‘I. Suudi Devleti’ Napolyon’u nasıl harekete geçirdi?

I. Suudi Devleti’ne bağlı bir süvari (Kral Faysal Araştırma Merkezi)
I. Suudi Devleti’ne bağlı bir süvari (Kral Faysal Araştırma Merkezi)
TT

‘I. Suudi Devleti’ Napolyon’u nasıl harekete geçirdi?

I. Suudi Devleti’ne bağlı bir süvari (Kral Faysal Araştırma Merkezi)
I. Suudi Devleti’ne bağlı bir süvari (Kral Faysal Araştırma Merkezi)

Mustafa el-Ensari
Son yıllarda, Suudi Arabistan'ın dünya kıtaları arasındaki coğrafi konumuna ilgi her zamankinden daha fazla arttı. Öyle ki ülkenin 2030 ekonomik planı, yeni vizyonunu pazarlarken Riyad’ın rekabet avantajlarından biri haline geldi. Ancak Fransa'nın modern tarih boyunca en güçlü adamı Napolyon Bonaparte, bu ‘konumu kısmi’ olarak erken fark etti. 18’inci yılın sonlarında I. Suudi Devleti (Diriye Emirliği) döneminde, zamanın ezeli rakipleri olan İngilizler ve Osmanlılara karşı elini güçlendirmek için kullanmaya çalıştı.
Yakın tarihli bir çalışma, Fransız diplomat Louis Lepine, Fransa ile Arap yarımadasının merkezinde yer alan ve başkenti siyasi ve tarihi özelliğini korumasına rağmen Riyad şehrinin kentsel genişlemesinin bir parçası haline gelen Diriye olan I. Suudi Devleti (Diriye Emirliği) arasındaki ilişkinin izini erkenden sürdüğünü ortaya koydu.
İlginin, Napolyon Bonaparte'ın hükümdarlığı döneminde, devletin coğrafi konumunu özellikle de Mısır seferinden sonra Kızıldeniz kıyılarında daha fazla varlık göstererek doğuya yönelmesinin ardından Fransız İmparatorluğu'nun etkisini genişletmek için kullanma arzusuyla ortaya çıktığını belirtti. Mısır o dönemde Suudiler tarafından geri alınmadan önce Hicaz ve Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine) gibi cazibe merkezlerinin kontrolünü elinde tutuyordu.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre yakın zamanda Kral Faysal Araştırma Merkezi tarafından yayınlanan araştırma, Napolyon’un Fransa’nın Mısır’ın ötesine uzanan hırslarını yenilediğini ortaya koydu. Ayrıca bu tercihin yalnızca Hindistan üzerindeki İngiliz egemenliğini sona erdirmenin değil, aynı zamanda Fransa ve İslam arasındaki ilişkilerde kademeli bir olgunlaşmanın sonucu olduğuna işaret edildi. 18’inci yüzyılın son on yılında I. Suudi Emirliği’nin ortaya çıkışı ve aynı yüzyılın seksenlerinde başlayan bölgesel genişlemesinin, Fransa'da bir iç krizin izlediği bir zayıflık dönemine denk geldi. Hint Okyanusu'ndaki varlığının azalmasına ve Arap Yarımadası'nda meydana gelen siyasi gelişmelere ilgisizliğe yol açtı.

basliksiz-4degerb.jpg
Napolyon'un Mısır'a egemen olduğu sırada Piramitler Savaşı'nı anlatan çizim (Getty)

