devlet Başkanı Beşşar Esed ve Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara ile görüşmemin devamında ve birlikte yediğimiz öğle yemeği sırasında, konu gündeme gelse de bir daha Suriye güçlerini Lübnan’dan çekmekten söz etmedi. Konuyu görmezden gelmek istedi. Faruk eş-Şara, bazı Suriyeli gazetecilere Başkan’ın Suriye ordusunu Lübnan’dan çekmeye başlamaya karar verdiğini söylediği durumdan rahatsızdı.

Savaş açıklamaları
Karayoluyla Suriye’den ayrıldım ve Beyrut’a vardım. Akşamüzeri uçakla Kahire’ye döndüm. Arabadaki radyodan BBC kanalını dinlerken, “Suriyeli yetkililer, Arap Birliği Genel Sekreteri'nin Devlet Başkanı Beşşar Esed'in Lübnan'daki Suriye güçlerini geri çekeceğini söylediğine dair açıklamasını yalanladılar” haberini duydum.
Sinirlendim ve derhal Faruk eş-Şara’yı aradım. Bana “Ne yapmamızı istiyorsunuz?” diye sordu.
Kendisine şunları söyledim:
“Devlet Başkanı Esed’in Lübnan’daki Suriye güçlerini geri çekmeye başladığını ve nihai bir geri çekilme yolunda olduğu yönündeki sözlerini ve bunu açıklamamı kabul ettiğini bizzat duydunuz. Bu nedenle Başkan ile görüşmemden sonra yapılan bu açıklamanın geri çekilmesini talep ediyorum. Arap Birliği Genel Sekreteri olarak açıklamamın teyit edilmesini ve görüşme savaşına girmekten kaçınmayı istiyorum. Çünkü görüşmeden sonra yaptığım açıklamalar konusunda ısrar edeceğim.”
Bana, “Peki, konuyu Başkan'a ileteceğim” dedi.

Musa, Lübnan Cumhurbaşkanı Avn ile birlikte.
Dakikalar sonra Suriye Enformasyon Bakanı beni arayıp yayınlamak istediğim açıklamayı belirtmem için kendisine talimat verildiğini ve istediğim her şeyi yayınlayacaklarını söyledi. Başkan Esed'in kendisinin bu sözleri bana söylediğini doğrulayan bir düzeltme talimatı verdiği açıktı. Bu da güvenilirliğini gösteren önemli bir işaretti. Yardımcıları ya da Suriye yönetiminin diğer yetkilileri, Lübnan’daki Suriye askerlerinin geri çekilmesini örtbas etmeye çalışıyorlardı. Belki de bu geri çekilmeye karşıydılar. Ancak Başkan düşüncesinde ve hareketinde açıktı. Gerçekten de tüm Suriye güçlerini Lübnan’dan geri çekmeye başladı.

Suikastın nedenleri
Hariri suikastının sebeplerine ilişkin yorumuma gelince… Hariri, Lübnanlı Sünniler arasında veya tüm Lübnan'daki siyaset, ekonomi ve toplumsal çevrelerde özel bir saygınlığı olduğundan liderlik yapabilen ve bunu sürdürebilen bir isimdi. Üstelik Sünnilerin başında Hariri gibi bir adamın olması, Hizbullah karşısında göz ardı edilemeyecek bir ağırlık anlamına geliyordu. Hariri'nin ortadan kaldırılması, uzun vadeli bölgesel hesaplar içindi. Lübnan'da bugün gördüklerimizin önemli bir kısmı Hariri suikastının sonuçlarıdır.
2006 yılının mart ve haziran ayları arasında, liderlerin ve çeşitli akımların katılımıyla gerçekleştirilen Lübnan Ulusal Diyalog Konferansı’nda, Lübnan ve Suriye arasında uluslararası mahkeme kurulması, diplomatik ilişkiler, sınırların çizilmesi ve Şeba Çiftlikleri’nin tanınması konularında fikir birliğine varıldı. Ayrıca Filistinli mültecilerin kaldığı kampların dışındaki silahlar ve Hizbullah'ın silahlarıyla ilgili henüz sonuçlandırılamayan ciddi bir tartışma da vardı.
Konferans bize, özellikle Lübnan’ın İsrail ile güney sınırlarında işlerin sessiz bir iyimserliğe doğru ilerlediğini hissettirdi. Ancak bu iyimser hava çok sürmedi. Hizbullah’a bağlı bir güç, 12 Haziran 2006’da, sınırda bir İsrail askeri karakoluna saldırdı. Saldırıda iki İsrail askeri esir alındı, sekizi de öldürüldü. İsrail, bu saldırıya, birkaç gün önce Gazze'de yaptığı gibi aşırı şiddetli bir bombardımanla karşılık verdi.
Arap ülkeleri arasında, Hizbullah ile İsrail arasındaki gerilime ilişkin bir fikir ayrılığı bulunuyordu. Mısır ve Suudi Arabistan bu gerilimi, Hizbullah açısından bir macera olarak görüyordu. Burada, Arap siyasetini yönetmenin, küresel politikalarla ve Arap-İsrail çatışması gibi büyük ülkelerin çelişkili çıkarlarıyla ilgili kök salan ve dallanıp budaklanan bir krizin söz konusu olduğunu söylemeliyim. Arap siyasetinin, bir partinin, grubun veya birliğin hareketlerinden etkilenmesine izin verilemez veya ellerine bırakılamaz. Arap siyasi hareketinin Arap olmayan bir referans politikasına bağlı olması da doğru değildir. Bu yüzden Lübnan-İsrail cephesindeki işlerin gidişatı beni rahatsız etti.

