Salih Kallab
Ürdünlü yazar. Eski Enformasyon, Kültür ve Devlet Bakanı
TT

Humeyni İranı ve onunla mücadeleyi İran halkına bırakmak

İranlılar, istedikleri kadar Irak Başbakanı Mustafa el-Kazemi'ye suikast girişimi ile herhangi bir bağları olmadıklarını iddia etmeye, Irak ile dayanışma bahanesiyle Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kaani'yi Bağdat'a göndermeye devam etsinler... Bu düzeyde bir yetkiliyi göndermenin üst düzey Iraklı yetkililerle dayanışma misyonu taşımadığı muhtemel, hatta kesindir. Aksine Kaani’nin Irak’ı ziyaret etme nedeni, patlayıcı yüklü üç insansız hava aracı ile gerçekleştirilen suikast girişiminin başarısız olma sebeplerini araştırmaktır. Böylece İran’ın Irak üzerindeki kontrolüne karşı olanlar ve buna direnenlerden kurtulmakta kararlı olduğu sürece gerçekleştirilecek başka suikast girişimlerinde de aynı hataya düşmekten kurtulmaktır.
İran şu an sadece Irak'ı değil, Suriye, Lübnan ve Yemen (hepsini olmasa da) de dahil olmak üzere 5 Arap ülkesini daha kontrol ediyor. Bazı kesimler sessiz kaldıkça İran'ın bu ilerlemesinin durmayacağı açıktır. Suudi Arabistan ve onunla birlikte sözlü ve fiil olarak “milli” olan diğer bazı “ülkelerimiz” dışında buna karşı duran da yoktur!!
Bazı Arap Afrika ülkeleri de dahil bu bölgeyi kontrol etme hakkına sahip olduğuna inanan bu İran’ın iyi bir Iraklı vatanseveri, Mustafa Kazimi’yi hedef almaması mantıksızdır. Çünkü İran, Kazimi’nin kendi sırtına saplanmış bir bıçak olmasından korkuyor. Bu nedenle şu ana kadar elde ettikleriyle yetinmez, İran’a bağlı taraflara katılmaz ve birçokları gibi İran’ın bir aracına dönüşmezse Tahran ondan kurtulmaya çalışmaktan kaçınmayacaktır. İran’ın araçlarına dönüşenler, artık sakallarını dahi kesmiyorlar ve bunu gerçekten istedikleri ve inandıkları için değil, o ve diğer birçok kişinin eski Fars ihtişamını geri getirmeyi amaçladıkları aşikar olan İsmail Kaani’nin şerrinden kaçınmak için yapıyorlar.
Bu bağlamda kararsız ve iki arada kalmış olan Araplar, tarihin yakın, uzun çağları boyunca kendileriyle iç içe geçmiş ve komşu bir devlet olan “İran’dan size ne?” diye sorabilirler. Bu soruları doğru. Ama bu, Veliyy-i Fakih devleti İran, en azından Şah Rıza Pehlevi ve ondan önceki yöneticilerin pozisyonlarını ve politikalarını takip etseydi, İslam ve Müslümanları “Şii ve Sünni” olmak üzere iki mezhep kampına dönüştürmeseydi geçerli olurdu. Aslında Müslümanlar arasında bu ayrılık sadece tarihin bazı hasta anlarında, kötü ve karışık dönemlerinde yaşandı.
Bu kişilerin Müslümanları bu şekilde iki karşıt kampa bölmekten en çok faydalananın “Siyonist düşman” olduğunu anlamaları ve bilmeleri gerekiyordu. Bundan en çok, artık Filistin’in tamamını fiilen işgal eden İsrail devletinin faydalandığını bilmelilerdi. Kudüs, yani Mescid-i Aksa, Kubbet’üs Sahra, Kıyamet Kilisesi ve Ömer bin Hattab Mescidi, İsrail’in işgali altında. İsrail aynı zamanda Suriye’nin Golan Tepelerini de işgal ediyor ve bu Arap bölgesinin tamamında istediği gibi at koşturuyor. Suriye'ye giren ve Doğu Akdeniz'i bir Osmanlı coğrafyası olarak gören Türkiye de onun gibi hareket ediyor. Türkiye, Libya'ya, geçmişte olduğu gibi bugün de unvanı büyük Mücahid Ömer el-Muhtar olan bu Arap ülkesine müdahalesinde de çok ileri gitti.
