Suudi Arabistan ve Türkiye: Geçmişin yükleri, geleceğin fırsatlarını ortadan kaldırmaz

Bölgesel ve küresel zorluklar, analistlerin Erdoğan için bir ‘kurtuluş çizgisi’ olarak gördüğü bir yakınlaşmayı dayattı

Fotoğraf:AA
Fotoğraf:AA
TT

Suudi Arabistan ve Türkiye: Geçmişin yükleri, geleceğin fırsatlarını ortadan kaldırmaz

Fotoğraf:AA
Fotoğraf:AA

Mustafa el-Ensari*
Siyasi anlaşmazlık, iki ülke ilişkilerinin her türlü barış ve gerginliğe sahne olduğu onlarca, hatta yüzlerce yıl boyunca kökleşen Suudi Arabistan ve Türkiye ilişkilerine gölge düşürdü. Ancak koşullar ve gelecekteki fırsatlar, iki tarafı geçici olarak da olsa geçmişin yüklerinden kurtulmaya zorladı. Orta noktada buluşma, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı iki ay önce Suudi Arabistan'a, bu günlerde de Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ı Türkiye'ye götürecek noktaya getirdi.
Uluslararası basın ve Arap medyası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Veliaht Prens’i kucaklama sahnesiyle çalkalanıyor. Bir sürelik hasret ve ayrılığın ardından bir ağabeyin kardeşine sarılması gibiydi. Politikacılar, daima istedikleri zaman sevgi ve yakınlığın ortak noktalarını bulmuşlardır. Tıpkı, kendisi ve parti liderlerine kapılarını açtıktan sonra Suudi Arabistan'ı yakından tanıyan Erdoğan başta olmak üzere, anlaşmazlıkları da körüklemek için mazeret bulmakta hiç zorlanmadıkları gibi.
Son zamanlarda Türkiye Cumhurbaşkanı, ülkesinin ve Suudi Arabistan'ın ‘tarihi, kültürel ve insani ilişkileri olan kardeş ülkeler’ olduğunu söyleyerek bu bağlardan bahsetti. ‘Her türlü siyasi, askeri ve ekonomik ilişkileri güçlendirmek ve aralarında yeni bir dönem başlatmak’ için buna dayanmak istedi.
Ancak Erdoğan, ‘Arap Baharı’ dalgasına kapılarak, Riyad ve  bölgesel müttefikleri Mısır ile Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı tavır almıştı. Ankara, Siyasal İslamcı örgütlerin bölgedeki krizler üzerindeki etkisini genişletmeye çalışmış, Erdoğan’ın bu uğurdaki hırsları Suudi-Türkiye köklü ilişkilerini kopma noktasına getirmişti.
Bu hırs, Kuala Lumpur'da İslam İşbirliği Teşkilatı’na paralel bir blok kurarak İslami safları daha geniş bir şekilde bölme girişimine dönüşmeden önce, Riyad'ın etkisine zarar vermek için olağanüstü çabalamasına yol açtı.
Ancak Erdoğan yine de her fırsatta Türkiye'de, ‘Körfez bölgesindeki kardeşlerinin istikrar ve güvenliğinin, kendi istikrar ve güvenliği kadar önemli olduğunu’ vurguladığını savunuyor.

