Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, 3 Aralık 2008’de Şam’da iken (AFP)
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, 3 Aralık 2008’de Şam’da iken (AFP)
TT

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, 3 Aralık 2008’de Şam’da iken (AFP)
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, 3 Aralık 2008’de Şam’da iken (AFP)

1990 yılını Ekim ayında General Mişel Avn’ı, Baabda Sarayı’ndan çıkarma operasyonunun Şam ile Washington arasında yapılan bir anlaşmanın bir sonucu olduğu izlenimi hakimdi. Söz konusu anlaşmaya göre Washington, Avn'ı ortadan kaldırma ve Lübnan'a el koyma yetkisi karşılığında, Suriye'nin, Irak'ın Kuveyt'i işgalini engelleme operasyonunda güçlerine kısmen yardımda bulunacaktı.
1989 yılının sonu 1990 yılının başında Washington ve Şam arasında çok sayıda diplomatik temas gerçekleştirildi. Görüşmelerde, ABD Büyükelçisi Edward Djerejian, dönemin ABD Başkanı George W. Bush ve Dışişleri Bakanı James Baker’ın mesajlarını dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed, Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam ve Dışişleri Bakanı Faruk Şara’ya iletti.
Abdulhalim Haddam, Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının bugünkü bölümünde 13 Ekim 1990’da Avn’a yönelik askeri operasyondan önce ikil ve uluslararası zeminin hazırlanması ve Suriye’nin Kuveyt’in kurtuluşuna katkısından sonraki bu yazışmalar ve Esed’in Lübnan Cumhurbaşkanı İlyas Haravi ile gerçekleştirdiği görüşmelerin ayrıntıları anlatıyor.
29 Kasım’da Şara, Djerejian’a Avn’ın bir ‘asi’ ve devletin onunla bu esas üzerine ilgilenmesinin hakkı olduğunu söyledi. Ayrıca devletin isyanını sona erdirme çabalarını engellemenin, Lübnan'daki krizin devam etmesi ve kan dökülmesine devam etmesi anlamına geldiğini bildirdi.
1989 yılının aralık ayında Şara, Bush’tan Lübnan’daki durumu normalleştirmek ve yeni Cumhurbaşkanı Haravi ve Selim Hoss hükümeti tarafından temsil edilen Lübnan meşruiyetini desteklemek için Lübnan’daki son gelişmeler ve yaptığımı temaslar hakkında bilgi vermek ve 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması’nıın uygulanmasını engelleyen faktörleri ortadan kaldırmak için Esed’e gönderilen bir mektup teslim aldı. Bush mektubunda, “Yeni meşru otoriteyi güçlendirmenin, Lübnan’ın birliğini yenden tesis etmenin ve Taif Anlaşması’nın uygulanmasının önündeki en büyük engelin General Avn olduğu herkes tarafından anlaşıldı” ifadelerine yer verdi.
Buna karşılık, François Sher, 28 Kasım’da Şam’a bir ziyarette bulunarak dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Francois Mitterrand tarafından gönderilen bir mektubu iletti. Söz konusu mektupta General Avn’ın Lübnan’da bir engel olduğunu ve kendisiyle Taif Anlaşması’nı desteklemek ve Lübnan’daki yeni meşru otoriteye bağlılık göstermesi için gerçekleştirilen tüm temasların başarısız olduğunu, buna rağmen Fransız hükümetinin temaslarını sürdürdüğü ifade edildi. Ancak Fransız hükümetinin, Avn’ı tutumundan vazgeçmeye ikna etmek için barışçıl yöntemler kullanılmaya devam edilmesi gerektiğini düşündüğü belirtildi.
2 Ağustos 1990 tarihinde Irak kuvvetleri Kuveyt’i işgal etti. Öncelikleri değiştiren bu işgal nedeniyle bölgede büyük bir deprem meydana geldi. Ayrıca işgalin ciddiyeti ve doğurabileceği sonuçlar nedeniyle Arap ülkeleri özellikle de Suriye, yönünü Körfez’e çevirdi. Yeni durumun Irak hükümeti tarafından desteklenen Avn’ı zayıflattığı konusunda şüphe yok. Bazı Arap ülkeleri Irak’ın uyguladığı baskı nedeniyle ona yakınlık gösteriyordu. İşgal ortaya yeni bir durum çıkardı. Durum Mişel Avn açısından daha da zorlaştı.
29 Ağustos’ta Devlet Başkanı Hafız Esed, Lübnan Cumhurbaşkanı Haravi’yi kabul etti. Toplantı tutanağına göre Haravi, bazı Lübnanlıların sorunun dışarıdan kaynaklandığını söylemesine rağmen Suriye’nin anayasal reformları onaylayarak anayasa ile ilgili sorunu aşmaya yardım etmesi dolayısıyla teşekkürlerini sundu.  Suriye’nin kabul edilmesinde önemli rol oynadığı Taif Anlaşmasına ulaşana kadar geçen süreç hakkında bilgi veren Haravi, Taif Anlaşması’nın arzuladıkları bir şey olmadığını ancak savaşın sona ermesi açısından bir çözüm olduğunu dile getirdi. Taif Anlaşması’nın uygulanmasının ileriye doğru atılmış büyük bir adım olduğuna işaret etti.
Durumun nasıl düzeltileceğini soran Haravi, hükümetin 11 Temmuz’da desteklenen bir bildiri yayınladığını ifade etti. Bazı politikacıların itirazlarına rağmen Avn ile temaslarda bulunduğundan ve tüm bu çabaların bir sonuç vermediğinden bahseden Haravi, Avn’ın faaliyetlerini sürdürüp durumu zorlaştırdığının altını çizdi. Ayrıca Avn’ın reformları tamamlaması gerektiğini ifade etti. Devletin bu alandaki rolüne işaret eden Lübnan Cumhurbaşkanı, Avn’ın görevinde kalmasının büyük bir sorun olduğunu belirtti. Bu nedenle Körfez’deki olayların ne zaman sona ereceğini bilmediğini ABD’lilerin uzun soluklu bir varlık süreci olduğuna dikkat çekti.
Haravi söz konusu görüşmede ayrıca “Kahire'de General Hikmet eş-Şihabi (Genelkurmay Başkanı) ve Komutan Muhammed Said Bayrakdar’ın da hazır bulunduğu birçok toplantı gerçekleştirdik. Söz konusu toplantılardan birinde Ordu Komutanı Emil Lahud’un 8 bin asker istihdam etmesine yeşil ışık yaktınız. Bayrakdar, Lahud’a “Size topçu, silah ve mühimmat desteğinde bulunacağız” dedi. Ümidimiz, Avn’dan kurtulmak. Yalnızca gövde gösterisinin bile onun çökmesine neden olacağına inanıyorum” dedi.
Bunun ardından Selim Hoss, Avn’ın varlığının her şeye aykırı olduğunu dile getirdi. Avn’ın bölgedeki durum üzerine bahis oynadığına işaret etti.
Esed, “Ortada Avn’dan başka sorun yok mu? diye sordu. Haravi, “Gidişi çözümün başlangıcı olacak. Ardından yeni bir bakanlık kuracağız” şeklinde yanıt verdi. Esed, “Diğer bölümlerin (Lübnan Kuvvetleri’ne atıfta bulunuyor) askeri bir çabaya ihtiyacı yok mu?” dedi. Haravi, “Velid Canbolat ve Nebih Berri konusunda yardımınızla sorun çözüldü. Samir Caca ile ilgili sorun var” şeklinde konuştu.
Söze girip Caca’nın manevraları, mektupları ve düşmanca, bölücü söylemlerinden bahsettim.
