Nasr el-Hariri Şarku’l Avsat’a konuştu: Türkiye sınırlarında güvenli bölge olumlu bir düşünce

Nasr el-Hariri Şarku’l Avsat’a konuştu: Türkiye sınırlarında güvenli bölge olumlu bir düşünce
TT

Nasr el-Hariri Şarku’l Avsat’a konuştu: Türkiye sınırlarında güvenli bölge olumlu bir düşünce

Nasr el-Hariri Şarku’l Avsat’a konuştu: Türkiye sınırlarında güvenli bölge olumlu bir düşünce

Birleşmiş Milletler’in (BM) yeni Suriye Elçisi Geir Pedersen ilk turu kapsamında bugün, çeşitli konuları ele almak üzere muhalefetteki Suriye Müzakere Heyeti Başkanı Nasr el-Hariri ile bir araya geliyor. Masaya yatırılacak konular arasında ABD’nin çekilişi ile ABD ve Türkiye arasında sınırlarda güvenli bir bölgeye dair yapılan anlaşma da yer alıyor.
El-Hariri, Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada, “Siyasi bir çözüme ulaşmak adına yeni elçi ile siyasi ve sahadaki son gelişmeleri ele almayı; olumsuzlukların farkına varıp yeniden net bir zaman çizelgesi oluşturmayı umuyoruz” ifadelerini kullandı.
Pedersen perşembe günü Şam’a ilk ziyaretini gerçekleştirerek sekiz senedir ülkede devam eden çekişmeyi BM gözetiminde sonlandıracak siyasi bir çözüme olan ihtiyacın altını çizdi.
Toplantıda, eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan döneminden Lahdar İbrahimi ve Staffan de Mistura’ya kadar olan süreçteki müzakerelerin sonuçları, kat edilen aşamalar, siyasi sürecin maruz kaldığı tökezlemeler ve bu sürecin ilerlemesinin önündeki başlıca engellerin ele alınacağını ifade eden el-Hariri, “Yeni elçinin siyasi sürecin geleceği ve yeniden nasıl başlayacağına dair görüşünün ne olduğunu öğrenmek istiyoruz. Bizim bir hedefimiz, bir arzumuz var ve bunun ortak bir etken olmasını umuyoruz. Biz siyasi süreci tekrar rayına oturtmak ve doğru istikamette ilerlemek istiyoruz” ifadelerini dile getirdi.
El-Hariri sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Çok sayıda sığınmacı ve yerinden edilmiş kişi var. Bu kişiler; demografik oluşuma müdahale etmek ve nüfus yapısını değiştirmek amacıyla tehcir edildi. Söz konusu kimselerin kendi topraklarına dönme hakkı var. Biz, Suriye’de Suriye’nin milli düşüncesinin haricinde gündemler ve ideolojilere sahip yabancılar görmek istemiyoruz. Şu an öncelikli olarak Suriye-Türkiye sınırlarında yer alan ve tüm tarafların endişelerini gideren güvenli bir bölge inşa edilmesi tasarlandı. Bunun olumlu bir düşünce olduğuna ve doğru istikamette bir adım teşkil ettiğine inanıyoruz”.
Röportaj metninin tamamı:
-Yeni BM Elçisi, Şam ziyaretinin ardından Riyad’a geçecek. Bu ziyaret, ne gibi sonuçlar verebilir?

Evet, de Mistura’nın halefi olarak göreve başlayan BM’nin yeni Suriye elçisi ile yarın Riyad’da bir araya gelecek; siyasi bir çözüme varmak amacıyla olumsuzlukları ele alıp yeniden net bir zaman çizelgesi oluşturacağız. Yeni elçi ile siyasi ve sahadaki son gelişmeleri masaya yatıracağız.
-Ondan ne umuyorsunuz?