Yakınlaşma sebepleri ve haritalar çizme
Türkiye'nin 2017'de, Ankara'nın, Türkiye ile Riyad arasındaki sorunun temeli olan Mısır’daki İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) yönetimini savunmak için müttefiki Katar'ın yanında yer aldığı Körfez krizi ortaya çıkmadan önce, Arap Koalisyonu aracılığıyla Riyad'ın ‘Kararlılık Fırtınası Operasyonu’ndaki konumunu ve Yemen'deki meşru hükümeti savunmasını destekleyen İslam ülkeleri arasında yer alması bu açıdan dikkat çekiciydi.
İran'ın bölge güvenliğine yönelik tehdidi gibi Suudiler için kritik bölge dosyalarındaki Türkiye’nin performansı mütevazı kalsa da Uluslararası ilişkiler araştırmacısı Basil el-Hac, Riyad ile Ankara arasındaki uzlaşmanın İran'ı bölgede sınırlayan veya etkisini azaltarak bir dengeye yol açabileceğini düşünüyor.
Prens Muhammed bin Selman'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaretin çok önemli olduğunu söyleyen Hac, “Çünkü Rusya'nın Ukrayna'ya özel askerî harekâtı başlatmasının ardından tüm bölgesel ve uluslararası denklemlerin değiştiği bir dönemde yeni bir sayfa açılacak” dedi.
“Körfez Bölgesi’ndeki kardeşlerimizin istikrarına ve güvenliğine, kendi istikrar ve güvenliğimiz kadar önem verdiğimizi her vesileyle ifade ediyoruz.
Terörün her türlüsüne karşı olduğumuzun ve bölgemizdeki ülkelerle teröre karşı iş birliğine verdiğimiz önemin altını çiziyoruz. İlişkilerimizi her alanda geçmiştekinin de ötesine taşıyacağımıza inanıyorum. Rabbimizin rahmet, mağfiret ve şefkatinin gönülleri kuşattığı mübarek Ramazan ayındaki bu seyahatimiz, dost ve kardeş Suudi Arabistan’la yeni bir dönemin kapılarını aralayacaktır”
Resmi bir Türk kaynağı, Riyad'la yeni yakınlaşmanın nedenlerini ‘2011'de Washington'ın Irak'tan çekilmeye ve Tahran'ın yerel ve bölgesel oyuncular pahasına orada yayılmasının ve genişlemesinin yolunu açmaya karar vermesine benzer şekilde ortaya çıkabilecek ve bölgede var olan dengeler ve denklemler oyununu etkileyebilecek bölgesel sürprizlerden kaçınmak için Viyana'daki Batı-İran nükleer görüşmelerinin sonuçlarının ötesindeki aşamaya hazırlık’ olarak açıkladı. Resmi Türk medyasında yer alan bir habere göre bir yetkili, “Bölgede birden fazla aktif ülkenin yeniden konumlandırılması ile ilgili hassas bölgesel dosyalar, haritaların, özellikle de Suriye ve Lübnan aleyhine çizilmemesi için artık Türk-Suudi koordinasyonunu gerektiriyor” dedi.
Yeni ABD yönetiminin iktidara gelmesinden bu yana Körfez ve Türkiye, Beyaz Saray'ın Biden dönemindeki yönelimlerinin umulduğu gibi gitmediğini gördü. İngiliz ‘Chatham House’dan analistler, İran ile bile ikili ve toplu diyalog yoluyla bölgesel iş birliğinin daha etkili olduğu sonucuna vardılar.

İran yeni bir 'güç gösterisi' konusunda endişeli
Ancak Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesinin ardından hâkim olan kutuplaşma, işleri karmaşık hale getirirken aynı zamanda bölge ülkelerinin, özellikle de enerji piyasasını dengeleme konusunda muazzam bir yeteneğe sahip olan Suudi Arabistan'ın önemini hatırlattı. Türkiye, bölgedeki en önde gelen NATO müttefikidir. Bu da pozisyonların koordinasyonunu daha da acil hale getiriyor.
İki büyük ülke arasındaki koordinasyonun önemi, Tahran'ın bundan endişe duymasına neden oldu. Aftab Yezd gazetesi, Veliaht Prens'in Türkiye ziyaretini, ‘güç ve kudretin bir tezahürün’ göstergesi olarak nitelendirdi. Gazete, "Suudi Arabistan ve Türkiye, son yıllarda iki ülke arasında yaşanan anlaşmazlıkların ve sorunların üstesinden gelmeyi başardılar. Bu, İran'a siyasi ve askeri tecritle (tehdit ederek) bir kuşatma döngüsü uygulanmaya başlandığını gösteriyor" değerlendirmesinde bulundu.
Ancak Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Independent Arabia’ya konuşan Türk siyasi analist Turgut Oğlu, Türkiye'nin iktidar partisi ile İran rejimi arasındaki siyasi anlaşmazlıkların önemsiz olduğunu söyledi. "Bazı Arapların, İran'a eşit olan eski Türkiye'nin hala mevcut olduğuna inandığına dikkat çeken Turgut Oğlu, “Türkiye'deki İran lobisinin hiç olmadığı kadar güçlendiğine tanık oluyoruz” dedi. Nitekim, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin birçok liderinin, küçük ayrıntılar dışında ideolojik veya siyasi olarak İran'dan farklı olmadığını belirtti.
İran'ın Türkiye içindeki etkisinin Erdoğan'ın partisiyle sınırlı olmadığını vurgulayan siyasi analist, Davutoğlu'nun ekibi bile siyasi ideolojisinde ‘örneğin, Körfez ülkelerinden ziyade İran'a daha yakın’ olduğuna işaret etti.
Yüzyıllar önce, Osmanlı Türkleri, modern Türk devleti döneminde bu uyum gerilemeden önce, her zaman Irak ve Şam'daki Arap bölgesine yönelik Safevi genişlemesinin karşısında durdular. Ancak 2003 yılında Saddam Hüseyin rejiminin düşmesi, iki ülkeyi ‘bölge ülkelerindeki etkilerini genişletmeye ve tüm tarihi, coğrafi, sosyal, dini ve kültürel verilerini kullanmaya’ çabalamaya teşvik etti. Kral Faysal Araştırmalar Merkezi'nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı ve Türkiye ile İran arasındaki özellikle Irak rekabetini inceleyen bir araştırmaya göre bu rekabet, Arap ülkelerinin ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan süreçten geçmesiyle aleni hale geldi.