Bu bağlamda Lepine, I. Suudi Emirliği’nin ortaya çıkışı, başlangıcı ve gelişimi hakkında yorum yapan herhangi bir Fransız yazısı bulamadığımıza dikkat çekiyor. Ancak o dönemde Fransızlar, Kızıldeniz ile Yemen kahvesine geçiş yolu olarak ilgilendiler. Buna karşılık, Bonaparte'ın Mısır'da getirdiği yeniliğin boyutunu görüyoruz. Bu durum da Fransa'nın bölgedeki temsilini ticari kaygıların ötesinde kapsamlı bir jeopolitik projeye dönüştürüyor.
Çalışma, Bonaparte’ın Mekke’nin en büyük emirini, o dönemde Mısır’ın merkezinde yer aldığı projesinin hizmetinde yalnızca bir müttefik olarak gördüğünü ancak kısa süre içerisinde projesini genişlettiğini ortaya koydu. Bonaparte, Fransa'ya döndükten sonra, Hindistan'a bir kara limanı arayışı bağlamında Arap Yarımadası'nda yaşanan gelişmelere olan ilgisini dile getirdi. Nitekim, araştırmanın Arabistanlı Lawrence’tan aktardığı bilgilere göre “1757'de Bengal'deki İngiliz zaferi, Hindistan'a giden yolu, sonraki iki yüzyıl boyunca antik dünya tarihine hakim olan yeni bir jeopolitik merkez haline getirdi. 1870’lerden itibaren Fransızlar ve İngilizlerin zihnini meşgul eden Süveyş Kanalı aracılığıyla geçişler başlamıştı.”

Napolyon gerçekten Diriye'ye bir elçi gönderdi mi?
Bu bağlamda Napolyon’un arzuları, Galib bin Musaid’in I. Suudi Emirliği’nin ona saldırmasına engel olmaya çalıştığı Hicaz’a uzanıyordu. Şerif, Suudileri gerçekleştirdiği saldırı sırasında Kızıldeniz’e doğru ilerleyişi önlemek için Cidde’ye sığındı. Osmanlıların desteğiyle 1803 yılının Temmuz ayında başkentini geri alabildi. “Ancak 1805 yılının Ekim ayı itibariyle Necd’in egemenliğini tanıması gerekiyordu. En azında görünüşte de olsa dini bir reform benimsemeliydi. Camilerde İstanbul Sultanına dua edilmemesini onayladı. Bu da ona karşı isyanın başlangıcı anlamına geliyordu.”
Fransız diplomat, topladığı kaynakların, ‘Napolyon'un o zamana kadar Fransızlar tarafından bilinmeyen bir bölgede ortaya çıkan ilk Suudi devletine karşı eşi görülmemiş ve sarsılmaz ilgisini’ ortaya koyduğunu ifade etti. Diplomata göre imparatorun İngilizlere karşı potansiyel müttefiklerinin rolünü bilmeye duyduğu ihtiyaç siyasi alanla sınırlı değildi. Vehhabiler üzerine Fransızca kaleme alınmış ilk kitabın Napolyon tarafından 1806 yılında Arap Yarımadası’na bir görev için gönderilen Katalan Ali Bey el-Abbasi tarafından yazılmış olması bunu kanıtlıyor.
Elçi, 1807 yılının Ocak ayında, Vehhabilerin şehri kuşattığı bir dönemde Cidde’ye ulaştı. Osmanlı kuvvetlerinin onları şehirden tahliyesine tanıklık etti. El-Abbasi, Mekke sınırlarının ötesine geçmedi. Kitabını 1814 yılında yani Bağdat’taki Fransız Konsolosu Olivier de Corancez’in romanından sonra ve diplomat Joseph Rousseau’nun hikayesinden önce yayınladı.
Rousseau’nun her diplomat gibi siyasi görevine ek olarak bilgi toplama konusunda özel bir misyona sahipti. O dönemde yeteri kadar Bağdat’taki ikamet yeri ile I. Suudi Emirliği’nin başkenti Diriye arasında seyahat eden tüccar toplayabildi. Daha sonra 1808 yılında, Fransız diplomatik arşivinin şimdiye kadar koruduğu bilinen tek Diriye haritasını çizdi.


