Hüda Huseyni
Lübnanlı gazeteci-yazar ve siyasi analist
TT

Lübnan'ın küllerinden yeniden doğması için çözüm bu!

1962'de bir resmi Singapur delegasyonu Lübnan'ı ziyaret etmiş, bir dizi devlet yetkilisi ile bir araya gelmiş, ülkelerinde uygulamaya çalışmak için ekonomik ve finansal yönetim sistemleri hakkında bilgi almıştı. 1965 yılında Lübnan Merkez Bankası Başkanı Philippe Takla ve yardımcısı Joseph Ogurliyan, Hindistan hükümetine 30 milyon dolar (bugünkü kura göre yaklaşık yarım milyar dolara eşdeğer) borç vermek için bir sözleşme imzalamışlardı. Geçen yüzyılın altmışlı yıllarında Lübnan, yaşam standartları ve güvenlik açısından dünyanın en iyi 20 ülkesi arasındaydı. Ülkenin güzelliğinden ve sosyal, kültürel ve medeni çeşitliliğinden etkilenen dünyaca ünlü kişilerin ziyaret ettikleri yerlerden biriydi. Uluslararası şirketlerin yanı sıra yabancı medya kuruluşları ve büyük bankalar Beyrut'ta ofisler açıyorlardı. Ülke dinmeyen ve yorulmak bilmeyen bir arı kovanı gibiydi ve bu da ekonomiye, hazinenin 1965'te 3,7 milyar dolar civarında fazla vermesi ve düşük işsizlik oranı şeklinde yansımıştı.1973'te hazinedeki fazlalık yaklaşık 8,7 milyar dolardı ve işsizlik oranı da yüzde 1,3'tü. Bu, küçük ülkenin geçen yüzyılın ellili yıllarının sonundan 1973'ün sonuna kadar uzanan altın çağıydı.
Elbette Lübnan, Platon'un ideal devleti değildi, aksine birçok kusuru vardı. Gelgelim, yetki ve sorumluluğu üstlenen büyük adamlar, hata ve çarpıklıkları düzeltmek için modern kanunları yürürlüğe sokmuş, denetleyici, düzenleyici ve eğitici kurumlar kurmuşlardır ki, bunların bir kısmının kalıntıları hala mevcut. Lübnan'ın çöküşünün aşamalar halinde gerçekleştiği ve sebeplerinin tamamen içsel olmadığı da kesin. Kaldı ki merhum Gassan Tuveyni’yi Lübnan savaşını diğerlerinin Lübnan topraklarındaki savaşları olarak tanımlamaya sevk eden de buydu. 1975'ten itibaren başlayan Lübnan'ın çöküşünün tüm aşamalarında, ülkeyi kontrol eden çeşitli otoritelerin dokunmadığı prensipler var olmaya devam etti. Önce Filistin, ardından Suriye hegemonyası boyunca ekonomi serbestliğini korudu, para transferlerine kısıtlamalar veya çıtalar getirilmedi. 1995'ten 2005'e kadarki 10 yılda, kişi başına düşen ortalama gelir 800 dolar ile 1200 dolar arasında değişiyordu. Bankacılık kurumu, en yüksek uluslararası likidite standartlarını korumuş, uluslararası yasalara uymuş ve bu da büyük finansal piyasalarda kendisine büyük saygı ve güven kazandırmıştı. Devlete hakim ve egemen otoriteler, yargının prestijinin bir kısmını da olsa korumuşlardı. Ancak en önemlisi Lübnan'ın işgal altındayken uluslararası toplumla ve özellikle de ekonomik ve finansal istikrarını korumak amacıyla ihtiyaçlarını karşılamak için yanında duran Arap ülkeleri ile iyi ve seçkin ilişkilerini sürdürmesiydi. BAE ve Suudi Arabistan'ın Lübnan Merkez Bankası'ndaki mevduatları, Başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesinin arifesinde 6 milyar doları aşmıştı.
Ancak geçen yüzyılın altmışlı yıllarında Hindistan'a borç verildiği dönemden geçen yılın sonuna kadarki ekonomik ve finansal rakamları bir grafikte gösterirsek, 1974'ün sonuna kadar yükselen bir çizgi ortaya çıkar. Ardından, zaman zaman büyük derecelerde, zaman zaman da daha az eğimli dalgalı bir düşüş, kısa dönemli büyümeler döneminin başladığı görülür. Ancak, bu uzun dönemde en dik düşüş çizgisi, 2017'de başladı ve 2021'in sonunda yüzde 4 oranına ulaşana kadar negatif büyüme gösterdi. 2021 sonunda işgücü arasında işsizlik oranı yüzde 80'e ulaştı. Asgari ücret ayda 42 dolar oldu ve yoksulluk sınırının altında yaşayan Lübnanlıların oranı yüzde 48'e yükseldi.