Tren kaçtı mı?
Türk tarafında, İran'ın genişlemesi Körfez'deki kadar rahatsız edici olmasa da ülkenin ekonomik çıkarları ve Erdoğan'ın 2023 seçimlerini kazanma ihtiyacı ve ülkesinin para biriminin feci şekilde çöküşü, onu ekonomik bir kurtarıcı yapıyor. Şimdi kızgın seçmenlerin oylarını kazanmasını sağlayabilir. Ankara'yı en çok canlandırabilecek Körfez ülkeleri Suudi Arabistan ve BAE, Erdoğan'a bedelsiz fedakarlıklar sunana kadar Biden'e bir şey vermediler. Petrol fiyatlarının toparlanması Türkiye için çok şey yapabilir, ancak soru şu: Türkiye ona ne sunabilir?
Bu bağlamda Turgut Oğlu, ‘Erdoğan'ın seçimleri kurtarma trenini muhtemelen kaçırdığını, ancak Körfez ile Türkiye arasındaki stratejik ilişkilere yapılacak herhangi bir yatırımın olumlu olduğunu söyledi. Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye ekonomik açıdan açık olmasının pek çok olumlu etkisi olabileceğine inandığını ancak ‘yine de AK Parti'nin seçilmesine yol açıp açmayacağının belli olmadığına işaret etti.
Körfez turizmi, özellikle Suudi Arabistan, anlaşmazlıktan önceki yıllarda Türkiye için önemli bir kaynak oluşturuyordu. Bu, Ankara'yı suların rotasına dönmesine, iki ülke arasındaki ticaret alışverişinin hareketinde doğrudan bir gelişmeye güvenmeye sevk etti.
Anadolu Ajansı'nın İngilizce yayın yapan sitesinde yer alan bir habere göre, Suudi Arabistan Ticaret Odaları Federasyonu’ndaki kaynaklar, Türkiye'nin Suudi Arabistan'a yaptığı ihracatın, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeldiği açıklamasının ardından hızlı bir şekilde normale döneceği ve Suudi Arabistan'ın Türkiye'den ithalata yönelik herhangi bir yasağının bulunmadığını ve mallarının hala yerel pazarlarda mevcut olduğunu belirtti.
Suudi Genel İstatistik Kurumu'nun verilerine göre, Suudi Arabistan'ın Türkiye'den ithalatı 2022'nin ilk iki ayında yüzde 2,8 arttı. 2020'de ticaret 8,82 milyar riyalden (2,35 milyar dolar) yüzde 62,3 düşüşle 3,32 milyar riyal (886 milyon dolar) oldu. Daha önce bu rakamın çok üzerindeydi.
Bu nedenle Türkiye Cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan'ın ülkesinin pazarlarına dönüşünü ‘çıkış yolu’ olarak değerlendirirken samimiydi. Cidde'deki uzlaşma zirvesinden döndükten sonra basına şu ifadeleri kullandı: “Biliyorsunuz, Körfez ile ilgili çok olumlu gelişmeler var. Son olarak Suudi Arabistan ziyaretimiz önemli bir çıkış noktası olacak. Suudi kardeşlerimizin de Türkiye'ye gelişleri çok daha artacaktır.”