Esed yeniden sözü alarak “Sizinle yaşıyoruz. Düşünce ve hisleriniz paylaşıyoruz. İsteklerinize karşı değilim. İzlenimime göre Fransızların tutumu olumlu değil. Gerçek tutumların öğrenmek için onlarla iletişime geçmek gerekiyor. Avn’a yapışmış durumdalar.  Çözüm konusuna gösterdiğimiz ilgi sizinkinden az değil. Bölgede durum tehlikeli. Bu nedenle çözüme eskisinden daha çok önem veriyoruz. Lübnan’ın sorununun bizim için özel bir yeri var. Ancak bölge ülkelerinin çıkarları arasında şaşırtıcı bir çakışma söz konusu ve her devletin bir sorunu var.  Ortada bir Irak sorunu var bu konuda birçok yorum ve birçok soru işareti mevcut. Suriye’nin tutumu hiçbir sorunda değişmedi. Başkaları da bizim daha önce konuştuğumuz gibi Irak hakkında konuşuyor. Bazı ülkeler, (ABD'nin Irak ve Kuveyt meselesiyle ilgili olarak) ister siyasi ister askeri olsun, diğer sorunların, yaptıkları düzenlemeleri etkilememesini diliyor. Biliyorsunuz, ciddiydik. Askeri güç gönderdik ve gücün zayıfladığı yönünde bir intiba oluşmaması için geri de çekmedik. Çabucak sonlandırmamız için 20 neden var. Taif cephesinin dağılmaması bizim çıkarımıza olan bir durum. Lübnan Ordusu’nun katılım göstermesine önem veriyoruz çünkü bu, onun için ilk fiziksel hareket fırsatı. Uluslararası atmosferi ve sizin fikrinizi bilmek istiyoruz çünkü bazı dünya güçleri artık stratejilerinin zarar görmesinden korkuyorlar” dedi.
Haravi, “İki konuyu ele aldınız: Birincisi, Avn’ı devirmek için askeri gereklilikler mi söz konusu? Suriye ile iş birliği içinde Lübnan Ordusu aracılığıyla Avn’dan kurtulduğumuzda herkes iş birliği içinde olacak, kimse diğerine direnmeyecektir. Uluslararası düzeyde Dışişleri Bakanlığı’nda Tony Şedid (Shadid) isminde bir çalışanım var. İki gün önce Şam’daki ABD Büyükelçiliği tarafından çağrıldı. Döndüğünde yanıma gelip Dışişleri Bakanınız Faruk Şara ile görüşen Edward Djerejian ile toplantısının tutanağını okudu. Şara kararlı, Djerejian tereddütlüydü. Tony, “Devlet bir karar aldı. Suriye’den yardım talep edeceğiz” demiş. Djerejian, ona “Bu, Lübnan hükümetinin sorumluluğundadır” şeklinde cevap vermiş. Washington Büyükelçimizi aradım ve durumu sordum. Ancak konuyla ilgili bir bilgisi yok. Körfez'deki durumu öğrenmek için Milli Güvenlik Kurulu'na gittiğini söyledi. Lübnan hakkında konuştuk. Büyükelçi bana Bush’un reformlar konusunda rahat olduğunu söyledi. Nesib Lahud, ona “Haravi, Avn sorununu çözecek” demiş. ABD’li ona, Suriye’den yardım isteyecekler mi? diye sormuş. Lahud: “Evet” demiş. ABD’li : “Biz Suriye’nin yardım edip etmeyeceğini merak ediyoruz. Suriye Batı'daki imajını korumak isteyebilir. Körfez'de (Irak'ın Kuveyt işgalini sona erdirmek için) artık bir ordusu var” diye cevap vermiş.
Sözü alıp, “Bölgedeki durum şimdi karmaşık. Irak, Kuveyt’i işgal etti. Onu Kuveyt'ten çıkaracak uluslararası bir koalisyon oluşturuldu. Bir savaş patlak vermesi oldukça ciddi bir ihtimal. Bize bildirdiklerine göre ABD’liler, Lübnan’da askeri bir operasyon gerçekleştirdiğimiz takdirde Fransa’nın koalisyondan çıkmasından endişe duyuyorlar. Körfez ülkeleri de benzer bir durumda. Lübnan’da askeri bir harekât, bazı Körfez ülkelerini endişelendiriyor. Çünkü bunun Kuveyt’i kurtarma sürecini etkilemesinden korkuyorlar” dedim.
Toplantının sonunda Esed, durumu bölgesel ve uluslararası gelişmeler ışığında inceleme taahhüdünde bulundu.
Bu görüşmeden sonra Lübnan’da gerilim arttı. Avn, Lübnan’da başak bölgelere karşı da faaliyetler başlattı. Lübnan hükümeti, kontrol altına aldığı bölgeye abluka uygulama kararı aldı. Arap Komitesi ve Lübnanlı bazı önemli isimlerin yaptığı tüm girişimler Avn ile çözüme ulaşma konusunda bir başarıya ulaşamadı.
7 Ekim 1990 tarihinde Şam’daki ABD Büyükelçisi’ni davet ettim. Tutanaklara göre aramızda şöyle bir görüşme gerçekleşti:
Büyükelçi: “Elimde bir e-posta var. New York ve Washington’daki toplantıların sonuçlarını sizinle de paylaşabilirim. Lübnan konusuyla ilgili olarak konuşacak olursam; Sayın Devlet Başkanı Yardımcısı, Bakan Şara’nın, bu konuyla ilgili sizinle görüştüğünü biliyorum. Ancak daha önce bana sorduğunuz ve Washington ile görüşmemi istediğiniz Lübnan’la ilgili başka bir konu konuşmak istiyorum. Aramızda geçen konuşmayı Washington’a aktardım ve şöyle bir cevap aldım: “Şara’nın ABD Dışişleri Bakanı James Baker ile görüşmesinde General Avn’a karşı askeri güç kullanma ihtimalinin varlığından bahsetti. Baker, Şara’ya Lübnan Meselesinin Esed ile genel bir çerçevede ele alındığını hatırlattı. Herhangi bir askeri çözümden bahsedilmediğini ifade etti” dedi.
Ben de “Doğru” dedim. Büyükelçi “Bu konunun Baker tarafından Devlet Başkanı Esed ile ele alındığını bildiren haber ve bilgiler doğru değil. Baker, Sayın Şara’ya “Aklınızda böyle bir şey varsa, bu konuyla ilgili herhangi bir öneriyi ertelemeyi istiyoruz. Suriye’nin Avn’a yönelik herhangi bir harekât yanlış anlaşılabilir. Saddam tarafından da istismar edilebilir” dedi. Şara, Baker’e, “ABD ile Suriye arasında duruma ilişkin bir anlaşma yok. Suriye de meseleye aynı şekilde bakıyor” şeklinde yanıt verdi. Sayın Haddam, bana söylediğiniz gibi Suriye şu an dikkatleri, Körfez’de olup bitenlerden farklı bir yöne çekmek istemiyor. Şara, Sayın Baker’e “ABD’nin görüşlerini ve bu konuya bakış açısını dikkate alacağımızdan şüphe olmasın” dedi” şeklinde konuştu.
Büyükelçi, sözlerine şöyle devam etti: “Şara, Dışişleri Bakanı Yardımcısı John Kelly’e Haravi ya da Ordu Komutanı’nın Suriye’nin destek vermesi kaydıyla her türlü askerî harekâtı gerçekleştireceğini söyledi. Bir başka deyişle, askerî harekât yapacak olursa bu Suriye’nin desteğiyle olmuştur. Baker, Esed’e ayrıca Haravi’ye meşru Lübnan hükümetine destek verilmesi konusunda söz verdi. Lübnanlıların şiddete başvurmadan önce birkaç kez düşünmeleri gerektiğini vurguladı. Suriye’nin müdahil olduğu herhangi bir eylemin dikkati Körfez’den uzaklaştıracağı konusunda uyarıda bulundu. Ayrıca Fransa ve Vatikan’ın Taif Anlaşması’na karşı çıkma fırsatına sahip olacağını hatırlattı. Bu nedenle Esed, Lübnanlılara Fransa ve Vatikan’ın bu durumu kullanmasına yol açmamak için istişarede bulunmalarını istedi. Kelly, “Lübnanlılara askeri harekata başvurma olasılığını sorduğumuzda ABD’nin Avn’ın bir engel olduğu konusunda hemfikir olsak da bu sürece yeşil ışık yakmakla ilgilenmiyor. Kelly ayrıca Şara’ya ABD’nin askerî harekâtı kabul etmek için hiçbir nedeni olmadığını vurguladı. Kelly, Lübnan hükümetinin son dönemde kaydettiği siyasi ilerlemeye övgüde bulundu ve bizim tarafımızda Avn’ı desteklediğimizi gösteren herhangi bir şey yok. Biz istifa etmesini istiyoruz.”