Musa ve Said Hariri.
Bu açıdan bakıldığında, Arap Birliği’nin konumu ve siyasi hareketi, söz konusu dönemde birliğin sorunun kökenlerinden biri olan İsrail’in işgaline ve kabul edilemez uygulamalarına karşı dik duruşuna zarar verilmeden formüle edildi. Saldırından hemen sonra Kuveyt benimle koordineli bir şekilde Arap dışişleri bakanlarını Kahire'deki Arap Birliği merkezinde acil bir toplantıya çağırdı. Toplantı, İsrail saldırısının başlamasından 3 gün sonra, yani 15 Temmuz 2006'da gerçekleşti. Toplantının ikinci kapalı oturumunda dönemin Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud el-Faysal ile Suriyeli mevkidaşı (Velid el-Muallim) arasında sert sözlü tartışmalar yaşandı. Tartışma, Muallim’in toplantıya katılan bakanlara aşağıdaki sözleri söylemesiyle başladı.
Toplantı tutanaklarında da yer alan ifadelerinde Muallim şunları söyledi:
“Sizlerle bazı çılgın hayallerimi paylaşmak istiyorum. Çılgın diyorum, çünkü Arap dünyası veya uluslararası toplumdaki mevcut durumlara uymuyor.  Toplantının Gazze’deki ve Lübnan’daki şehitlerin ruhları için bir dakikalık saygı duruşu ile başladığını ve Arap Birliği Genel Sekreteri’nin bu toplantıyı Gazze'de yapmamız çağırısında bulunduğunu hayal ettim. Lübnan’ın güney köylerinden birinde bulunan Ümmü Samir Kuntar'ın evinde buluştuğumuzu, sabrın ve oğlunu kurtarmak için 30 yıl beklemenin anlamını ondan öğrendiğimizi hayal ettim. Hayal ettim, çünkü hayal etmekten başka hakkımız yok. Meşru müdafaa hakkımız yok. İşgale karşı ulusal direnişi destekleme hakkımız yok. Saldırıyı kınama hakkımız da yok.”
Suriyeli Bakan konuşmasını şöyle bitirdi:
“Tüm dürüstlüğüm ve samimiyetimle ister rasyonel ister duygusal olsun buradan çıkan her sözün, İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırganlığına fayda sağlayacağını söylüyorum. Biz buna taraf olmayacağız.”

Faysal ve Sabah’ın Muallim’e tepkisi
Prens Faysal, Muallim’in sözlerine karşılık vermek için izin isteyerek şunları söyledi:
“Velid kardeşin politikalarını hayallerin yönlendirdiğini bilmiyordum. Hayallerinde, bazı Arap ülkelerinin İsrail'in Lübnan’a yönelik saldırısı karşısındaki tutumlarının İsrail’e yardım ettiğini söyledi. Öncelikle bu sorumsuzca bir konuşmadır. İkinci olarak da yanlıştır. Örneğin, bir silahlı grup, Golan Tepeleri’nden İsrail'e karşı bir saldırı düzenlerse, Velid kardeşin tutumunun ne olacağını hayal edemiyorum. Nasıl bir tutum sergileyecek. Lübnan sınırlarını İsrail'e saldırmak için kullanmak isteyenlere izin veriliyor da Golan Tepeleri’nin kullanılması için neden verilmiyor? İsrail bir açıklama yaptığımız için mi saldırdı? İsrail, Hizbullah'ın bölgede yaptıklarından dolayı saldırdı. Bunlar, siyaset peşinde koşarken rasyonalite ve mantığın ölümcül bir hata olduğuna inanan bir insanın hayalleri değil, şeytani rüyalardır.”
Bir dizi müdahalenin ardından söz, dönemin Kuveyt Dışişleri Bakanı Dr. Muhammed Sabah Salim es-Sabah'a verildi.
Sabah, Velid el-Muallim'e cevaben şunları söyledi:
“Kardeşim Ebu Tarık'ın hayallerini anlatması güzel bir şey. Bu pembe rüyalar, hafif bir akşam yemeğinden kaynaklanıyor olabilir. Rüyalardan uyanman için yüzüne biraz soğuk su atmalıyım. Çünkü sahadaki gerçekler rahatsız edicidir. İçinde bulunduğumuz çağ, çatlaklar ve bölünmeler çağıdır.”
Tüm söylenenleri dikkatle takip ederek ve herhangi bir tarafın konuşmasında Mısır'da dediğimiz gibi ‘rolü tanımlayan’ bir atılım yapmamı sağlayacak bir boşluk bulabileceğimi umarak açıklamaları sessizce dinledim. Bununla birlikte Arap Birliği ülkelerinin büyük bir kısmı, Hizbullah'ın yaptıklarının İsrail işgaline direnmek değil, İran'ın önderlik ettiği siyasi bir oyunun parçası olduğuna dair inançlarını değiştirmek zordu. Hizbullah’ın yaptıklarının, İran’ın Arap rolüne ve Arap çıkarlarına karşı bölgesel rolünün teyidi niteliğinde olduğunu düşünüyorlardı.