Ortak İslami eylem için
Öte yandan Kuveytli analist Muhammed el-Mulla, Suudi Arabistan'ın Türkiye'ye karşı olumlu tutumu olduğunu düşünüyor. Ancak bunun, siyasi dalgalanmalarıyla tanınan Erdoğan ile geçmiş sayfasını kapatmak anlamına gelmeyebileceğine dikkat çekiyor.
Mulla, “AK Parti'nin amacı Osmanlı İmparatorluğu, Arap ve İslam ulusunun kontrolünü yeniden kazanana kadar İslam dünyasına hâkim olmaktı. Parti lideri, Müslüman Kardeşler'in bir üyesi olduğunu ve bölgedeki tüm İhvan hareketlerinin ilk destekçisi olduğunu inkâr etmiyor. Bu nedenle Suudi Arabistan, BAE ve Mısır'a yönelik tekrarlanan tacizlerde Müslüman Kardeşler ve İran Devrim Muhafızları kanallarını destekleyen Türkiye'den başlatılan bir medya savaşı yaşandı. Suudi Arabistan'a alternatif olarak, Türk-Malezya-Pakistan ittifakını kurma girişimini de unutmadık ama tüm girişimler başarısız oldu” değerlendirmesinde bulundu.
Bu ve diğer politikaların maliyetinin, ülkenin artan yabancı yatırımlara bağımlılığına ek olarak, Ankara'ya muhtemelen 400 milyar dolardan fazla borca ​​mal olduğu tahmin ediliyor. Bu ise ülkeyi giderek büyüyen bir krize sürükledi. Türkiye Cumhurbaşkanı, iş birliği elini uzattı ve Mısır, BAE ve Suudi Arabistan'dan özür diledi.
Kuveytli analiste göre Suudi Arabistan, bölgenin yararına ortak iş birliğine inandığından geçtiğimiz 28 Nisan'da Erdoğan'ı kabul etti. Muhammed Mulla, “Ziyaretin amacının, tekrarlanan başarısızlıklar ve popülaritesinin düşmesinden sonra yaklaşan seçimlerde partisini kurtarmak için yeni ilişkiler açmak olduğunu biliyor. Böylece Türkiye'nin Müslümanların kıblesi ve Arapların temsilcisi Suudi Arabistan ile yakınlaşması, Cumhurbaşkanı için can simidi olacak diyerek, bunun, Ankara'yı bölgesel durumun gerektirdiği şekilde her türlü tavizde esnek olmaya teşvik ettiğini" kaydetti.

“1932 yılında Türkiye'yi ziyareti sırasında Kral Faysal bin Abdulaziz”
Son dönemde Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki siyasi anlaşmazlığın tırmanmasına rağmen, iki taraf uzun iletişim hatlarını sürdürmeye çalıştı. Ekonomik boykot, özellikle Riyad tarafında gayri resmi olarak popüler olmaya devam etti. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, ülkesinin, ‘Haremeyn-i Şerifeyn’in kucaklayıcısı olarak, Türkiye dahil tüm İslam ülkeleriyle güçlü ilişkiler kurmayı amaçladığını ve bunun, genel olarak bölgenin çıkarları ve özel olarak ortak İslami eylem için önemli olduğunu söyledi.
O sırada Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen suistimaller konusundaki tutumuna cevaben, Londra merkezli Şarku'l Avsat’a verdiği röportajda, “Riyad'ın anlaşmazlıkları çözme mirasına dayanarak, Haremeyn-i Şerifeyn ve hedeflerine hizmet etmeye, yurdumuzun güvenlik ve istikrarını, halkımızın refahını sağlamaya, vatanımızın ve İslam dünyasının çıkarlarına zarar veren rekabetlere girmemeye odaklanıyoruz. Bazılarının kendi iç sebeplerinden dolayı, herkes için malum olan olumsuzlukları dikkate almadan, bu hedeflere ulaşmaya devam ediyoruz” ifadelerini kullandı.