Ben sözü devraldım: “Her halükârda, Lübnan Hükümeti’nin ABD’nin tutumu hakkında başka bir izlenime sahip. Dr. Selim Hoss ve Lübnan Cumhurbaşkanı açıkça şu sonuca vardı: ABD hükümetinin bu konuda bir itirazı yok. Mesele Lübnan hükümetini ilgilendiriyor. Bizim için mesele şu ki biz de Körfez’deki durum nedeniyle şartların şu an uygun olmadığını görüyoruz. Ancak karşılaştığımız en büyük sorun, Avn ve grubu ve Lübnan’daki diğer eğilimlerin Suriye’nin Avn’ı bitirmek istemediğini söylüyorlar. Bu pratikte Taif Anlaşması’na aykırıdır. Her gün Taif ve Lübnan’daki meşruiyeti desteklemekle ilgili yüzlerce açıklama yapmamıza rağmen Lübnanlıları meşruiyeti desteklediğimize ikna etmek için başvurmadık hiçbir yol bırakmadık. Bununla birlikte, Suriye'nin konumu konusunda ciddi bir kafa karışıklığı var” dedim.
Haravi’den Taif Anlaşması’nın askıya almasını isteyen bazı tarafların varlığından bahsettim. ABD’li Büyükelçi ABD’nin buna karşı olduğunu söyledi. Haravi “ABD’nin tutumunu biliyorum. Ancak bu talep, Avn’ın görevi bırakmayı reddetmesi, ekonomik çöküş, siyasi kargaşa ve hükümette bakanlar arasında mevcut bulunan anlaşmazlıklara rağmen yapılıyor.  Bütün bunlar durumu son derece kötü hale getiriyor. Endişe ettiğimiz şey, Lübnan hükümetinin Taif Anlaşması’nın uygulanması olarak askerî harekât yapmaya karar vermesi ve resmi olarak Suriye’den yardım talep etmesidir. Bundan endişe duyuyoruz. Endişe ettiğimiz bir diğer şey de meşruiyetin çökmesidir. Bu nedenle, büyükelçinin Lübnan hükümetinin bir temsilcisini çağırmasını ve onu ABD’nin tutumundan açıkça haberdar etmesini yararlı buluyorum” dedim.
Edward Djerejian, “Yarın Lübnan hükümetinin temsilcisini çağıracağım. ABD’nin bu konudaki tutumunu ona bildireceğim ki ortada herhangi bir yanlış anlaşılma kalmasın. Lübnanlılara her zaman onlarla olduğumuzu ve şu an onları eleştirecek ya da öfkelendirecek bir durumda olmadığımızı söyleyeceğim. Lübnan hükümeti ile dolaylı ilişki kurmayı sevmiyorum. Haravi’nin göndereceği temsilciye güveniyorum. Ancak yüz yüze görüşmenin yerini hiçbir şey tutamaz. Büyükelçimizin Lübnan’a dönmesi için çalışıyor ve dua ediyorum. Dönerse günlük olarak görüş alışverişinde bulunabiliriz. Çünkü bu durum özellikle de Lübnanlılar için hayal kırıklığına neden oluyor.  Çünkü onları yıllardır tanıyorum, yoldan sapmamaları için onlarla her gün iletişim kurmanız gerekir. Benim belgelerim ve akreditasyonumla Suriye’de Devlet Başkanı Esed ile kolayca görüşebiliyorum. Fakat zamanım Haravi ile görüşmeye yetmiyor. Hükümetim Hoss ile görüşmeme izin veriyor. Bu doğru bir politika. Ancak bazı önemli konulara değineceğim. Her şeyin yazılı olacağının altını çiziyorum. Kendi el yazımla kaleme alıp şahsi temsilciyle Haravi’ye göndereceğim. En iyi yol bu, yorumlarınız için teşekkür ederim. Umarım tavrımız oldukça nettir” şeklinde yanıt verdi.
Lübnan'daki durumun gelişimi ve Körfez krizi ile ilgili olarak, Lübnan hükümetinin ısrar ettiği askerî harekât olasılığı tartışıldı. Suriye ve Lübnan askerleri arasında askeri düzeyde çeşitli toplantılar yapıldı. Bu harekatın gerçekleştirilmesi için gerekli tüm hazırlıklar yapıldı. Lübnan hükümetine Suriye’nin katılımının, Lübnan tarafından yapılması gereken bir talep gerektirdiğini, böylece harekatın meşru bir çerçevede olacağını ve gelecekteki olumsuz kampanyaların önünü keseceğini bildirdik. 1976’da Cumhurbaşkanı Süleyman Franjiye ve Lübnan Cephesi’nin talebi üzerine Lübnan’a girmemize rağmen aylar sonra bu Cephe Suriye aleyhine kampanyalar başlattı ve güçlerimize karşı muharebe operasyonlarına katıldı. Daha sonra ABD'nin Körfez'deki tüm yetenekleriyle bu operasyonlara katıldığını gördük. Bu durum ona bize karşı durma veya İsrail'i harekete geçirme fırsatı vermiyor. Çünkü herhangi bir İsrail hamlesi Körfez sürecine zarar verir.
9 Ekim 1990’da Lübnan Cumhurbaşkanı Haravi’nin temsilcisi Faris Boueiz’i kabul ettim. Hem bana hem de Devlet Başkanı Esed’e yazılmış ve Avn isyanının sona erdirmeye hazır olduklarını bildiren mektuplar getirdi.
Konunun Lübnan Bakanlar Konseyi’nde konuşulduğuna ve Hoss’un güç kullanmaya itiraz ettiğine dikkat çekmek gerek. Karar, Hoss’un onayı olmaksızın alındı. Dışişleri Bakanı olarak imzalaması gereken, Suriye’den yardım talep eden mektubu imzalamayı reddetti. Haravi, mektubu kendisi imzalayıp Esed’e gönderdi.
13 Ekim sabahı, Suriye güçleri, Lübnan Ordusu’yla beraber Avn’ın kontrol altında tutuğu bölgeyi hedef alan geniş çaplı bir saldırı başlattı. Topçu atışları ve hava saldırıları ile katkıda bulundu. Sabah saat 9.30 sularında Avn, meşru güçlere teslim olduğunu açıkladı. Ardında eşi ve iki kızını bırakıp kaçarak Fransız Büyükelçiliği’ne sığındı. Askerlerimiz eşi ve kızlarına nezaketle davrandı. Saat 12.00 sularında tüm bölge kontrol altına alınmıştı. Avn, bu şekilde devrildi.
Asi generalin işi böyle bitti. Lübnan hükümeti ve Fransız Büyükelçiliği arasında birkaç gün devam eden görüşmelerden sonra Avn, belirli bir süre Lübnan’a dönmemek kaydıyla sınır dışı edilip Fransa’ya gönderildi.
*Sayın Devlet Başkanı Başkomutan Hafız Esed (Allah sizi korusun)
 En içten duygularımla sizi selamlıyorum. Lübnan’ın genel durumu ve eski Ordu Komutanı’nın isyanı ve meşru otoriteye itaatsizliğinin oluşturduğu olağanüstü durumu ve yaşanan muzdaribiyeti daha önceki görüşmelerimizde ele almıştık.
Lübnan Parlamento başkanı Hüseyin el-Hüseyni ve Başbakan Dr. Selim Hoss’un da hazır bulunduğu son Suriye- Lübnan zirvesinde, Eski Ordu Komutanı’nın isyan ve olumsuz davranışlarına devam etmesi, Lübnanlıların kanlarının akmasını durdurmak ve isyanı sonlandırmak için gereken önlem ve eylemler ele alınmıştı. Bu durum, meşru otoritenin kurtarma, uzlaşma ve barış yolundaki ilerleyişini tamamlamasına imkan tanımakta.
Bu ayın dokuzunda Bakanlar Kurulu’nun tüm bu konuları görüştüğünü ve Lübnan Ordusu'nun, Eski Ordu Komutanı’nın isyanını sona erdirmesi için daha önce alınan kararları oybirliğiyle onayladığını size bildirmekten memnuniyet duyuyorum. Ulusal Mutabakat Belgesi uyarınca ve Suriye ile Lübnan arasındaki kardeşlik ilişkilerine dayanarak, Lübnan Ordusu'nun kendisine emanet edilen görevi yerine getirmesi için Lübnan'da konuşlanmış Suriye Arap Kuvvetlerine gerekli talimatları vermenizi talep ediyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı, eminim ki, bu talebe derhal yanıt vermeniz, Lübnan'ın kurtarılmasına, Lübnan halkının değerli bir güvenlik, barış ve istikrar ülkesi olma konusundaki özlem ve beklentilerine ulaşılmasına aktif olarak katkıda bulunma konusundaki kararlılığınızı yansıtacaktır. Sağlıklı ve selim Lübnan, ihtiyaç halinde Suriye için gerekli yardımı sağlayacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanı Allah sizi korusun. Allah sizi Araplar ve ülkelerimizin menfaati için attığınız adımlarda muvaffak kılsın.