Siyasi süreci yeniden rayına oturtmayı ve doğru istikamete yönelmeyi temenni ediyoruz. Nitekim biz, anayasa sürecini başlatmak için Anayasa Komisyonu oluşturmak suretiyle BM ile etkileşime girdik ve verimli bir işbirliği gerçekleştirdik. Bilindiği üzere 50 adaylık bir liste sunduk, önemli anayasal tartışmalara katılım gösterdik. Muhakkak ki bunun siyasi sürecin geleceği üzerinde kayda değer bir etkisi olacaktır. Bununla beraber biz, konunun özünü ve tüm detaylarıyla geçiş aşamasını ifade eden 2254 sayılı kararın nasıl uygulanacağını tartışmadan ne anayasal sürecin ne de seçimin bir anlam ifade edemeyeceğini düşünüyoruz. BM de dahil tüm uluslararası taraflarca gözden kaçırılan veya iyi takip edilemeyen esaslı bir mesele var: Tutuklular. Hepimiz, tespit edilen rakama göre, Rejimin elinde 250 bin tutuklumuzun bulunduğunu biliyoruz. Bunlar gizli veya açık; bilinen yerlerde tutuluyor. Bununla birlikte gerçek rakam tespit edilenden çok daha fazlası. Maruz kaldıkları ihlaller belli ve BM raporları ile sabit. Ancak şu zamana kadar bu dosyanın çözülmesinin yolunu açan; tutuklarının serbest bırakılıp kendilerine karşı işlenen ihlalleri durduran ve suçluları hesaba çeken belirleyici adımlar atılmadı.
-Yeni elçiye tam olarak nasıl bir sorumluluk yüklüyorsunuz?
Önceki müzakere turlarında gösterilen çabaların meyvesini alıyoruz. Soçi’deki anlaşmamız, Suriye’nin kuzey sınırlarında son gerilimi azaltma bölgesini korumak adına bizim için önemli. Zira bu bölge sivillerin korunmasını sağlayıp terör unsurlarının bitirilmesi ve siyasi sürecin ilerlemesi için fırsat kapısı açıyor. Ayrıca yerinden edilmişler topraklarına dönene kadar Suriye’nin kuzeydoğu bölgesinin çeşitli milislerden korunmasına, yasal bir sürece yönelmek için Rejim üzerinde gerçek bir baskı unsuru oluşturmaya da imkân tanıyor. Suriye’nin kuzeydoğusuna dair yürütülen müzakereler önem taşıyor.
-Yeni elçi, Şam’da Rejim ile Anayasa Komisyonu meselesini ele aldı. Ne dersiniz, sizin toplantınızda bu konuda bir atılım gerçekleşir mi?
Şimdilik yeni elçinin Anayasa Komisyonu meselesine ilişkin durumuna dair bir tasarı yok. Ancak biz bu süreçte BM ile birlikte hareket ediyoruz. Ben, selefi ile daha önce gelinen noktanın üzerine bir şeyler inşa etmesi gerektiğine inanıyorum. Bununla birlikte hâlihazırda Anayasa Komisyonu’nun önünde rejim engelleri mevcut. Onun tartışılması için bir buçuk seneden fazla zaman harcandı ve şu ana dek oluşturulamadı. Dolayısıyla hepimizin 2254 sayılı kararın uygulanmasına dayalı bir yol bulmada yeni BM Elçisi ile irtibat halinde olmamız gerekir. Söz konusu kararda da belirtildiği üzere mezhep odaklı değil herkesi kuşatıcı güvenilir bir iktidar ve Cenevre Beyanında tarif edildiği gibi tam yetki sahibi yönetim organı da dahil olmak üzere temel etkenler bu kararın kapsamındadır. Ayrıca Suriye Anayasası’nın yeni taslağını oluşturmada da BM Elçisi ile etkileşim gerçekleştirmeliyiz. Müzakerelerden sonra altı ay içerisinde Anayasa taslağının Suriye halkı tarafından oylanması bekleniyor.
-Washington ve Ankara yakın zamanda güvenli bir bölge konusunda anlaşmaya vardı. Bu Suriye muhalefeti için ne anlam ifade ediyor?