I. Suudi Devleti’nin başkenti Diriye’nin bilinen en eski haritası (Fransız arşivinden, Louis Lepine)

Napolyon’un neden I. Suudi Devleti gibi o zamanlar kumlar arasında izole bir halde bulunan bir devlete ihtiyaç duyduğuna gelince, o kıtalararası bir imparatorluğu yönetiyordu. Araştırmacı bunu açıklarken Bonaparte’ın 1804 yılının Aralık ayında imparator olduktan sonra burada durmadığını, aksine Osmanlılar ve Perslerle anlaşarak Hindistan’a ilerleyen bir Fransız ordusu önderliğinde doğuya doğru yeni bir sefer hayal ettiğine işaret ediyor. Ancak 1807 yılının Temmuz ayında Rusya ile Napolyon arasında imzalanan Tilsit Anlaşması ve daha sonra 1808 yılında İspanya’da girdiği feci savaş, bir Osmanlı-İran ittifakı yaratma fikrinin ütopik doğası, bu projeyi sonlandırdı.
İmparator, Kahire’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 1805’ten 1811 yılına kadar otoritesini sağlamlaştırmasını ardından 1811 yılının Ağustos ayında Arap Yarımadasına müdahalesini ilgiyle takip etti. Daha sonra 1812 yılına kadar  istihbarat göreviyle Vincent-Yves Boutin’in Mısır ve Suriye’ye gönderdi. Boutin, o sırada Mısır ordusu harekatıyla Hicaz’a doğru ilerledi.
Boutin, 1812 yılının Şubat ayında Yanbu’ya gitti. Orada bölgenin lideri Ahmed Tosun Paşa ile bir araya geldi. Ancak bu adım konusundaki şüpheler nedeniyle Cidde’ye bile ulaşamadan Mısır’a geri döndü.  Ancak İmparator’un Arap gelişmelerine olan ilgisiyle ilgili başka bir hikâyeyi 1835'te yayımlanan ‘Doğu'ya Yolculuk’ kitabının ekinde Fransızlar arasında yayan kişi, büyük yazar ve devlet adamı Alphonse de Lamartine idi. Hikaye Theodore Lascaris de Ventimi ve Halepli Hıristiyan tercümanı Fethullah es-Sayığ'ın macerasını anlatıyor.
Lamartine'in Fransızca çevirisini yayınladığı Sayığ’ın öyküsü, iki adamın Arap Yarımadası’nda imparator için Diriye’ye ulaşan bir istihbarat görevi üstlendiğini söylüyor. 1811'den 1812'ye veya belki de 1814'e kadar uzanan yolculukları, I. Suudi Emirliği’nin zirveye ulaşması ve Mısırlının müdahalesinin başlamasıyla aynı zamanda gerçekleşti. O zamanlar hala Kızıldeniz kıyısında mahsurdu ve nihayetinde devletin çöküşüne neden oldu. Napolyon'un yazılı talimatlarının olmaması, resmi bir görevin varlığına dair şüphe uyandırıyor olsa da Lamartine’nin Sayığ’ın Osmanlılara karşı bir Vehhabi devrimi olası Fransız desteğini araştırmaktan sorumlu bir ajan gönderdiği romanın özetinden esinlenen varsayımı geçersiz kıldı.


Daha sonra Kral Abdulaziz, Osmanlıları Arap Yarımadası'nın geri kalanından sürmeyi başardı. Bir grup askerin fotoğrafı, 1928. (Getty)

“Avrupa’nın büyük oyunu”
Fransız araştırmacı tarafından derlenen bilgiler, Paris’in I. Suudi Emirliği ile ilişkiler kurmak istediğini gösteriyor. Ancak Diriye'nin Osmanlıların emriyle Mısırlıların eline geçmesi, bu ilgiye daha başlarındayken son verdi.
Araştırma Napolyon’un Doğu hakkında sahip olduğu fikir ve kavramların bilgisinin, Fransa ile Arap Yarımadası arasındaki ilişkilerin kökenini bilmek için gerekli olduğunu ortaya koyuyor. Aynı durum Fransa’nın ilerleyen zamanlarda Arap Yarımadası’na karşı takındığı, Napolyon mirasına ve genel olarak Fransız Oryantalizmine bilinçsiz bir şekilde demirlenen iki entelektüel ve politik yaklaşımı anlamak için de geçerli. Mısır tarafından yapılan hamleden 40 yıl sonra Cidde’de bir Fransız konsolosluğu açmakla başladı. Ardından Osmanlılara karşı Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali’yi desteklemek için bir Fransız askeri misyonu gönderdi. Fransa ve entelektüelleri, 1798'de Bonaparte'ın izlediği çıkarlara dayalı açıklık politikasını bir kez daha yücelten, ilişkileri mevcut durumun değişimlerini aşan bir aralıkta karakterize eden bir süreklilik kuran bir pozisyon inşa etti.
Napolyon Hicaz'a ayak basmasa da, araştırmacıya göre Osmanlı İmparatorluğu merkezli bir ‘büyük Avrupa oyunu’ ile bu bölgeye dolaylı olarak girdi. Bunun sonucunda Avrupa dengesini Akdeniz'den İngiliz Hindistan sınırlarına kadar genişledi. Böylelikle Ortadoğu'da bir asır sonra bilinecek, iç krizlerin ve dış müdahalenin bu güne kadar nüfuz etmeye devam ettiği şeyi çizmiş olacaktı.