Kardeşiniz İlyas Haravi

*Sayın Kardeşim Abdulhalim Haddam
En içten duygularımla sizi selamlıyorum.
Bu ayın dokuzunda Bakanlar Kurulu’nun tüm bu konuları görüştüğünü ve Lübnan Ordusu'nun, Eski Ordu Komutanı’nın isyanını sona erdirmesi için daha önce alınan kararları oybirliğiyle onayladığını size bildirmekten memnuniyet duyuyorum.
Bu misyonun başarısının, Lübnan devletinin, Cumhurbaşkanı Hafız Esed liderliğinde kardeşimiz Suriye'nin desteğiyle kurtuluş, uzlaşma ve barış yürüyüşünü tamamlamasına yardımcı olmasını diliyorum.
En içten duygu ve dileklerimle…

Kardeşiniz İlyas Haravi
Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları oldu

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’
 



‘Tek bir tık bir ülkeyi yıkmaya yeter’... İsrailli bir yetkiliden ‘nadir’ uyarı

Siber korsanlığı simgeleyen bir görsel (Reuters)
Siber korsanlığı simgeleyen bir görsel (Reuters)
TT

‘Tek bir tık bir ülkeyi yıkmaya yeter’... İsrailli bir yetkiliden ‘nadir’ uyarı

Siber korsanlığı simgeleyen bir görsel (Reuters)
Siber korsanlığı simgeleyen bir görsel (Reuters)

İsrail Ulusal Siber Güvenlik Müdürlüğü Başkanı Yossi Karadi, nadir görülen bir uyarıda bulunarak, siber tehditlerin ülkeleri anında çökme noktasına getirebileceğini söyledi. Şarku’l Avsat’ın Yediot Ahronot’tan aktardığına göre Karadi, elektrik, su, trafik ışıkları ve hastane ağlarına yapılan siber saldırıların artık savaş aracı haline geldiğini ve bu saldırıların çoğunlukla saldırganın kimliğini gizlemek için vekil gruplar üzerinden gerçekleştirildiğini belirtti. Karadi dün Tel Aviv Üniversitesi’nde düzenlenen Siber Güvenlik Haftası konferansında yaptığı konuşmada, son altı ayda İsrail’in yürüttüğü savunma faaliyetlerinden bir kısmını paylaştı ve ‘ilk siber savaş’ olarak nitelendirdiği durumun endişe verici bir tablosunu çizdi.