Şubat 1979'da " Neauphle-le-Château"dan Fransız uçağıyla dönen Ayetullah Humeyni'nin Kudüs’ü ve onunla birlikte önemli bir stratejik konuma sahip, doğudan tarihi Taberiye Gölü'ne bakan Golan Tepeleri'ni özgürleştirmek için "cihat" bayrağını açacağına inanılıyordu. Bazı Arap ülkelerinin Yaser Arafat’ı hızla Tahran’a gitmeye zorlamalarının nedeni de buydu. Bilindiği gibi bir BAE uçağıyla geri dönen Arafat sağ salim dönmekle yetinmiş ve ilgili Araplara “dostu üzüp düşmanı sevindiren” sonucu iletmişti.
Dolayısıyla Humeyni (ardından Hamaney) İranı’nın yaptığı ilk şey, Müslümanları “Şii ve Sünni” olmak üzere karşıt ve çatışan iki bloğa bölmeye girişmek oldu. Sünni mezhebi üyelerinin bir kısmının ona karşı durmasına rağmen bugün elde ettiği tüm bu başarıları gerçekleştirmeyi başardı. Mezhepçi olmayıp her şeyden önce “siyasi” olan, denildiği ve tekrarlandığı gibi 6 Arap ülkesini içeren bir blok ortaya çıktı. Bu ülkeler ne yazık ki Harun Reşid’in Irakı, Araplığın atan kalbi Suriye, şu an kalben ve şeklen bir İran gücü olan Hasan Nasrallah'ın milisleri aracılığıyla artık İran tarafından kontrol edilen Lübnan’dır. Lideri Nasrallah’ın söylediğine göre Hizbullah militanlarının sayısı 100 bindir.
Bilindiği üzere, yakın ve uzak tarihteki birçok siyasi bölünmelerine rağmen Müslümanlar ilk defa bu şekilde ve bu temelde bölünüyorlar. Abbasilerin Bağdatı ve Emevilerin Şamı İran'a bağımlı hale geliyor. Tüm bunlar,  “İran Halkın Mücahitleri Örgütü” dahil olmak üzere iyi güçler kazanmazsa uzun bir tarihi çatışmanın bizi beklediği anlamına geliyor. 
Belki de bu konuda vurgulanması gereken, Arap ülkelerinin İran ile askeri bir çatışmaya sürüklenmemesi gerektiğidir. Çünkü bu İsrail'in en çok beklediği şeydir. Alternatifi de gerçekten mücadeleci olan İran halkını temsil eden, başta "Halkın Mücahitleri" olmak üzere İran muhalefetidir. Gerçek şu ki İran halkı bu büyük ülkeyi geriye götüren, bazı kötü ve nahoş tarihsel dönemlerde olduğundan daha kötü bir duruma düşüren bu zalim cuntaya artık tahammül edemiyor.
Bir kez daha İran ile herhangi bir Arap askeri çatışmadan kaçınmak ve bu işi tüm milletleri ile İran halkına bırakmak, başta Halkın Mücahitleri olmak üzere İranlı muhalif güçleri ve örgütleri desteklemek gerekiyor. Arapların karışması kaçınılmaz ise bu konu Şii kardeşlerimizin başını çektiği Iraklı kardeşlerimize bırakılmalıdır. Ayrıca eğer mümkünse, gerek Humeyni gerekse Hameney İranı’nın yayılmacı gruplarının ve takipçilerinin elinden her türlü acıyı tatmış Mesud Barzani liderliğindeki Kürtler de onlara katılabilir.
Sonuç olarak Humeyni ve Hamaney İranı ile herhangi bir Arap ülkesi arasında her türden askeri çatışmadan kaçınılmalıdır. Kutsal olan bu görev, İran halkına ve onların silahlı örgütlerine bırakılmalıdır. Bunların başında da daha önce belirttiğimiz gibi gerçekten mücahitlere ve İranlı kadınlara örnek olması gereken Meryem Recavi’nin liderliğindeki İran Halkın Mücahitleri Örgütü gelmektedir. Şunu tekrar tekrar vurgulamalıyız; bu ülke uzun bir süre Arap İslam devletinin bir parçasıydı. Bu nedenle Araplar ile onu birleştirenler, uzaklaştıranlardan çok daha fazladır. Dolayısıyla işler 1979’u takip eden dönemde yaşanan gelişmelerden önceki hale döndüğünde, tüm dünyada medeni bir rol oynayacak olan bu stratejik bölgeyi büyük bir dönem bekliyor olacaktır.