Arap ülkeleri dışişleri bakanları toplantısı
2006 yılının temmuz ayının son haftasında, ABD ve Fransa’nın BMGK’ya verdikleri karar taslağını engellememiz gerektiğini hissettim. Çünkü söz konusu karar taslağı Lübnan'ı gölgeliyordu. Bu yüzden, İsrail'in acımasız saldırısına maruz kalan bir Arap ülkesi olan Lübnan’la güçlü bir dayanışma beyanına ihtiyaç vardı. Böylece herkes tüm Arapların birlik olduğunu hissedecekti. Bu sebeple Arap ülkeleri dışişleri bakanlarına, Beyrut'taki Büyük Serail'de (Lübnan Başbakanlık Binası) 7 Ağustos'ta yapılacak bir toplantı için çağrıda bulundum.
Arap Birliği Konseyi, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayed Al Nahyan başkanlığında toplandı. Sinyora, dokunaklı bildirisini okudu. Ardından bazı bakanlar Lübnan'la dayanışma içinde olduklarını belirten konuşmalar yaptılar. Sonrasında dönemin Suriye Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim söz aldı. O andan itibaren toplantıya hakim olan dostane atmosfer değişti. Çünkü Muallim, Fuad Sinyora ile bildirisindeki birçok noktaya ilişkin uzun bir tartışmaya girdi.
Muallim konuşmasında şunları söyledi:
“Öncelikle, 26 gün sonra yeniden Beyrut’a gelmişken ve savaş halen sürerken Lübnan'ın ve Arap ulusunun onurunu savunmak için en şiddetli savaşları veren kahraman Lübnan Ulusal Direnişi’nin kararlılığını nasıl selamlayamayız merak ediyorum. Ne varki bildirinin, bu ezici savaşın üzerinden 26 gün geçmişken bu yiğit direnişe destek veren bir madde içermemesine şaşırıyorum. Son olarak, Başbakan’ın (Fuad Sinyora) - bu sözüne tamamen saygı gösteriyorum - vesayet terimiyle ülkemi (Suriye) kast etmiyordur. Burada vesayet istemiyoruz. Kardeş bir halk ve komşusu olan bir ülke olarak Lübnan'la dayanışma içindeyiz. Onların başına gelen, bizim başımıza gelmiştir. Teşekkür ederim.”
Söz alan Sinyora ise konuşmasında şunları söyledi:
 “Lübnan, tekrarlanan işgaller, saldırılar, çatışmalar, yerel, bölgesel veya uluslararası vesayetlerin sosyal ve siyasi oluşumuna müsamaha göstermez. Bunu sadece Velid el-Muallim hissetti. Toplantıya katılanların geri kalanı böyle bir hisse kapılmadı.”
Ardından toplantı, Arap Birliği Konseyi'nin ortak bildirisinde Hizbullah'ın selamlanması konusunda ısrar eden Muallim ile kendisine yanıt veren Sinyora arasında acı ve uzun bir tartışmaya dönüştü. Sinyora, Arap ülkelerinin dışişleri bakanlarının toplantıyı, Lübnan’ı destekleyen katılımcılar da Sinyora’nın tutumunu destekledi.
Toplantı sonunda, Arapların Lübnan'daki duruma ilişkin bakış açısının sunulması ve Lübnan'daki bu tehlikeli durumun nasıl giderileceğinin istişare edilmesi için BAE Dışişleri Bakanı, Arap Birliği Konseyi Başkanı ve Katar Dışişleri Bakanı'nın Arap ülkelerinin BMGK temsilcisi olarak atanması ve bunun için Arap Birliği Genel Sekreteri ile BMGK’ya gidilmesi gibi bir dizi karar alındı.