Karadi, “Giderek savaşların dijital alanda başlayıp biteceği bir çağa doğru ilerliyoruz” dedi ve ‘dijital kuşatma’ terimini tanıttı. Karadi, bu senaryoda enerji santrallerinin duracağı, trafik ışıklarının çalışmayacağı, iletişim sistemlerinin çökeceği ve su kaynaklarının kirlenebileceğini vurgulayarak, “Bu hayali bir gelecek senaryosu değil, oldukça gerçekçi bir eğilim” ifadesini kullandı.

Karadi, dijital kuşatma kavramının sadece çekici bir ifade olmadığını, 15 yıl süren bir gelişimin sonucu olduğunu belirtti. Geçmişte devletler arasındaki siber savaşların çoğunlukla sessiz casusluk veya yalnızca askeri tesisleri hedef alan operasyonlar olduğunu söyleyen Karadi, son yıllarda durumun değiştiğini ve yeni düşmanın yalnızca sır çalmayı değil, sivil yaşamı kesintiye uğratmayı amaçladığını ifade etti.

Yediot Ahronot’a göre, siber savaşların başlangıç noktası olarak kabul edilen olay, 2010 yılında Stuxnet virüsünün ortaya çıkmasıydı. Yabancı raporlara göre virüs, İran’ın Natanz Nükleer Tesisi’ndeki santrifüjleri hedef almak için İsrail ve ABD tarafından kullanılmıştı ve yalnızca belirli endüstriyel kontrol birimlerini etkileyerek sivil bilgisayarlar veya alakasız altyapıya zarar vermekten kaçınıyordu.

Karadi, dönüm noktasının ise geçen on yılın ortalarında Doğu Avrupa’da yaşandığını belirtti. Rus hacker grubu Sandworm, teorik olarak mümkün görülmeyen bir adım atarak Ukrayna elektrik şebekesini hackledi ve yüz binlerce evi dondurucu soğukta karanlığa gömdü. Bu olaydan sonra siber operasyonlar, yalnızca askeri hedeflere yönelik silahlar olmaktan çıkarak, sivil nüfusu hem psikolojik hem fiziksel olarak etkileme aracına dönüştü. Ayrıca, 2017’de Kuzey Kore’ye atfedilen WannaCry fidye yazılımı saldırısının, siber silahların nasıl kontrolden çıkabileceğini gösterdiği ve dünya genelinde hastaneler ile acil servisleri rastgele etkileyerek felce uğrattığı ifade edildi.

Bir Amerikan siber güvenlik şirketi, Sandworm siber hack grubunun faaliyetlerini tespit etti. (Reuters)Bir Amerikan siber güvenlik şirketi, Sandworm siber hack grubunun faaliyetlerini tespit etti. (Reuters)

Tehlikeli bir artış

Karadi, İran’ın siber terör doktrinini benimsemiş olmasının tehlikeli bir örneğini paylaştı: 2020 yılında İsrail su şebekesindeki klor seviyesini değiştirmeye yönelik girişim, başarılı olsaydı kitlesel zehirlenmeye yol açabilirdi.

Karadi, o tarihten bu yana İran’ın siber saldırılarının İsrail’de sivil altyapıyı hedef aldığını, hastaneler, alarm sistemleri ve elektrik şebekesine yönelik tekrar eden girişimlerin bu kapsamda olduğunu belirtti.

Hastanelere yönelik saldırıların yeni bir boyut kazandığını vurgulayan Karadi, yakın zamanda Shamir Tıp Merkezi’ne yapılan siber saldırıyı örnek gösterdi. Saldırının arkasında, sıradan bir suç örgütü gibi görünen ‘Qilin’ adlı bir grup bulunuyordu. Karadi, bu durumun devletlerin, sorumluluğu gizlemek için vekil siber gruplar aracılığıyla saldırılar düzenlemesi trendini gösterdiğini ve bunun yalnızca İsrail’e özgü olmadığını aktardı. ABD ve Avrupa istihbarat raporları da benzer eğilimleri doğruluyor.

Çin’de de ‘Volt Typhoon’ gibi grupların, kâr amacı gütmeden ABD’nin kritik altyapısına sızmalar yaparak olası bir gelecekteki saldırıya hazırlık yaptıkları tespit edilmiş durumda.

Karadi, İran saldırılarında karma bir taktik gözlendiğini söyledi: Weizmann Enstitüsü’ne bir füze atılırken, aynı zamanda güvenlik kameralarına sızılarak çarpma anı gerçek zamanlı olarak kaydedildi ve psikolojik etkisi artırıldı. Aynı zamanda çalışanlara tehdit mesajları ve sızdırılmış kişisel bilgiler gönderildi.

Bu yöntem, Ukrayna savaşında görülen siber saldırılarla benzerlik taşıyor; Rus hackerlar, internet servis sağlayıcılarını hedef alarak bilgi akışını engelliyor ve korku yayıyordu.

Konuşmasını yapay zekâ çağının getirdiği fırsatlar ve risklerle tamamlayan Karadi, “Dijital sistemlere tamamen bağımlılık ve yapay zekâdaki hızlı gelişim, büyük fırsatlar sunuyor, ancak saldırganlara da sınırsız hareket alanı sağlıyor” uyarısında bulundu.

Yediot Ahronot gazetesi, Karadi’nin mesajını özetleyerek, “Gelecek savaşta klavye, roketten daha az öldürücü olmayacak” ifadeleriyle duyurdu.


İran'ın başkentinde aylardır ilk kez yağmur yağdı

Bugün Tahran'daki Valiasr Meydanı'nda İran bayrağı şeklinde dev bir reklam panosunun önünden geçen bir kadın (EPA)
Bugün Tahran'daki Valiasr Meydanı'nda İran bayrağı şeklinde dev bir reklam panosunun önünden geçen bir kadın (EPA)
TT

İran'ın başkentinde aylardır ilk kez yağmur yağdı

Bugün Tahran'daki Valiasr Meydanı'nda İran bayrağı şeklinde dev bir reklam panosunun önünden geçen bir kadın (EPA)
Bugün Tahran'daki Valiasr Meydanı'nda İran bayrağı şeklinde dev bir reklam panosunun önünden geçen bir kadın (EPA)

İran'ın başkentinde aylardır ilk kez bugün yağmur yağdı ve bu durum, yüzyılı aşkın süredir en kurak sonbaharını yaşayan ülke için rahatlama getirdi.

Şarku’l Avsat’ın AP’den aktardı habere göre kuraklık, Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan'ın, başkent çevresindeki barajları dolduracak kadar şiddetli yağmur yağmazsa, İran'ın aralık ayı sonuna kadar hükümetini Tahran dışına taşıması gerekebileceği uyarısında bulunmasına yol açmıştı.