 
Eski Diriye çarşılarından bir manzara (Tarihçi Raşid bin Asakir)

Arap Yarımadası'ndaki bilgi yetersizliğinin temeli
Çalışma, Mısır hamlesinin Arap Yarımadası’nda henüz Suudi kimliğini Fransız siyasi bilincinde benimsemeyen bir devletin kurulduğunu kaydettiğini ortaya koyuyor. “Böylelikle, Bonaparte'ın Mısır serüveni, çağdaş Fransız-Arap ilişkilerinin temelini oluşturdu. Çağdaş Fransa ve Fransız Oryantalizminin kaderindeki Arap boyutunu ortaya koydu. Bunu Suriye'de Akka'ya karşı bir yenilgi izledi. Yani bu macera Mısır sınırlarını aştı. Geleceğin imparatoru başlangıçta Kızıldeniz de dahil olmak üzere tüm bölgenin entegrasyonunu benimsemişti.”
Bununla birlikte, sonuçta Fransa’nın yöneticilerinin Fransızların bölgeye yönelik planları hakkında net bir fikri olmayan ilk Suudi devletiyle ilişkileri meyve vermedi. Ancak Napolyon, hem Fransa'da hem de Mısır'da Doğu'ya ilişkin politikasını ve haleflerinin siyasetini etkileyen gelişiminin sürekli olarak farkındaydı.
Sonuç olarak, Fransız diplomat, bu solan ilişkileri ilgilendiren doğrudan belgelerin bolluğu ile çoğu tarihçinin onlar hakkındaki bilgisizliği arasındaki karşıtlığa işaret ederek, “Arabistan tarihi ile ilgili Fransız kaynaklarına gelince, üzücü bir durum ancak ne yazık ki bir yöntem gibi görünüyor” ifadelerini kullandı.



Tecavüz savaşlarda askeri bir eylem mi?

Tecavüz etnik temizlikte bir savaş silahı olarak kullanılıyor (AFP)
Tecavüz etnik temizlikte bir savaş silahı olarak kullanılıyor (AFP)
TT

Tecavüz savaşlarda askeri bir eylem mi?

Tecavüz etnik temizlikte bir savaş silahı olarak kullanılıyor (AFP)
Tecavüz etnik temizlikte bir savaş silahı olarak kullanılıyor (AFP)