New York seyahati
Beyrut’tan doğruca New York’a gitmeye karar verdik. Şeyh Abdullah bin Zayed, Abu Dabi'ye döneceğini ve oradan New York'a geçeceğini söyledi. Bu sırada Katar Dışişleri Bakanı Hamad bin Cassim'in ailesi Fransa'nın Cannes kentindeydi. Ben ve Arap Birliği heyetinin, Beyrut'tan New York'a doğrudan seyahat etmeye hazır olduğumuzu duyurduğumda, Şeyh Hamad bin Cassim bana ve heyete, özel uçağıyla New York’a kısa bir süre Fransa’da durakladıktan sonra gitmeyi teklif etti. Uçak, Fransa'nın güneyindeki Cannes’daki havaalanına indi. Hamad, evine, ailesini görmeye gideceğini, çok geç olduğu için sabah erkenden New York'a gitmek üzere ben ve heyet için The Ritz-Carlton Oteli’nde iki süit ayırdığını söyledi. Beyrut'tan Cannes’a gitmek kolay oldu. Çünkü İsrail hava sahasından geçmiştik. Bu da yolculuğu baya kısalttı.
Yazın bu döneminde Cannes ve birçok Avrupa şehri, tahmin ettiğim gibi Arap turistlerle doluydu.  Lübnan'ın İsrail’in saldırganlığına maruz kaldığı bir dönemde, turistik bir şehirde Arap Birliği Genel Sekreteri’ni gören herhangi bir Arap vatandaşı ne düşünürdü? Bu kesinlikle yankı uyandırırdı! Ne var ki Kuveytli yaşlı bir kadın, otele girip çıkarken benimle karşılaştı. Bana, “Sen Amr mısın?” diye sordu. “Evet” dedim. Sonra bana “Nasılsın oğlum? Sağlığın nasıl? Seni seviyoruz” dedi. Ardından aklıma geldiği gibi “Burada ne yapıyorsun?” sorusunu sordu. Utanarak, “Lübnan'daki savaşı durdurmak için çalışmalarda bulunmak üzere New York'taki Birleşmiş Milletler'e giderken uçak Cannes'da durdu. Şimdi bana uçağın hazır olduğunu haber verdiler” dedim.  Bana, “Tamam, Allah sizi muvaffak etsin” dedi.
Henüz 20 metre gitmemiştim ki, Bahreynli bir başka kadın bana “Sen Amr Musa mısın?” diye sordu. “Evet” dedim. Hesap soran bir ses tonuyla bana, “Lübnan'da savaş varken burada ne yapıyorsun?” dedi. Ona, “Vallahi uçak bozuldu ve burada bir gece kalmak zorunda kaldım” dedim. New York'a gidene kadar geceyi odamda geçirmeye karar versem de odama gidene kadar bu durum birkaç kez tekrarlandı.  Asansörde, Kuveyt Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı sevgili arkadaşım Muhammed Cassim es-Sakr ile karşılaştım. Ona, “Seninle karşılaşmam harika oldu” dedim ve “Nereye gidiyorsun?” diye sordum. Akşam yemeği için bir restorana gittiğini söyledi. Ben de akşam yemeğini kendisiyle yiyeceğimi söyledim.
Ona, ne zaman bir Arap ile karşılaşsam bana, -hakları da var- “Lübnan yanarken Cannes’da tatil mi yapıyorsun?!” dediklerini ve onlara tekrar tekrar uçağın bozulduğunu ve yarın ABD’ye gideceğimi açıklamadığımı söyledim. Sakr, durumun komikliği karşısında gülme krizine girdi. Beni otelin içindeki bir restorana davet etti. Köşede ve alışılagelmiş yolculuk tutkusunun dışında bir restorandı. Ertesi sabah Bin Cassim, ben ve heyet, New York’a gittik. Abdullah bin Zayed de bize katıldı. BM’deki heyetlerin çoğu ile temas kurmaya başladık. Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora'nın İsrail'in Lübnan'a yönelik saldırısını durdurmak için önerdiği yedi maddelik planı BMGK’ya sunduk. Heyetlere, bu planın, Lübnan halkının krize son verme konusundaki ortak iradesinin samimi bir ifadesi olduğunu söyledik.
BMGK, 11 Ağustos 2006’da 1701 sayılı kararı yayınladı. Kararın, İsrail lehine son derece taraflı olduğunu düşünüyorum. Ancak en azından, Hizbullah ve Lübnan hükümeti tarafından reddedilen önceki taslak kararlardan daha iyi olduğu düşünülebilir. Hasan Nasrallah'a göre ise bu karar, diğer tüm taslak kararlar arasında en az kötüsüydü.
*Kitabın bölümleri, Daru’ş-Şuruk ile yapılan özel anlaşma ile yayınlanmıştır
*Tüm hakları saklıdır
Amr Musa: Kaddafi, devrimden kurtulduğunu ve Bin Ali’nin ardından düşmeye aday olan ismin Mübarek olduğunu sanıyordu
Şarku’l Avsat, Amr Musa’nın kaleme aldığı ‘Arap Birliği Yılları’ kitabından bölümleri yayınlıyor... (4) Musa: İsrail, Arap Girişimi’ni olumsuz karşıladı, çünkü girişim İsrail’i Araplarla müzakereye itiyordu​​​​​​​
Amr Musa: Saddam Hüseyin uluslararası müfettişlere onay verdi, ancak ABD Irak'ta savaşa girme kararını almıştı
Amr Musa: Mübarek, İsmet Abdulmecid’in görevde kalmasını istemedi... 11 Eylül olayları bize karşı beslenen olumsuz duyguları ortaya çıkardı



Soruşturmalar cumhuriyetinden nüfuz cumhuriyetine Irak devletinin krizi

Irak'ın güneyindeki Basra vilayetinde, uygulayıcı Koreli şirketten Faw Limanı’ndaki beş büyük rıhtımın devredilmesi sırasında Irak ordusu geçit töreni düzenledi, 7 Kasım 2024 (AFP)
Irak'ın güneyindeki Basra vilayetinde, uygulayıcı Koreli şirketten Faw Limanı’ndaki beş büyük rıhtımın devredilmesi sırasında Irak ordusu geçit töreni düzenledi, 7 Kasım 2024 (AFP)
TT