Meteorologlar bu sonbaharı ülke genelinde 50 yıldan fazla süredir yaşanan en kurak sonbahar olarak tanımladı; bu durum, 1979 İslam Devrimi'nden bile öncesine denk geliyor ve tarım için büyük miktarda suyu verimsiz bir şekilde tüketen sistemi daha da zorluyor. Ajans, su krizinin ülkede siyasi bir mesele haline geldiğini, özellikle de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, iki ülke arasında geçen haziran ayında 12 gün süren bir savaş yaşanmasına rağmen, İran'a bu konuda defalarca yardım teklifinde bulunmasının ardından bu durumun daha da belirginleştiğini belirtti.

20 Mayıs 2025'te Tahran dışındaki Lar Barajı'nın uydu görüntüsü (Planet Labs - AP)20 Mayıs 2025'te Tahran dışındaki Lar Barajı'nın uydu görüntüsü (Planet Labs - AP)

Netanyahu, 2018'de yayınlanan bir tanıtım videosunda İran halkına şahsen seslenerek, "milyonlarca insanın hayatını tehdit eden ciddi su kıtlığı" sorununu ele almak üzere Farsça bir internet sitesinin açılışını duyurdu. İranlıların su ihtiyaçlarına yardımcı olmayı amaçlayan yeni bir İsrail girişimi olan "İran Halkı İçin Yaşam"ı şahsen desteklemeye hazır olduğunu belirtti. Batı Kudüs'teki ofisinde çekilen video, Netanyahu'nun bir tuz arıtma tesisinden geldiğini iddia ettiği kaptan kendine bir bardak su doldurmasıyla başlıyor. Ardından İranlıların karşı karşıya olduğu vahim su krizinden bahsediyor.

Netanyahu, 12 günlük savaşın ardından geçen ağustos ayında İranlılara mesajını yineleyerek şunları söyledi: “Liderleriniz 12 günlük savaşı bize zorla dayattılar ve ezici bir yenilgiye uğradılar. Her zaman yalan söylüyorlar.” Sözlerine şöyle devam etti: “İran'da her şey çöküyor. Bu kavurucu yazda, çocuklarınız için temiz, soğuk su bile yok. Bu, İran halkına karşı gösterilen en büyük ikiyüzlülük ve saygısızlıktır. Bu durumu hak etmiyorsunuz.”


Sudan’ın “askeri zafer mi yoksa siyasi yenilgi mi?” ikilemi

Başkent Hartum'daki ordu karargahı önünde düzenlenen protesto gösterisi sırasında bayrak sallayan ve zafer işareti yapan Sudanlı protestocular, 17 Nisan 2019 (AFP)
Başkent Hartum'daki ordu karargahı önünde düzenlenen protesto gösterisi sırasında bayrak sallayan ve zafer işareti yapan Sudanlı protestocular, 17 Nisan 2019 (AFP)
TT

Sudan’ın “askeri zafer mi yoksa siyasi yenilgi mi?” ikilemi

Başkent Hartum'daki ordu karargahı önünde düzenlenen protesto gösterisi sırasında bayrak sallayan ve zafer işareti yapan Sudanlı protestocular, 17 Nisan 2019 (AFP)
Başkent Hartum'daki ordu karargahı önünde düzenlenen protesto gösterisi sırasında bayrak sallayan ve zafer işareti yapan Sudanlı protestocular, 17 Nisan 2019 (AFP)

Areej Al-Hajj

Ordu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında üç yıldır yıkıcı bir savaşın sürdüğü Sudan, ‘askeri zaferin siyasi yenilgiye dönüşmesini nasıl önleyebilir?’ şeklinde derin bir ikilemle karşı karşıya. Çatışan her iki tarafta da askeri çözüm çağrısı yapan sesler giderek yükselirken, “Hukukun üstünlüğüne dayalı sivil devletin geleceği var mı, yoksa yaklaşan iklim yeni bir otoriter sistemin ortaya çıkmasına mı kapı açacak?” sorusu acil olarak yanıt bekliyor.

Daha da tehlikelisi, 2019 yılında iktidarı kaybeden siyasal İslamcılar, savaşta ‘orduyu korumak’ ve ‘beka savaşı’ sloganları altında saflarını yeniden düzenleme fırsatı buldular. Yüzeysel olarak ‘vatansever’ görünebilen orduya verdikleri destek, onları siyasi ve güvenlik kararlarının merkezine yeniden yerleştirme riskini de beraberinde getiriyor. Devletin eklemlerine geri dönmelerini önlemek için net kontroller getirilmezse, Sudan kendini güncellenmiş sloganlar ve daha esnek araçlarla ‘Kurtuluş 2.0’ ile karşı karşıya bulabilir.

Toplumlar otokrasiden demokrasiye otomatik olarak geçiş yapmazlar. Gerçek geçiş, açıkça tanımlanmış otoriter bir sistemden belirsiz ‘başka bir şeye’ doğru olur. Yeni doğan bir demokrasi, sürekli kaos veya farklı yüzü olan yeni bir otokrasi olabilir. Hani bu geçiş süreci sancısı Sudan'a özgü değil.

Siyaset tarihçisi Samuel Finer’ın klasik kitabı “At Sırtındaki Adam: Siyasette Askerin Rolü” (The Man on Horseback: The Role of the Military in Politics'te) belirttiği gibi, orduların bağımsız siyasi faaliyetleri tekrarlayan, yaygın ve tarihi kökleri olağan bir olgudur. Finer kitabında, kaos dönemlerinde orduların zaferinin genellikle sivil alanın altta kalmasına ve devletin olağanüstü hal (OHAL) zihniyetiyle yönetilen kapalı bir güvenlik yapısına dönüşmesine yol açtığı uyarısında bulunuyor.

Sudan, siyasi ve güvenlik alanlarını kontrol eden bir ordu ile ‘kimlik’ ve ‘toplumu kaostan korumak’ sloganları altında devlet iktidarının kontrolünü yavaş yavaş geri kazanan siyasal İslamcılar arasında bir hibrit, askeri-siyasal İslamcı rejimle karşı karşıya kalabilir

Mısır, ordunun hakim olduğu ve uluslararası toplumun demokratik geçiş riskinden ziyade güvenlik istikrarını tercih ettiği durumlarda neler olabileceğini Sudan'a en yakın coğrafi ve kültürel örnek olarak gösteriyor. Mısır ordusu 3 Temmuz 2013 tarihinde ciddi bir siyasi krizi sona erdirmek için müdahale etti. Seçenekler açıktı; ya belirsiz bir demokratik sürecin getireceği potansiyel kaos ya da ordunun sağladığı istikrar. Mısır, geniş bölgesel ve uluslararası destekle istikrarı seçti.