Geçmişi kurcalamak turizm için zararlı
Tarihsel olarak, 300 yıl önce Diriye'de (şimdi Riyad'ın tarihi mahallesi) ortaya çıkan Suudi devletinin, tarihinin erken dönemlerinden itibaren Arap Yarımadası'ndaki Osmanlı egemenliğine direnmiş ve onlarla vur-kaç savaşları yapmış olması dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüyle ​​vur-kaç sona erdi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu ve bu tür acı hatıralar, Körfez ve Arapların Türkiye'ye bakışına gölge düşürmüştür. Birçok Arap'ın o tarihi unuttuğu ve Türkiye'nin en popüler yatırımcıları ve turistleri arasına girdiği bir dönemde, o geçmişi farklı şeyler çağrıştırıyor.
Nitekim Suudi Araştırmacı Muhammed er-Rumeyzan, 2017 yılında Türkiye'ye gelen Suudi turist olgusu üzerine bir araştırma yaptı. Türklerin Suudileri provoke edip ilişkileri tırmandırmasından önce o yıl 350 binden fazla Suudi vatandaşının Trabzon’a gittiğini tespit etti.
Türkiye meselelerinde uzmanlaşmış araştırmacı, Suudi ticari projelerinin ve sözleşmelerinin incelenen şehirde olduğunu kabul ediyor. Araştırmacıya göre en önemli gelişmeye tanık olan ticari faaliyete yansıyan turist sayısı, kentte 30 Suudi şirketinin kurulmasıyla hızlanarak arttı.
Bu, Körfez krizinden sonra turizm faaliyetinin istikrarlı bir şekilde çökmesinden önceydi. Koronavirüs (Kovid-19) salgınının patlak vermesiyle kriz sona ermişti.  Ancak Suudi Arabistan'daki güvenlik yetkilileri, güçlü lideri Ankara'ya gitmeden önce Riyad'ın iyi niyet jesti olarak anlaşılan bir hareketle, nihayet Türkiye'ye seyahat yasağına son verdi. Bu karar, yüzbinlerce Türk ve iki ülke arasında art arda gelen krizlerden önce, her yıl Türkiye'ye seyahat eden Suudiler tarafından memnuniyetle karşılandı.

Soy, çıkar ve coğrafya bağlantıları
Suudilerin kendi ülkelerinde ve genel olarak Arap bölgesinde Osmanlılara yönelik ‘Seferberlik ve Diriye katliamları’ gibi kasvetli tarihi dosyalar açması, tüm sosyal ve dini bağları yok etmedi. Suudi Prenslerinden Turki el-Faysal, son dönemde yaptığı bir açıklamada, "Bizi Türkiye ile sadece coğrafya olarak değil, iki ülke arasındaki insan ve aile ilişkileri açısından da bağlayan bağlar var. Anneannem aslında Türk ya da Çerkez kökenliydi” dedi.
Faysal, ekonomik durumla ilgili olarak, Suudi menşeili ‘Arab News’e verdiği röportajda, "İki ülke arasındaki ilişkiler ister ticaret olsun, ister müteahhitlik, kalkınma projeleri olsun, ister Türkiye'deki Suudi yatırımları vs. olsun karşılıklı yarar açısından daha iyi olmalı. Umuyorum ki ilişkilerin normalleşmesi doğrultusunda tüm bunlar normale döner” ifadelerini kullandı.