Fidel Sbeity
Etiyopya'daki doktorlar, Başbakan Abiy Ahmed'in Tigray'da komşu Eritre'den güçlerin katıldığı askeri bir operasyon başlatmasından bu yana cinsel saldırı ve tecavüz vakalarında endişe verici bir artış gördüklerini açıkladılar.
CNN’ne açıklama yapan doktorlara göre tedavi ettikleri tüm kadınlar, askeri operasyonlara katılan askerler tarafından tecavüze uğradıklarına dair benzer hikayeler anlatıyorlar. İçlerinden biri, saldırganının kendisine, “Siz Tigrayların bir tarihi ve kültürü yok. Seninle her istediğimi yapabilirim ve kimsenin umurunda değil” dediğini söyledi.
Tecavüze uğrayan kadınların çoğu, tecavüzcülerin bu işi Amhara kimliklerini değiştirmelerini veya Tigraylı kimliklerinden vazgeçmelerini sağlamak amacıyla yaptıklarını ifade ediyor. Mülteci kamplarındaki Dr. Tewodros Tefera göre bu, yaşananın toplu bir askeri ve psikolojik temizlik operasyonu olduğunu gösteriyor.
Bu noktada tecavüz, askerlerin sadece vahşi ve ahlaksız operasyonları değil, siyasi, askeri ve psikolojik bir amacı olan kasıtlı ve organize bir eylem haline geliyor. Bunu doğrulayan kanıt ise kadınlara günlerce direnmeden tecavüz edilebilmesi için uyuşturucu verilmiş olmasıdır. Tigray Bölgesi’nde tacize uğrayan kadınlardan biri, 10 gün boyunca alıkonulduğu, uyuşturucu enjekte edildiğini, taşa bağlanıp tamamen çıplak bırakıldığını ve askerler tarafından tecavüze uğradığını söyledi. Aynı şeyin kadın akrabalarına da uygulandığını ifade etti. Askerler ayrıca on yaşından küçük kız çocukları ve 60 yaş üstü yaşlı kadınlara da saldırıyor.
CNN'e açıklamada bulunan doktorlar, tecavüz vakalarının gerçek sayısının resmi raporlardan çok daha fazla olduğundan şüphelendiklerini söyledi.
 İran'ın ‘Radio Zamaneh’ internet sitesinde yayınlanan İran-Irak savaşı sırasındaki karşılıklı tecavüzlere ilişkin soruşturmaya göre tecavüz, ulusal ve ırksal olduğu kadar cinsel üstünlük ve zaferin bir biçimi olarak kendini gösterir. Kadın vatanın sembolüdür. Tecavüz de işgalin, gasp edildiğini ve kontrol altına alındığının sembolüdür. ‘Görevi’ vatanını korumak olan askerler, bu nedenle başka ülke veya yerlerde ya da başka ırk, din ve mezhepten kadınlara tecavüz etmekteler.

Tecavüz askeri bir eylem
Bu eylemleri savaş suçu sayan uluslararası yasalar ve tüzüklerin varlığına, sahada gerçekleşen tüm eylemleri yayınlayan medyanın varlığına ve bu tür eylemlerde gizliliğin veya zaman aşımının önlenmesine rağmen, tecavüzler hala devam etmekte. Peki, tecavüz neden bir savaş eylemi olarak kullanılıyor? Amaç ne? Bu tür suçların tarihsel örnekleri nelerdir?
Bosna, Kamboçya, Uganda, Vietnam, Ruanda, Darfur, Etiyopya ve diğer ülkelerde olduğu gibi tecavüz, etnik temizlikte bir savaş silahı olarak kullanılıyor. Tecavüz sadece kadınların başına gelmez, ilerleyen bölümlerde bahsedeceğimiz toplu erkek tecavüzü vakaları da söz konusu.
2008 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) ‘kadınların, özellikle aşağılamak, kontrol etmek, sindirmek ve bölmek için bir savaş taktiği olarak fiziksel şiddetin kullanılarak hedef alındığını’ bildirdi.
Uluslararası Af Örgütü'ne göre, bazı askeri komutanlar, özellikle askerler zorla silah altına alındığı dönemlerde, askeri birlikler içinde bir uyum duygusu yaratmak ve sürdürmek için askeri bir strateji olarak toplu tecavüzü kullanıyor. Çocuk askerlerin tecavüze zorlanması ile onları şiddetin normalliğine alıştırmak ve içlerindeki erkeklik, tahakküm ve kontrol unsurlarını yüceltmek amaçlanıyor. Askerler açısından tecavüz, onlara anında bir güç ve başarı duygusu verir. Tecavüzcünün saldırganlığı için bir prestij ve itibar yaratır, gruba bağlılık ve risk almaya isteklilik gösterir.