Sudan'ın karşı karşıya olduğu senaryo da tam olarak bu. Üç yıldır süregelen yıkıcı bir savaşın ardından ‘istikrarın’ cazibesi, yorgun Sudanlılar ve bölgesel kaos konusunda endişeli uluslararası toplum için çok güçlü olacak. Ancak Sudan senaryosu Mısır senaryosundan daha tehlikeli. Mısır, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı (İhvan-ı Müslimin) tamamen kenara itmişken, Sudan'da siyasal İslamcılar örgütsel olarak yenilgiye uğramış değil ve hala ordu ile toplum içinde nüfuz ağlarına sahipler.

Sudan, siyasi ve güvenlik alanlarını kontrol eden bir ordu ile ‘kimlik’ ve ‘toplumu kaostan korumak’ sloganları altında devlet iktidarının kontrolünü yavaş yavaş geri kazanan siyasal İslamcılar arasında bir hibrit askeri-siyasal İslamcı rejimle karşı karşıya kalabilir. Bu rejim ilk başta istikrarlı görünecek, ancak gerçek bir meşruiyetten yoksun olduğu ve tamamen baskıya dayandığı için Beşir rejiminden daha kırılgan olacak. Savaşla derinleşen bölgesel ve etnik bölünmeler, görünürdeki ‘istikrarın’ altında birer saatli bomba gibi kalacak ve Sudan'ı gelecekte daha şiddetli bir patlamaya karşı savunmasız hale getirecek.

Uluslararası deneyimlerden çıkarılan dersler

Ancak, Sudan'a dersler veren tek deneyim Mısır'ınki değil. Askeri zafer savaşı sona erdirebilir, ancak bir devlet kurmaz. Uluslararası deneyimler, gerçek bir demokratik askeri reformun, ordunun rolünü rejimin koruyucusu olmaktan anayasanın koruyucusu olmaya yeniden tanımlamayı, askeri liderlerin kapalı bir siyasi elit haline gelmesini önlemek için komuta ve terfi yapılarını reforme etmeyi ve ordunun kendisini siyasi çatışmanın  tarafı olarak değil, anayasal düzenin tarafsız koruyucusu olarak görmesini sağlamak için askeri doktrini değiştirmeyi gerektirdiğini gösteriyor.

Son adım ise askeri baskıya maruz kalan, sadece formalite olmayan etkili bir sivil denetim mekanizması oluşturmak. Uzun askeri geçmişlerine rağmen ülkelerin sivil yönetimi başarıyla tesis ettiklerini gösteren birçok örnek var. Bunlardan biri olarak 1975'te Francisco Franco’nun ölümünden sonra İspanya'nın yaşadığı deneyim önemli bir ders. İspanya ordusu on yıllardır diktatörlüğün belkemiği olmasına rağmen, İspanya, askeri müfredatın değiştirilmesi, komuta yapısının yeniden yapılandırılması ve ordunun seçilmiş parlamentoya tabi tutulması gibi kademeli reformlar yoluyla ordunun sivil denetime tabi profesyonel bir kurum haline getirilmesini başarmıştı.

Bu kolay olmadı. Zira İspanya 1981'de başarısız bir darbe girişimi yaşadı. Ancak reformlara yönelik siyasi taahhüt ve Avrupa'nın desteği, geçiş sürecinin başarılı olmasına katkıda bulundu.

Şili ise karma bir model sundu. 1990 yılında Cumhurbaşkanı Augusto Pinochet'nin iktidarının sona ermesinden sonra, ordunun sivil kontrol altına alınması on yıldan fazla sürdü. Reformlar arasında, orduya siyasi nüfuz sağlayan ‘senatör atamalarına’ son verilmesi, ordunun ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak için anayasanın değiştirilmesi ve etkili parlamento denetim mekanizmalarının kurulması yer aldı.

Daha derin kriz siyasi partilerin kendi içlerinde yatıyor. Sorun sadece partilerin zayıflığı veya parçalanmışlığı değil, aynı zamanda sorunlu iç yapılarıdır.

Öte yandan Arjantin’in bu konuda verdiği ders daha katı. Arjantin’in 1983 yılında Falkland Savaşı'nda İngiltere karşısındaki yenilgisinin ardından askeri yönetimin çöküşünden sonra, sivil hükümetler muhalefete karşı yürütülen ‘kirli savaş’ sırasında işlenen suçlardan ordunun hesap vermesini sağlamaya çalıştı, ancak şiddetli bir direnişle karşılaştı.

Yirmi yıllık bir sürenin ardından af yasaları yürürlükten kaldırıldıktan sonra Arjantin ordusu sivil otoriteye tabi bir kurum olarak rolünü kabul etmeye başladı. Arjantin'in bu deneyimi, cezasızlığın gerçek reformları engellediğini bir kez daha kanıtladı.

Endonezya, Sudan'daki senaryoya daha yakın, daha karmaşık bir örnek teşkil ediyor. 1998'de Devlet Başkanı Suharto rejiminin düşüşünden sonra Endonezyalılar, ‘çift işlevli’ bir sistem aracılığıyla ekonomi ve siyasete derinlemesine yerleşmiş bir orduyu miras aldılar. Polisin ordudan ayrılması, ordunun parlamentodaki temsiliyetinin sona erdirilmesi ve subayların sivil görevlerde bulunmasının yasaklanması gibi reformların yer aldığı süreç on yıldan fazla sürdü. Ancak, bugün bile Endonezya ordusu önemli bir ekonomik etkiye sahip, bu da askeri reformun sürekli azim gerektiren uzun bir süreç olduğunu teyit ediyor.

Sivil alan krizi

Demokratik geçiş arzusu ve sivil yönetimin zaferi hakkında konuşurken, gayet mantıklı olan ‘Siyasi geçişi kim koruyacak? Zaferin yeni bir iktidar tekelini doğurmaması için kim garanti verecek?’ soruları gündeme geliyor. Çünkü Sudan'ın gerçek krizi ‘iç içe geçmiş iki düzeyde sivil alanın çöküşünde’ yatıyor.

28 Ekim 2025'te, El Fasher'in Hızlı Destek Kuvvetleri'nin eline geçmesinin ardından şehirden kaçan Sudanlı yerinden edilmiş kişiler, Sudan'ın batısındaki savaşın harap ettiği Darfur bölgesindeki Tavila kasabasına sığındı.28 Ekim 2025'te, El Fasher'in Hızlı Destek Kuvvetleri'nin eline geçmesinin ardından şehirden kaçan Sudanlı yerinden edilmiş kişiler, Sudan'ın batısındaki savaşın harap ettiği Darfur bölgesindeki Tavila kasabasına sığındı.

Sudan sivil toplumu, devrimlerdeki tarihi rolüne rağmen iç bölünmeler ve aşırı siyasileştirilmeden şikayetçi. Ülke ya örgütler ya partizan elitlerin kontrolü, dış finansman baskısı ya da Sudan’ı en iyi kimin temsil ettiği konusunda bir mücadele içindedir. Bu durum, onların kamuoyundaki tartışmaları yönlendirmelerini ve siyasi ve askeri performansı izlemelerini engelliyor. Ancak, daha derin kriz siyasi partilerin kendisinde yatıyor. Sorun sadece zayıflıkları veya parçalanmışlıkları değil, aynı zamanda sorunlu iç yapılarından kaynaklanıyor.