Erdoğan bir kez daha 'Kürt sorununu' nihai olarak çözmeye çalışıyor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (Reuters)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (Reuters)
TT

Erdoğan bir kez daha 'Kürt sorununu' nihai olarak çözmeye çalışıyor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (Reuters)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (Reuters)

Ömer Önhon

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli 1 Ekim 2024 tarihinde Kürt yanlısı Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) eş başkanlarıyla tokalaşması anlık bir olaydan ziyade halen tartışılmakta olan yeni bir sürecin başlangıcıydı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) yeni yasama yılının ilk gününde, MHP'nin 77 yaşındaki lideri Bahçeli'nin girişimiyle gerçekleşen bu tokalaşma, Türkiye'nin terör örgütü olarak sınıflandırılan PKK başta olmak üzere Kürt gruplarla yüzyıllardır süren mücadelesinde sembolik bir andı. Bahçeli'nin bu girişimi, kronik ve çetrefilli ‘Kürt sorununu’ ele almaya yönelik daha geniş kapsamlı bir girişimin işareti gibi görünüyordu. Olası bir 'uzlaşı süreci' olarak bu çabalar son derece hassas siyasi ve sosyal dinamiklere temas ediyor.

Bahçeli'nin önerisi

Bahçeli, bu önemli siyasi hamleden üç hafta sonra PKK'nın hapisteki kurucusu Abdullah Öcalan'a çağrıda bulunarak, serbest bırakılması karşılığında örgütün feshedildiğini TBMM’den ilan etmesini istedi. Bahçeli'nin daha önce Öcalan'ın idam edilmesi çağrısında bulunduğunu hatırlayacak olursak, bunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Öcalan 1999 yılında Kenya’nın Nairobi'de düzenlenen bir operasyonda Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ajanları tarafından yakalandı ve şu an Marmara Denizi'ndeki İmralı Adası'nda tek kişilik bir hücrede çarptırıldığı ömür boyu hapis cezasını çekiyor. Bahçeli, Öcalan'ın bu başvuruyu yapması halinde, tutukluluğunun şekli ve süresinin gözden geçirilmesi için yasal bir düzenleme yapılabileceğini, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda birçok şüphe ve endişe olduğunu belirtti.

İronik bir şekilde, aşırı sağcı Ülkü Ocakları’nın meclis çatısı altında doğrudan temsil eden MHP’nin lideri olan Bahçeli, 2016 yılına kadar Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın en katı muhaliflerinden biriyken ve hatta onu ülkeye ve Türk milletine ihanet etmekle suçlarken, şimdi Erdoğan'ın en sadık müttefiki ve ortağı haline geldi.

Birkaç gün süren sessizliğin ardından Erdoğan, Bahçeli'nin önerisini desteklediğini açıklayarak bu konuda anlaşmazlığa düştükleri yönündeki spekülasyonlara son verdi. Gerçekten de Bahçeli'nin Erdoğan'ın onayı olmadan PKK'nın feshedilmesi karşılığında Öcalan'ın serbest bırakılmasını önermesi pek olası değil.

Acı bir deneyim

Cumhurbaşkanı Erdoğan da 2012-2015 yılları arasında benzer bir süreç başlatmış, ancak bu süreç onu temkinli davranmaya iten acı bir deneyimle sonuçlanmıştı. Tanınmış gazeteci Mehmet Yılmaz'a göre Cumhurbaşkanı Erdoğan artık arka planda kalmayı tercih ediyor. Çünkü kısmen Öcalan'ın PKK'yı kontrol edebildiğine ve dolayısıyla somut sonuçlar elde edilebileceğine şüpheyle yaklaşıyor. Bu yüzden Erdoğan, temkinli davranıyor ve aktif olarak devreye girmeden önce Öcalan'ın silah bırakma çağrısı yapması ve diğer PKK’lı liderleri taahhütlerini yerine getirmeye hazır olduklarının sinyalini vermesi gibi somut gelişmeleri bekleyip siyasi sermayesini riske atmaktan kaçınıyor.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) yasal aracı rolünü oynaması, Bahçeli'nin meşhur tokalaşmasını açıklıyor. DEM Parti’nin TBMM’de 57 sandalyesinin olması, onu TBMM’deki en büyük üçüncü siyasi parti yapıyor. DEM Parti, bir yandan Bahçeli ile (ve dolayısıyla hükümetle), diğer yandan da PKK ve onun Suriye’deki uzantılarıyla iletişim kurabiliyor.