Erkeklere tecavüz
Siyasi ve psikolojik arka planı olan askeri emirlerin uygulanmasında erkeklerin yine erkekler tarafından tecavüze uğraması birçok savaşta yaygın bir şekilde görülmeye başladı. Savaş mağdurlarını savunan Lara Stemple tarafından 2009 yılında yapılan bir araştırma, 1980'lerde El Salvador'da siyasi mahkumların yüzde 76'sının tecavüze uğradığını ve Saraybosna toplama kamplarındaki tutukluların yüzde 80'inin tecavüze uğradığını ortaya koydu.
Bu araştırma, erkeklerin tecavüzünün yan etkilerinden birinin, özellikle de erkeklik, namus ve haysiyetin bir gurur, takdir ve otorite meselesi olduğu erkeğe ve kadına belirli sosyal roller veren ataerkil toplumlarda tecavüze uğrayan kocalarının yanında kendilerini güvende hissetmeyen eşler tarafından terk edilmesi olduğunu bildirdi.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre, Feminist tarihçi Gerda Lerner'e göre, işgalci bir grubun kadınlara tecavüz etme eylemi, milattan önce 2000’li yıllardan günümüze kadar, savaş ve fethin bir özelliği oldu.
Bazı savaşçı toplumlardaki bu uygulama, tarımsal, kabile ve klan toplumlarında sınıf oluşumundan önce sosyal sistemlerdeki ataerkil kurumların yapısının temellerinden biri olarak ve normal kabul edildi.

Tarihte tecavüz
Modern öncesi Avrupa çağında Cicero, bir kitabında düşmanın servetine ve mülküne el konulmasının başlı başına meşru bir savaş nedeni olduğuna dikkat çeker. Kadınlar ‘mülke’ dahil edildi ve erkeğin, kocanın, köle efendisinin veya vasinin yasal mülkiyeti olarak kabul edildi.
Eski Yunanlılar, savaşta kadınlara tecavüz edilmesini ‘savaş kuralları dahilinde toplumsal olarak kabul edilebilir bir davranış’ olarak görüyorlardı. Ortaçağ Hıristiyan savaşlarında ise asil şövalyenin, masumları, yani çocukları, kadınları ve yaşlıları korumaya iten ahlaki bir amaç için savaşan kişinin değeri yüceltildi. Bu, tecavüzü ahlaksız bir eylem olarak suç saymak için iyi bir yoldu.
Orta Çağ İslam askeri hukukunda, düşmanın siyasi ve dini inançlarına bakılmaksızın, cinayet veya infaz da dahil olmak üzere tecavüz faillerine karşı katı cezalar çıkarıldı.
İkinci Dünya Savaşı'nda, Nürnberg Mahkemeleri ve Tokyo Mahkemeleri, muzaffer Müttefik Devletler tarafından sırasıyla 1945 ve 1946'da büyük savaş suçlularını yargılamak için kurulan ilk uluslararası mahkemeler oldu. 1899- 1907 Lahey Sözleşmelerine göre cinsel şiddet suçları, savaş suçu olarak kabul edildi.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Ruanda soykırımı sırasındaki savaş tecavüzüyle ilgili olarak, kurbanların barış ve uzlaşma adına başlarına gelenleri unutmaya zorlanmaları nedeniyle öfke duyduklarını açıkladı. Aynı şey Sudan'da Darfur'daki savaş gerçeklerinde de tekrarlandı.
Geç antik dönemde, Hindistan ayrıca Orta Asya'dan gelen savaşçıların sayısız istilasına tanık oldu. Hindistan'daki şehirler işgalciler, tapınaklar ve okullar tarafından tahrip edildi. Hint alt kıtasında büyük bir kültürel yıkıma neden oldu. Bu işgalciler ülkede kadınlara toplu tecavüzler gerçekleştirdi.
Bazı tarihçiler, Orta Çağ tarihi metinlerindeki abartı ve çarpıtmanın Viking istilacılarının vahşi bir görüntüsünü yaratmak istediği argümanını ileri sürse de Viking orduları tecavüz ve yağmayla tanınıyordu.
Arap fetihleri ​​sırasında, kadın savaş esirleri veya köleler, efendilerinin cariyesi veya kölesi oldular. Efendilerinin ölümünün ardından serbest bırakıldılar.