Örneğin Ümmet Partisi, kurulduğu günden bu yana Mehdi ailesinin liderliğinde oldu. Demokratik Birlik Partisi de Mirgani ailesinin liderliği devralmasıyla aynı sorunla karşı karşıya. Sudan Ulusal Kongre Partisi (NCP) gibi daha yeni partiler bile, hesap verebilirlik veya müzakere için net mekanizmalar olmaksızın, merkezi karar alma ve belirli şahsiyetlerin hakimiyeti sorunlarıyla boğuşuyor.

Sivil toplumun tamamen yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Sudan’ın mali ve siyasi açıdan bağımsız, hesap verebilir ve gerçek sosyal tabanları temsil eden kuruluşlara ihtiyacı var.

Bu da şu soruyu gündeme getiriyor; Bir siyasi ailenin yönettiği veya kişisel sadakatlere göre yönetilen parti, demokratik bir geçiş sürecini nasıl yönetebilir? Sudan’daki siyasi partiler bütçelerini yayınlamaz, finansman kaynaklarını açıklamaz ve düzenli olarak halka açık konferanslar düzenlemez. Önemli kararları kapalı kapılar arkasında alır ve tabandaki destekçileri karar alma sürecinin tamamen dışında kalır.

Bölgesel deneyimler, gerçeklikten kopuk zayıf partilerin demokrasi inşa etmediklerini, aksine otokrasiye dönüşün veya devletin çöküşünün önünü açtıklarını teyit ediyor. Sivil ufuk, ancak sivil toplumun ve siyasi partilerin kapsamlı bir yeniden inşa süreciyle açılabilir.

Sudan yaşadığı bu savaş deneyiminden ders alacak mı?

Sudan’daki savaş, ne kadar korkunç olursa olsun, gelecek için net bir plana dönüştürülmesi gereken bazı katı dersler içeriyor. İlk ders, 2019 sonrası – hem siyasi hem de sivil – elitlerin geçiş sürecini yönetmekte başarısız olduklarını kabul edilmesi. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre bu başarısızlık ahlaki bir başarısızlık değil, yozlaşmış bir yapı ve demokratik olmayan uygulamaların sonucudur. Bunu başarmak için birkaç önemli alanda çalışma yapılmalı.

Sudan’ın başkenti Omdurman'ın ikiz şehri Salha’da HDK tarafından kullanılan bir üssü ele geçirdikten sonra hareketsiz bir tankın üzerine oturan Sudanlı askerler, 26 Mayıs 2025 (AFP)Sudan’ın başkenti Omdurman'ın ikiz şehri Salha’da HDK tarafından kullanılan bir üssü ele geçirdikten sonra hareketsiz bir tankın üzerine oturan Sudanlı askerler, 26 Mayıs 2025 (AFP)

İlk olarak, yeni nesil sivil liderlerin yetiştirilmesi acil bir ihtiyaç haline geldi. Sudan'ın gençler, kadınlar, marjinal gruplar ve geleneksel elit çevrelerin dışındaki kişilerden liderlere ihtiyacı var. Bu nesil, sadece ‘güçlendirme’ sloganları değil, yönetim, kamu yönetimi ve siyasi müzakere konularında gerçek bir eğitime ihtiyaç duyuyor.

İkinci olarak, siyasi partilerin radikal iç reformlara acil ihtiyacı var. Onlara verilecek her türlü siyasi veya mali destek, şeffaf iç seçimler, liderlik yenilenmesi, bütçelerin yayınlanması ve belirsiz sloganların ötesine geçen net programların benimsenmesi gibi ölçülebilir iç reformlarla ilişkilendirilmeli.

Üçüncüsü ise sivil toplumun tamamen yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Sudan’ın mali ve siyasi açıdan bağımsız, hesap verebilir ve gerçek sosyal tabanları temsil eden kuruluşlara ihtiyacı var. Bu da gerçek kapasite geliştirme ve iç yönetim gerektiriyor. Aynı zamanda uzun vadeli bir proje olsa da herhangi bir demokratik geçiş için bu gerekiyor.

Uluslararası deneyimler net bir yol haritası sunuyor. Endonezya, Güney Kore ve İspanya gibi ülkeler demokrasiye geçişte başarılı oldular, çünkü gerçek ve sancılı reformlara bağlı kaldılar.

Dördüncü ve belki de en önemlisi, bir sonraki aşama ateşkesin ötesinde, köklü bir kültürel ve siyasi devrim gerektiriyor. Savaş, ‘kutuplaşma ve dışlayıcı söylemlerin ulusları yok ettiğini’ gösteren acı bir ders verdi. Sudan'ın gerçek diyalog, uzlaşı ve çoğulculuğun gerçek anlamda kabulüne dayanan yeni bir siyasi kültüre ihtiyacı var. Bu dönüşüm, kolektif bilinci yeniden inşa eden ve vatandaşlık ve hesap verebilirlik değerlerini aşılayan uzun vadeli eğitim ve medya reformuna ihtiyaç duyuyor.

Sudan'ın Hartum kentinde HDK lideri Muhammed Hamdan Dagalu'nun katıldığı bir etkinlikte güvenliği sağlayan HDK üyeleri, 18 Haziran 2019 (AFP)Sudan'ın Hartum kentinde HDK lideri Muhammed Hamdan Dagalu'nun katıldığı bir etkinlikte güvenliği sağlayan HDK üyeleri, 18 Haziran 2019 (AFP)

Uluslararası deneyimler net bir yol haritası sunuyor. Endonezya, Güney Kore ve İspanya gibi ülkeler demokrasiye geçişte başarılı oldular, çünkü gerçek ve sancılı reformlara bağlı kaldılar. Başarı ile başarısızlık arasındaki belirleyici fark, her zaman yeni bir ülkeyi sıfırdan inşa etmeye yönelik yerel ve uluslararası düzeyde gerçek bir taahhüt oldu.

Sudan'ın, ülkenin karşı karşıya olduğu en büyük tehlikenin savaşın devamı değil, eski Cumhurbaşkanı Ömer Beşir'in rejimine benzer bir rejime geri dönme olasılığı olduğunu hatırlaması önemli. ‘İstikrar’ ve ‘ulusal güvenlik’ sloganları altında devletin kontrolünü ele geçiren, halkın yorgunluğunu ve uluslararası toplumun kaos korkusunu istismar eden bir askeri-siyasal İslamcı ittifak senaryosu teorik değil, gerçekçidir. Sudan’da yeniden böyle bir rejimin iktidara gelmesi, uluslararası izolasyon, ekonomik gerileme, siyasi çöküş ve kalkınma umudunun yitirilmesi gibi tüm felaketlerin tekrarlanması anlamına gelir.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.