Soruşturmalar cumhuriyetinden nüfuz cumhuriyetine Irak devletinin krizi

Irak'ın güneyindeki Basra vilayetinde, uygulayıcı Koreli şirketten Faw Limanı’ndaki beş büyük rıhtımın devredilmesi sırasında Irak ordusu geçit töreni düzenledi, 7 Kasım 2024 (AFP)
Irak'ın güneyindeki Basra vilayetinde, uygulayıcı Koreli şirketten Faw Limanı’ndaki beş büyük rıhtımın devredilmesi sırasında Irak ordusu geçit töreni düzenledi, 7 Kasım 2024 (AFP)

Hayreddin Mahzumi

Irak, ‘soruşturmalar cumhuriyeti’ aşamasından çıktığı bir geçiş sürecine tanık oluyor. Bu, devletin gerçek sonuçlar üretmeden veya kimseye hesap sormadan halkın öfkesini yatıştırmak için komiteler kurduğu bir aşamayı ifade ediyor. Hükümetler, her türlü güvenlik ihlali, suikast veya bombalama olayını bu komiteler aracılığıyla ele alırdı ve sonunda hiçbir sonuç elde edemezdi. Ülke şu an açıkça ‘nüfuz cumhuriyeti’ olarak tanımlanabilecek daha tehlikeli bir aşamaya geçiyor. Bu aşamada, devlete bağlı olmayan silahlı güçler siyaset, güvenlik ve ekonomide fiili karar vericiler haline gelirken, resmi kurumların kanunları uygulama veya hayati ulusal çıkarları koruma kapasiteleri azalır. Bu dönüşüm tek bir olaya dayalı değil, son yıllarda güçlü bir şekilde ortaya çıkan ve son seçim sürecinde daha da belirginleşen siyasi ve güvenlik gelişmelerine dayanıyor. Bu gelişmeler, Kor Mor Gaz Sahası’na art arda düzenlenen saldırılar da dahil olmak üzere, ülkenin kuzeyindeki enerji altyapısını etkileyen gerilimle doruğa ulaştı.

Kor Mor Gaz Sahası’nın önemi, 2007 yılında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile Kor Mor ve Çemçemal gaz sahalarının geliştirme haklarını elde eden Dana Gas ve Crescent Petroleum şirketleri arasında imzalanan anlaşma ile başlayan ‘IKBY gaz projesinin’ merkezinde yer almasından kaynaklanıyor.

Erbil, Bazyan ve Çemçemal'daki elektrik santrallerine enerji sağlamak için bir gaz işleme tesisi ve 180 kilometrelik boru hattı inşa edildi ve bu tesisler 2 bin megavatın (MW) üzerinde elektrik sağlıyor.

Erbil, Bazyan ve Çemçemal'daki elektrik santrallerine sürekli gaz temini, Irak'ın Kürdistan Bölgesi'ndeki toplam elektrik üretim kapasitesinin yüzde 75'inden fazlasına yakıt sağlıyor ve altı milyondan fazla insana faydalanıyor. Pearl Petroleum 2009 yılında kuruldu ve daha sonra OMV, MOL ve RWE gibi uluslararası şirketleri bünyesine kattı. Bu sayede proje, bölgedeki en büyük entegre enerji projelerinden biri ve Bağdat ile Erbil arasındaki güç dengesi açısından en hassas projelerden biri haline geldi.

Irak'ta yapılan son seçimler, İran yanlısı gruplara silahlı kanatlarına siyasi meşruiyet kazandırması için tarihi bir fırsat sundu. Bu durum, kurumları silahsızlandırmak yerine ‘silahları kurumlar içinde döndürmek’ gibi bir yaklaşımdı.

Bu projenin boyutu ve ilgili bölgesel ve uluslararası şirketlerin iç içe geçmiş çıkarları, özellikle son iki yıldır neden sürekli saldırı hedefi haline geldiğini açıklıyor. Bu proje, bir yandan Bağdat ile Erbil arasında, diğer yandan İran'a yakın silahlı güçler ile bölgesel hükümet arasında yaşanan iktidar mücadelesinde açık bir çatışma alanı ve etkili bir baskı aracı haline geldi. Dahası, bu sektörü hedef almak sadece yerel bir sorun değil, aynı zamanda Türkiye ve İran'ın hesaplarının ve küresel gaz piyasasının kesişim noktalarının etkilediği daha geniş bir bölgesel çatışmanın da parçası. Bu da Kor Mor Gaz Sahası’na yönelik saldırıları Bağdat ve Erbil arasındaki ilişkiyi aşan bir pazarlık kozu haline getiriyor. Kor Mor Gaz Sahası’na düzenlenen saldırılar, artık sadece sabotaj değil, hesaplanmış bir siyasi mesaj, çünkü bu saha, bölgedeki elektrik santrallerinin bağlı olduğu en önemli yerel gaz üretim kaynaklarından biri ve bu sahaya verilen herhangi bir zarar, Irak'ın enerji ve ekonomik güvenliğini doğrudan etkiler.