Nitekim, hükümetin de onayıyla, DEM Partili vekiller Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, 28 Aralık'ta İmralı cezaevinde Abdullah Öcalan ile görüştü. Ertesi gün, Öcalan'ın Bahçeli ve Erdoğan tarafından başlatılan yeni modele olumlu katkıda bulunacak güce ve iradeye sahip olduğunu, bu çabaların demokratik bir dönüşüm getirebileceğini vurguladığı ve Türkiye'deki tüm siyasi partileri olumlu katkıda bulunmaya çağırdığı aktarıldı. DEM Parti heyetinin içinde bulunduğumuz ocak ayı içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’la tekrar bir araya gelmesi bekleniyor.

İhtiyatlı ilerleme

Türk halkı, PKK terörüne ve Kürt ayrılıkçılığına karşı aşırı duyarlı olmaya devam etse de Devlet Bahçeli tarafından başlatılan operasyona karşı bir muhalefet dalgası oluşmadı. Öyle ki en muhafazakârlar bile barış ihtimaline bir şans vermek istiyor gibi görünüyor.

Bunlar arasında ana muhalefet lideri Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) üst düzey isimleri de yer alıyor. CHP’li liderler, sürece itiraz etmeyeceklerini belirtirken diğer yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi gündemine hizmet eden herhangi bir planı desteklemeyeceklerini de açıkça ifade ettiler. TBMM’nin sürece öncülük etmesi ve sürecin merkezi haline gelmesi gerektiğini vurguladılar.

Normalde böyle bir girişime doğal muhalefetin MHP'den gelmesi beklenirdi. Ancak esasen tüm süreci bu partinin lideri Devlet Bahçeli yönlendiriyor. Dolayısıyla böyle bir itiraz artık geçerli değil.

Türk halkı PKK terörüne ve Kürt ayrılıkçılığına karşı aşırı duyarlı olmaya devam ediyor.

Bu yeni gidişat, on yıl önce Türk güvenlik teşkilatlarının Abdullah Öcalan ile gizli görüşmeler yürüttüğü benzer bir süreci anımsatıyor. Görüşmeler ilerledikçe Erdoğan görüşmeleri alenen tanıdı ve Kürt milletvekillerinin Öcalan'ı İmralı Adası’nda ziyaret etmelerine izin verdi. Bunu kısa süre sonra Öcalan'ın yaptığı çatışmaların durdurulması çağrısı izledi. Bu çağrı, tutuklu PKK üyelerinin serbest bırakılmasına, Türkiye'nin PKK'ya yönelik askeri operasyonlarının durdurulmasına ve Kürtçenin kullanılmasına izin verilmesi gibi girişimlere yol açtı.

Ancak Kürt meselesinin ele alınması için başta Halk Savunma Birlikleri (YPG) ve Demokratik Birlik Partisi (PYD) olmak üzere PKK'nın Suriye’deki uzantılarıyla da görüşmeler yapılması gerekiyor. Türk yetkililer ile eski PYD lideri Salih Müslim başta olmak üzere Suriyeli Kürt grupların temsilcileri, 2012-2015 yılları arasında görüşmeler gerçekleştirdi.

xascdfgtrh
Abdullah Öcalan mahkemeye çıkarıldığında, 1991 (AP)

Her ne kadar Türkiye daha sonra iki taraf arasında sahada herhangi bir iş birliği olduğunu reddetse de YPG, DEAŞ’ın türbeyi tahrip etme tehdidine karşı Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu I. Osman'ın dedesi Süleyman Şah'ın türbesini Suriye'nin İşme bölgesinden Türkiye sınırına yakın bir yere taşınmasında Türk ordusuyla birlikte çalıştığını öne sürüyor. Bu iş birliğinin potansiyelinin farkına varan Öcalan, daha sonra bundan ‘İşme Ruhu’ olarak bahsetti.