Şu an için çeşitli detaylar üzerinde nihai bir anlaşma yok. Zira müzakereler hala devam ediyor. Müzakereler çok taraflı: Bir yandan Amerika-Türkiye, bir yandan Türkiye-Rusya ve diğer yandan Amerika-Rusya. Bence bu müzakerelerde her halükârda ilkeler paketinin gözetilmesi gerekir. Öncelik Suriye birliğinin korunması. Nitekim Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğü, halkının selameti, bağımsızlığı ve egemenliği gözetilmedikçe siyasi bir çözüme varmak mümkün değil.
Aynı şekilde çok sayıda sığınmacı ve yerinden edilmiş kişi var. Bu kişiler; demografik oluşuma müdahale etmek ve nüfus yapısını değiştirmek amacıyla tehcir edildi. Söz konusu kimseler kendi topraklarına dönme hakkına sahip. Biz, Suriye’de Suriye’nin milli düşüncesinin haricinde gündemler ve ideolojilere sahip yabancılar görmek istemiyoruz. Şu an öncelikli olarak Suriye-Türkiye sınırlarında yer alan ve tüm tarafların endişelerini gideren güvenli bir bölge inşa edilmesi tasarlandı. Bunun olumlu bir düşünce olduğuna ve doğru istikamette bir adım teşkil ettiğine inanıyoruz. Evet, bu tek başına sorunu çözemez ancak bu adım gerçekleşirse gelecekte 2254 sayılı kararın tam anlamıyla uygulandığı siyasi bir çözüme varmak için yerel güçlere ve yerel nüfusa dayanmak ve onlara geçici bir süreliğine bölgelerini yönetme imkânı tanımak açısından projeyi tamamlama imkânı buluruz.
-Menbiç’te yaşanan hadiselerde muhalifler tam olarak nerede konumlanıyor?
Menbiç’te olanlar ortada. İlgili yol haritasını uygulamadaki gecikmeyi garipsiyoruz. Soru şu: Menbiç’e omurgası veya temel parçası olduğu Kürt Halkını Koruma Birlikleri’ni temsil eden Suriye Demokratik Güçleri mi hükmediyor? Daha önce de belirttiğim gibi ABD ve Türkiye arasında kaygıları gideren makul bir yol haritasına ulaşılmış ve bu haritanın şartlarının uygulanması beklenirken bizim ve Suriye halkının bu çetelerin egemen olmasını ya da bu bölgeleri yönetmesini kabullenmemiz mümkün değil.
-ABD’nin çekilmesi milislerin, ama özellikle de İran’ın Suriye’deki elemanlarını artırma konusunda iştahını mı kabarttı?
ABD’nin çekilme kararının ardından orada büyük askeri birlikleri olan İranlıların iştahı kabardı. Gerek sayı ve donanma açısından ve gerekse İranlılar ve Esed rejiminin bu bölgeye ilerleme hedefine dair dillendirmeye başladılar. Kalabalık nüfusun yanı sıra petrol, gaz ve iç zenginlik kaynağına sahip olan bu bölgenin İranlı güçlerin damak tadına uygun bir lokma olduğuna şüphe yok. Ayrıca İran’ın projesi olan Tahran’dan Beyrut’a uzanan kara koridorunun da merkezinde yer alıyor. Devrim Muhafızları bugün Suriye Hükümeti istediği sürece askeri danışmanları, askeri güçleri ve silahları ile Suriye’de kalacaklarını açıkladı. Tüm dünya biliyor ki Rejimin asıl kurtarıcıları İran ve Rusya. Bu rejim, İran rejiminin bir düğümü haline geldi; hiçbir şekilde ondan kopamaz.
-İdlib’e ilişkin Soçi Anlaşması’nı kabul ettiniz. Sırrı nedir?