Irak sahnesinde 2024 ve 2025 yıllarında Kor mor Gaz Sahası’na birkaç kez saldırı düzenlendi. Reuters gibi uluslararası ajansların haberleri bu saldırıların temel ayrıntılarını teyit ediyor. Kor mor Gaz Sahası’na 25 Ocak 2024'te silahlı insansız hava araçları (İHA) ve Katyuşa roketleriyle çifte saldırı düzenlendi. Saldırılar kısıtlı ölçüde hasara yol açtı. Reuters, bölgedeki enerji tesislerine karşı artan saldırıları haberleştirirken olayın ayrıntılarını da aktardı. Aynı yılın 26 Nisan'ında, saha kimliği belirsiz bir insansız hava aracının hedefi olduğunda en ciddi saldırı gerçekleşti ve dört Yemenli işçi öldü, birçok işçi yaralandı. Associated Press (AP) ve BBC bu bilgiyi belgelerken Irak Cumhurbaşkanı Abdullatif Reşid ve IKBY Başkanı Mesrur Barzani, saldırıyı kınayan açıklamalarda bulundu. Ardından, 2 Şubat 2025'te, Reuters gibi uluslararası medya kuruluşlarında yayınlanan haberlere göre saldırılar başka bir insansız hava aracıyla yeniden başladı.

Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani, Irak'ın Bağdat kentinde IKBY Başkanı Mesrur Barzani ile ortak basın toplantısı düzenledi, 4 Nisan 2023 (Reuters)Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani, Irak'ın Bağdat kentinde IKBY Başkanı Mesrur Barzani ile ortak basın toplantısı düzenledi, 4 Nisan 2023 (Reuters)

Silahlı grupların gaz üretimi ve elektrik tedariği ile bağlantılı hayati bir sektörü bozma kabiliyetlerini göstererek yeni bir güç dengesi kurmayı amaçlayan açık bir gerilim çerçevesinde, son saldırı 27 Kasım 2025 tarihinde gerçekleşti. Saldırıları kimin gerçekleştirdiği önemli değil. Önemli olan zamanlaması ve bu da devletin enerji sektörünü korumak veya Bağdat ile Erbil arasındaki çatışmayı kontrol etmek konusunda tam bir kontrole sahip olmadığı mesajını veriyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre bu tür saldırılar, Irak'ın merkezi hükümetin egemen olduğu bir devletten, silahlı grupların karar alma gücünü paylaştığı bir nüfuz alanına kademeli olarak dönüştüğü izlenimini de pekiştiriyor.

Nüfuz cumhuriyeti

Kor mor Gaz Sahası’na yönelik saldırıları ve bunların yerel ve bölgesel boyutlarını inceledikten sonra, milislerin nüfuzunun devlet içinde nasıl etkili bir siyasi güce dönüştüğü netleşiyor. İran yanlısı grupların seçimlerdeki ve siyasi yükselişleriyle, hayati öneme sahip tesisleri vurma kapasitelerinin genişlemesi arasındaki tesadüf, yalnızca sahadaki bir gelişme olarak değil, Irak içindeki güç dağılımında yeni bir mantığın uzantısı olarak değerlendirilebilir. Son seçimler, bu gruplara silahlı güçlerini siyasi meşruiyete dönüştürmek için tarihi bir fırsat sundu. Bu, Washington Enstitüsü'nün önceki analizlerinde, bu grupların sandığı, sahadaki önceki hakimiyetlerini güçlendirmek için paralel bir yol olarak kullanabilecekleri konusunda uyarıda bulunduğu, kurumları silahsızlandırmak yerine ‘silahları kurumlar içinde döndürmek’ gibi bir süreç.

Fonlar ve silahlar arasındaki örtüşme, devletin iktidarı tekelleştirmesinin anlamını yeniden tanımlıyor. Seçimler kurumları güçlendirmek yerine, artık silahlı kanatları resmi olarak örtbas etmek için kullanılıyor.

Aslında, bu grupların siyasi nüfuzu artık silahlı kanatlarından ayrı düşünülemez. Zira ikisi de devlet içinde ve ötesinde genişleyen tek bir yapı oluşturuyor. İran yanlısı grupların 2025 seçimlerinde kurmayı başardıkları parlamento bloğu, onlara benzeri görülmemiş bir pazarlık gücü kazandırdı. Bu gücü, yürütme organına kendi koşullarını dayatmak için kullandılar ve aynı zamanda siyasi bir bedel ödemeden silahlı faaliyetlerine devam etmelerini sağlayan resmi bir koruma sağladılar. Bu geniş koalisyona geçen meclisteki her bir koltukla, silahlı aktörleri hesap verebilir kılmak neredeyse imkansızlaşıyor, çünkü yetkilileri denetlemesi gerekenler, paralel iktidar merkezlerinin ayrılmaz bir parçası haline geliyor.

IKBY’deki Kürt şehri Dohuk yakınlarındaki Şamanki bölgesine düzenlenen SİHA saldırısının ardından, Sarsang Petrol Sahası’ndaki hasarlı petrol tesisinden yükselen dumanlar, 17 Temmuz 2025 (AFP)IKBY’deki Kürt şehri Dohuk yakınlarındaki Şamanki bölgesine düzenlenen SİHA saldırısının ardından, Sarsang Petrol Sahası’ndaki hasarlı petrol tesisinden yükselen dumanlar, 17 Temmuz 2025 (AFP)

Bu iç içe geçmişlik, enerji tesislerini hedef almayı sadece bir saldırı eylemi değil, aynı zamanda devlet içinde karar verme hakkına sahip olanları belirleyen yasama nüfuzunun bir uzantısı haline getiriyor. İran yanlısı gruplar, SİHA’lar aracılığıyla sert gücü ve aynı zamanda parlamento, medya ve hükümet komiteleri aracılığıyla yumuşak gücü kullandıklarında, nüfuzları karmaşık hale gelir ve enerji dosyası, bu grupların nüfuzlarının sınırlarını ve devletin tepki verme yeteneğini test ettikleri bir arena haline gelir. Bu saldırıların verdiği mesaj sadece güvenlikle ilgili değil, aynı zamanda ‘enerji dahil stratejik karar alma süreci artık hükümetin tekelinde değil’ şeklinde siyasi bir mesaj.