Değişen dinamikler

Türkiye’de on yıl önce çok farklı bir siyasi tablo hakimdi. 2014 yılındaki cumhurbaşkanlığı ve 2015 yılındaki genel seçimler için Erdoğan'ın oya ihtiyacı vardı. Kürtleri silah bırakmaya ve siyasi sürece katılmaya teşvik ederek onların desteğini kazanmak istediği oyu kazanma hedefine ulaşmanın anahtarıydı. 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Başkanı Selahattin Demirtaş yüzde 10'un biraz altında oy alarak üçüncü oldu. HDP 2015 yılında yüzde 13'ün biraz üzerinde oy alarak dördüncü parti oldu ve TBMM’deki 550 sandalyeden 80'ini kazandı. Bu sonuç HDP’yi Bahçeli’nin lideri olduğu MHP ile aynı düzeye çıkardı. Demirtaş, etkisi katlanarak arttığı için uluslararası basın tarafından ‘Kürtlerin Obama'sı’ olarak adlandırıldı.

Ancak Temmuz 2015'te PKK ile barış görüşmeleri çöktü. Demirtaş, Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AK Parti) oy kazanmak için askeri operasyonları yeniden başlatmakla suçladı. Erdoğan bu eleştiriyi haddini aşmak olarak değerlendirdi. Demirtaş, 2016 yılında ‘şiddete teşvik’ suçlamasıyla tutuklandı ve o zamandan beri cezaevinde.

Asıl soru, Suriye'deki yeni yönetim ve YPG'nin geleceği sorusu olmaya devam ediyor.

2015 yılındaki genel seçimler, Türkiye'nin siyasi manzarasını dramatik bir şekilde yeniden şekillendirdi. Kürt seçmenler desteklerini HDP'ye kaydırarak HDP'yi meclise taşıdı ve AK Parti'nin 2002 yılından bu yana ilk kez meclis çoğunluğunu kaybetmesine neden oldu.

Koalisyon hükümeti kurma girişimleri başarısız oldu ve yeniden seçimlere gidilmesi gerekti. Ancak yeniden seçimlere gidilme sürecinde geçen altı ay boyunca hem PKK hem de DEAŞ tarafından terör saldırıları gerçekleşti. Bu kaos ortamı, seçmenlerin TBMM’de çoğunluğu yeniden ele geçiren AK Parti'yi yeniden desteklemesine neden oldu. Siyasi mülahazalar, bu kez Bahçeli'nin liderlik ettiği mevcut sürecin temel taşı olmaya devam ediyor.

Popülerliği artırma

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın popülaritesi son zamanlardaki ekonomik krizlerin ve seçimlerde AK Parti'yi geride bırakan CHP'nin başarılarının ağırlığı altında geriledi. Ancak Erdoğan'ın Türkiye sayesinde olduğunu iddia ettiği Suriye'deki Esed rejiminin çöküşü, anketlerdeki konumunu yeniden güçlendirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yakaladığı bu ivmeyi koruması için yeni siyasi zaferlere ihtiyacı var. Bu yüzden başta PKK olmak üzere Kürt milislerin silah bıraktığı bir uzlaşı sürecinin başlamasını istiyor ki ekonomik krize odaklanılabilsin.

Öte yandan asıl soru, Suriye'deki yeni yönetim ve YPG'nin geleceği sorusu olmaya devam ediyor. Yeni bir anayasanın hazırlanması ve Suriye'nin kuzeydoğusunda yarı özerk bir Kürt özerk yönetiminin kurulması ihtimalinin hem Türkiye hem de uzlaşı süreci açısından önemli sonuçları olacak.

Ankara, YPG meselesinin iç uzlaşı çabalarından tamamen ayrı olduğunu öne sürmeye çalışsa da Suriye’deki Türkiye destekli gruplar Münbiç ve Tişrin Barajı çevresinde YPG'ye karşı askeri operasyona devam ettiği için gerçekler iki dosya arasında yakın bir bağ olduğunu ortaya koyuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yıllar süren çatışmalardan sonra Şam'daki nüfuzu, Bahçeli'nin güvenilirliği, Öcalan'ın istekliliği ve Türk halkının kabulü gibi faktörlerin bir araya gelmesinin ‘Kürt sorununu’ nihai olarak sona erdirmek için bulunacak ender bir fırsat sunacağını umuyor. Tüm bu faktörlerin bunu gerçekleştirmek için bir araya gelip gelmeyeceğini ise zaman gösterecek.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.