Modern çağda tecavüz
Modern çağda, bazı tarihçiler, Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunun Japonya'yı işgalinin ilk aşamasında toplu tecavüzlerin gerçekleştiğinden bahseder. Kaynağa göre Tokyo, işgal altındaki Japon şehirlerinde Amerikan kuvvetlerinin karıştığı her türden binlerce suç vakası kaydetti. Bunlar arasında kaç tecavüz vakası olduğu bilinmiyor.
Aynı durum, Sovyet ve Moğol askerlerinin Japon sivillere saldırdığı ve tecavüz ettiği Mançurya'nın Sovyet işgali sırasında Kızıl Ordu tarafından tekrarlandı. Birçok Japon kadın, kendilerini Sovyet askerlerinin zulmünden korumak için Mançuryalı yerli erkeklerle evlendi. Bu kadınlar, ‘Muallak Savaş Eşleri’ ismiyle tanındı.
Kızıl Ordu Berlin'de de ‘üç gün boyunca tecavüz ve yağma’ operasyonları gerçekleştirdi. Bu olaylardan sonra Sovyet Ordusunun itibarı etkilendi ve bu etki yıllarca sürdü. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda, Kızıl Ordu askerlerinin yaklaşık 200 bin Alman kadına tecavüz ettiği tahmin ediliyordu.
Belçikalı gazeteciler tarafından yapılan araştırma ve kanıtlar, 1943 yılında Sicilya'nın işgalinden sonra İngiliz kuvvetleri tarafından defalarca tecavüz ve cinsel taciz suçu işlendiğini doğruladıktan sonra İngiliz askerleri de yargılandı.
Elbette ki, 1939 yılının Eylül ayında Polonya'nın işgali sırasında Yahudi kadın ve kız çocuklarına tecavüz eden Alman kuvvetlerinin askerleri de göz ardı edilemez. Bu suçlar ayrıca Selbstschutz taburları tarafından gerçekleştirilen toplu infazlar sırasında Polonyalı, Ukraynalı, Belaruslu ve Rus kadın ve kız çocuklarına karşı da işlendi.
Yirminci yüzyılın sonunda Bosna Savaşı sırasında kasten oluşturulmuş ‘tecavüz kamplarının’ varlığı açıklandı. Bu kampların belirtilen amacı, esaret altında tutulan Müslüman ve Hırvat kadınları hamile bırakmaktı. Kadınların sıklıkla hamileliğin son aşamasına kadar hapsedildiği belirtildi.
Bu, çocukların babalarının ırkını miras aldığı ataerkil bir toplum bağlamında gerçekleşti. Dolayısıyla ‘tecavüz kampları’ yeni nesil Sırp çocuklarının doğumunu amaçlıyordu. Tresnjevka kadın grubuna göre, Sırplar tarafından yönetilen ‘tecavüz kamplarında’ 35 binden fazla kadın ve çocuk tutuldu.
Birleşmiş Milletler (BM) Barış Koruma Güçleri’nin tecavüz olaylarına karıştığı daha 1993 yılında Bosna Soykırımı sırasında keşfedilmişti. Barış Koruma Gücü askerlerinin Saraybosna'da fuhuşa zorlanan Bosnalı ve Hırvat kadınların tutulduğu bir Sırp genelevini düzenli olarak ziyaret ettikleri tespit edildi.
2004 yılında Kongo'da Uruguay, Fas, Tunus, Güney Afrika ve Nepal'den gelen Barış Koruma Gücü askerleri, 68 tecavüz ve çocuklara yönelik cinsel istismar vakası suçlamasıyla karşı karşıya kaldı. Gerçekleştirilen soruşturma altı Nepal askerinin hapse atılmasıyla sonuçlandı.
Sudan'da, Mısırlı bir tabur, siviller savaştan kaçmak için barış gücü karargahına kaçtığında altı kadına tecavüz etmekle suçlandı. Güney Sudan'da BM barış güçlerine karşı da genç kadın ve çocuklara tecavüz iddiaları öne sürüldü.
Ruanda'daki iç savaş sırasında, aşırılık yanlısı Hutular, Tutsileri yok etmek için tecavüzü bir araç olarak kullandı. Sadece 100 günde 250 binden fazla kadının tecavüze uğradığı ve bu tecavüzler sonucunda bin çocuğun doğduğu tahmin ediliyor. ‘Katillerin çocukları’ olarak bilinen bu çocuklar, genellikle yoksulluk içinde yaşıyor ve aşağılanıyor. Şiddete ve AIDS’e (HIV) karşı yaşıtlarından daha savunmasız durumdalar.