Fonlar ve silahlar arasındaki örtüşme, devletin iktidarı tekelleştirmesinin anlamını yeniden tanımlıyor. Seçimler kurumları güçlendirmek yerine, artık silahlı kanatları resmi olarak örtbas etmek için kullanılıyor. Bu da ‘devletin dilini konuşan bir hükümet ve sahada fiili otorite olarak hareket eden gruplar’ şeklinde melez bir gerçeklik yaratıyor. Bu bağlamda, silahları olanlar, fiilen açıklanmamış bir veto hakkına sahip olduklarından hükümetin herhangi bir güvenlik veya ekonomik reformu uygulama kabiliyeti zayıflıyor.

Irak, yalnızca seçim sonuçlarının değil, sahada araçlar kullanarak fiili durumu dayatma gücünü elinde tutanların da etkisiyle yeni bir aşamaya giriyor gibi görünüyor.

Bu yolu daha da tehlikeli kılan ise enerji tesislerine yönelik saldırıların, İran yanlısı grupların taktiksel nüfuzdan stratejik nüfuza geçişini ortaya koyması. Bu saldırılar artık duruma bağlı tepkiler değil, Bağdat ile Erbil arasındaki ve Irak ile uluslararası ortakları arasındaki ilişkileri yeniden şekillendirmek ve kurumsal çerçevelerin dışında önemli sorunları çözmek için kullanılan siyasi baskı araçları olarak karşımıza çıkıyor. Her yeni saldırı ile birlikte, devletin güvenlikle ilgili kararlar üzerindeki tekelinin kalan azıcık kısmını da kaybettiği ve İran yanlısı grupların kendilerini devletin rakibi değil, vazgeçilmez bir ortak oldukları özgüveniyle hareket ettikleri hissi giderek artıyor.

Bu olay, gaz tesisleri, askeri üsler ve stratejik projelerin siyasi müzakerelere hizmet edecek şekilde zamanlanmış saldırılara maruz kaldığı bir ülkede, ‘Irak devleti hala otoritesini geri kazanabilir mi, yoksa siyasi etkinin askeri gücün doğrudan uzantısı olduğu bir modele doğru yapısal bir geçişle karşı karşıya mıyız?’ şeklindeki yıllardır sorulan bir soruyu yeniden gündeme getiriyor. Cevap ise daha karamsar bir tabloya doğru eğilimli görünüyor. Bu tabloda ‘nüfuz cumhuriyeti’ resmi cumhuriyetten daha köklü hale geliyor.

Bu aşama sadece egemenlik kavramını tehdit etmekle kalmıyor, aynı zamanda Irak'taki yönetimin doğasını da yeniden şekillendiriyor. Seçimin sağladığı meşruiyet devlet dışındaki gücü pekiştirmek için kullanıldığında, ülkenin siyasi geleceği parlamentodan çok sahada değişen güç dengesine bağımlı hale geliyor ve kurumların aşınmaya devam ettiği bir yönetim modelinin önü açılıyor. Irak ekonomisinin can damarı olan enerji sektörü ise rakip taraflar arasında kalıcı bir pazarlık kozu haline geliyor.

Irak, sadece seçim sonuçlarının değil, aynı zamanda sahadaki araçlarla fiili durumu dayatma gücünü elinde tutanların da yönettiği yeni bir aşamaya giriyor gibi görünüyor. Kor mor Gaz Sahası’na yapılan her yeni saldırı, ‘nüfuz cumhuriyetinde’ yaşayan bir ülkenin imajını pekiştiriyor. Güç mantığı devlet mantığının önüne geçiyor ve anayasal kurumların halkın çıkarlarını korumak veya egemenliği muhafaza etmek konusunda yetkinliğini azaltıyor.

Bu tehlikeli aşama, Irak’taki denklemi sadece bir güvenlik sorunu olarak değil, devletin varlığını tehdit eden ve önümüzdeki on yıllar boyunca Irak’ta yönetim kavramını ve iktidar dağılımını yeniden şekillendiren yapısal bir kriz olarak yeniden okumayı gerektiriyor.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Lübnan Ordusu: Güneyde bir UNIFIL devriyesine saldıran altı kişi yakalandı

Birleşmiş Milletler barış gücü güçleri, Marjeyoun'un Bouayda bölgesinde UNIFIL gücüne ait araçlarla devriye geziyor (AFP)
Birleşmiş Milletler barış gücü güçleri, Marjeyoun'un Bouayda bölgesinde UNIFIL gücüne ait araçlarla devriye geziyor (AFP)
TT

Lübnan Ordusu: Güneyde bir UNIFIL devriyesine saldıran altı kişi yakalandı

Birleşmiş Milletler barış gücü güçleri, Marjeyoun'un Bouayda bölgesinde UNIFIL gücüne ait araçlarla devriye geziyor (AFP)
Birleşmiş Milletler barış gücü güçleri, Marjeyoun'un Bouayda bölgesinde UNIFIL gücüne ait araçlarla devriye geziyor (AFP)

Lübnan Ordusu bugün, Lübnan'ın güneyindeki el-Tayri-Bint Cebeli yolunda Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Gücü'ne (UNIFIL) ait bir devriyeye saldıran altı kişinin yakalandığını duyurdu.