Soçi’de İdlib’e dair bir anlaşma yapıldığında gerçekten çok sevindik. Bu, oradaki vatandaşlarımızı korumanın bir yolu. Orada 4 ila 4.5 milyon civarında masum insan bulunuyor. Onların büyük bir kısmı Suriye’nin farklı bölgelerinden oraya tehcir edildi. Bölge halkının büyük çoğunluğu ise işkence gördü, kovuldu ve şimdiye değin Esed’in ölümcül varilleri ile öldürüldü. Anlaşmayı onaylamamızın sebebi, İdlib sakinlerinin hayatı konusundaki hassasiyetimizdi. Nitekim bu anlaşma, Türkiye ve Özgür Suriye Ordusu’na imkân tanıması ve Heyet-i Tahrir-i Şam (HTŞ) meselesini çözümlemek için yeterli zaman vermesi açısından uygulanan noktaları içeriyor; sivillerin hayatını koruyor ve Suriyelilerin çoğunu memnun eden güvenilir bir sonuca götürecek siyasi süreç için de bir fırsat kapısı aralıyor. HTŞ’nin tutumu, bunun tam tersi. İranlılar, Ruslar ve Rejim, bu bölgede askeri bir cephe açmak için bahane icat etmeye çalışıyor ve gerekçe olarak da terörü gösteriyorlar. Halbuki el-Kaide, İran rejimi ile bağlantıda.
-Daha önceki müzakerelerde gerçekleştirilenleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Daha önce elde edilenler az ancak önemli. Bunlar, BM ile olan ve Rejimin yer almadığı müzakerelerimizde belirlenen ve Soçi Konferansı’nda kabul edilen 12 ilke ile Anayasa Komisyonu’nda varılan sonuçları garanti altına alıyor. 2254 sayılı kararın uygulaması kapsamında BM’nin gözetiminde çalışmaları başlatılan anayasa sürecini tamamlamak için müzakerelere devam etmemiz lazım. Ancak tüm bunlardan da önemlisi, BM Güvenlik Konseyi kararında yer alan diğer iki konuyu görüşmek: Geçiş aşaması ile BM’nin denetiminde parlamento ve başkanlık seçimleri. Tüm bu meselelere başlamak için en başta daha önce Cenevre Beyanında tarif edilen, 2254 sayılı kararda detayları verilen ve o olmaksızın uluslararası kararın çeşitli yollarında ilerleme kaydetmenin mümkün olmadığı ‘tarafsız’ güvenli ortamın oluşturulması gerekir.
12 ilke var: Devletin birliği ve toprakları üzerindeki egemenliği, Suriye halkının iradesinin bağımsızlığı, işgal edilmiş toprakları ele geçirmek için ve güçler ayrılığı ilkesine dayalı demokratik, çoğulcu ve sivil bir devlet uğruna mücadele hakkı, hukuk devleti, ülkenin tüm bileşenleri için refah; ırk, din, renk ve siyasi kanaatine bakmaksızın halkın tüm bireyleri arasında eşitlik bakımından Suriye Devleti’ne nihai şeklini veren ölçütleri tanımlayan kamusal ilkeler.
Askeri ve güvenlik teşkilatının yeniden yapılandırılması gerekir. Bu yeni yapılandırma, onların vatandaşların hayatına müdahale etmeyip baskı uygulamaksızın temel görevlerini yerine getirmelerine imkân tanıyacak. Anayasa ve kanuna göre ordunun vazifesi, ülkeyi ve sınırları korumaktır. Güvenlik teşkilatının görevi ise herhangi bir dış tehdide karşı ülkenin; ve iç işlerine karışmaksızın vatanın ve vatandaşın güvenliğini sağlamaktır. Bu ilkeler, 2017 yılında muhalefet ve BM arasında gerçekleşen müzakerelerde belirlenmiş ve Soçi Konferansı’nda karara bağlanmış; konferansın bitiş konuşmasında da garanti altına alınmıştır. Dolayısıyla anayasa sürecinin ve genel anlamda siyasi sürecin temeli haline gelmiştir.



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.