Ordu "X" platformunda yayınlanan bir açıklamasında, UNIFIL gücüne yönelik saldırıda bir UNIFIL aracının hasar gördüğünü, ancak personel arasında herhangi bir yaralanma bildirilmediğini ifade etti.

Ordu, UNIFIL'e yönelik herhangi bir saldırının ciddiyetini vurgulayarak, olaya karışanların cezalandırılmasında hiçbir hoşgörü ve müsamaha gösterilmeyeceğini belirtti.

Ayrıca, UNIFIL'in Litani Nehri'nin güneyinde bulunan bölgedeki temel rolünü, ordu ile yakın koordinasyonunu ve istikrarın yeniden sağlanmasına aktif katkısını vurguladı.

UNIFIL dün yaptığı açıklamada, Güney Lübnan'daki devriyelerinden birine ateş açıldığını, ancak herhangi bir yaralanma bildirilmediğini duyurdu.

Bint Cubeyl yakınlarında devriye gezen üç motosikletli altı kişinin barış gücüne yaklaştığını ve içlerinden birinin aracın arkasına yaklaşık üç el ateş ettiğini açıkladı. Olayda yaralanan olmadı.


Arap ve İslam dünyası, İsrail'in Gazzelileri Mısır'a sürme niyetinden endişe duyuyor

Mısır ile Filistin toprakları arasındaki Refah sınır kapısı (Arşiv- Reuters)
Mısır ile Filistin toprakları arasındaki Refah sınır kapısı (Arşiv- Reuters)
TT

Arap ve İslam dünyası, İsrail'in Gazzelileri Mısır'a sürme niyetinden endişe duyuyor

Mısır ile Filistin toprakları arasındaki Refah sınır kapısı (Arşiv- Reuters)
Mısır ile Filistin toprakları arasındaki Refah sınır kapısı (Arşiv- Reuters)

Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Endonezya, Pakistan, Türkiye ve Katar, İsrail'in Gazze Şeridi sakinlerinin Mısır'a geçişine olanak sağlamak için Refah sınır kapısını tek yönlü açacağı yönündeki açıklamalarından derin endişe duyduklarını belirtti.

Sekiz ülkenin dışişleri bakanları yaptıkları açıklamada, Filistin halkını topraklarından çıkarma girişimlerini tamamen reddettiklerini vurgulayarak, ABD Başkanı Donald Trump'ın Refah sınır kapısının her iki yönde de açılması, bölge sakinlerine hareket özgürlüğünün garanti altına alınması, Gazze Şeridi halkından hiçbirinin ayrılmaya zorlanmaması, aksine topraklarında kalmaları ve vatanlarının inşasına katılmaları için uygun koşulların yaratılması, istikrarın yeniden sağlanması ve insani koşulların iyileştirilmesine yönelik bütünleşik bir vizyonun oluşturulması planına tam bağlılık gösterilmesi gerektiğini vurguladı.

Bakanlar, Başkan Trump'ın bölgede barışı sağlama konusundaki kararlılığına ilişkin takdirlerini yineleyerek, güvenlik ve barışın sağlanması ve bölgesel istikrarın temellerinin sağlamlaştırılması amacıyla, planının tüm yönleriyle, gecikme veya aksama olmaksızın uygulanmasının önemini vurguladılar.

Ateşkesin tam olarak sağlanması, sivillerin çektiği acılara son verilmesi, Gazze'ye insani yardımların kısıtlama veya engel olmaksızın ulaştırılmasının sağlanması, iyileştirme ve yeniden yapılanma çalışmalarına erken başlanması ve Filistin Yönetimi'nin sektördeki sorumluluklarını yeniden üstlenmesi için gerekli koşulların oluşturulması ve böylece bölgede yeni bir güvenlik ve istikrar aşamasının başlatılması gerektiğini vurguladılar.

Bakanlar, ülkelerinin, Güvenlik Konseyi'nin 2803 sayılı Kararı ve ilgili tüm Konsey kararlarının tam olarak uygulanmasını sağlamak ve uluslararası hukuk kararları ve iki devletli çözüm ilkesi uyarınca adil, kapsamlı ve sürdürülebilir bir barışa ulaşmak için elverişli bir ortam sağlamak amacıyla Amerika ve tüm ilgili bölgesel ve uluslararası taraflarla çalışmaya ve eşgüdüm sağlamaya hazır olduğunu teyit ettiler. Bu, işgal altındaki Gazze ve Batı Şeria toprakları da dahil olmak üzere 4 Haziran 1967 sınırlarında, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıyla sonuçlanacaktır.