Lübnan'ın mevcut siyasi koşullarda sorunlarının çözümü zor olan, sendeleyen ülkeler arasına sokan bu seviyeye düşmesine yol açan birkaç neden var.
İlk neden, İran’ın Kudüs Gücü’ne bağlı bir tugay olan Hizbullah’ın 2016'da cumhurbaşkanlığından başbakanlık ve başkanının müttefiki olduğu yasamaya kadar devletin kılcal damarlarının kontrolünü ele geçirmesidir. Hizbullah, Dini Liderinin talimatlarını tartışmadan ve tereddüt etmeden uygulayarak Lübnan'da İran vesayetinin otoritesi oldu. ABD yaptırımları sonucunda kaynaklarının eksilmesinin ardından İran, Hizbullah’a kendi kendini finanse etmeye çalışması direktifi verdi. Bunun neticesi, Lübnan devletinin kaynaklarının yağmalanması oldu. Bunun olabilmesi için idari, denetleyici ve yargı kurumlarını zayıflatmak gerekiyordu. Burada Cumhurbaşkanı (Mişel Avn) devreye girdi ve Hristiyanların haklarını savunma bahanesiyle idari atamaları engelledi! Yargı sistemi ile oynandı, Cumhurbaşkanı’na sadık ve Yüksek Yargı Konseyi'ndeki referanslarına isyan eden yargıçlar korundu. Merkezi Teftiş, Denetleme Bürosu ve Kamu Hizmeti Konseyi'nin denetimleri tamamen ortadan kaldırıldı. Bu tahribat 2010 yılından bu yana büyük yolsuzluk eylemlerine yol açtı, sadece elektrik sektöründe Hazineye 40 milyar dolardan fazla zarara mal oldu ve üstelik ülkeyi karanlığa gömdü. Bu, Enerji Bakanlığı'nın Cumhurbaşkanı'nın damadı Cibran Basil'in gözetimi altında olduğu dönemdi. Devletin ve Lübnan vatandaşlarının kaynaklarının bu bariz yağmalanması, ganimetlerin paylaşımına diğer partilerden önce katılan Hizbullah’ın onayı ve gözetimi altında gerçekleşti.
Mişel Avn ile koordineli olarak, Bakanlar Kurulu'nda Hizbullah’ın icat ettiği ‘güvenirlik’ adındaki başlık altında hükümetler işlemez hale getirildi, kararlar askıya alındı, politikalar engellendi. Güvenirlik başlığına göre Şii İkilisinin bakanları Bakanlar Kurulu toplantılarına katılmazlarsa, toplantılar güvenirliklerini kaybederler, dolayısıyla hükümet işleri de durur. Böylece Hizbullah ve müttefikleri, alınan kararları kontrol eder, dahası kendileri için uygun olanı empoze eder duruma geldiler.
Nefret uyandıran şey şu ki, Başbakan Refik Hariri suikastından sonra gelen, Hizbullah'ın Lübnan'ı parçalama ve bölme eylemlerinde ileriye gitmesine sessiz kalan tüm hükümetlerin bahane olarak şu ifadeyi kullanmalarıydı: Bize izin vermediler? Ancak daha fazla sorgulamaya çalıştığınızda, bu sözün sadece yozlaşmanın devam etmesi için bir örtü olduğunu keşfedersiniz. Daha da fazla, yani “Bize izin vermediler”in arkasında kim var diye sorguladığınızda, yolsuzlukla mücadelenin bir iç savaşa yol açacağı gerekçesi önünüze gelir. Hükümetler ve başkanları yolsuzlukla mücadele etmemekle kalmadılar (yolsuz nasıl kendisi ile mücadele edebilir ki?), kendilerine bağlı grupları, Sünni-Şii fitnesini önlemek için çalıştıkları iddiasıyla Hizbullah’ın her şeyde ortağı olan Temsilciler Meclisi Başkanının evinde Hizbullah temsilcileriyle aylık olarak görüşmek üzere görevlendirdiler. Ne güzel bir buluş; Sünni-Şii fitnesini önlemek için İran'a bağlı Hizbullah’ın önünde eğilmek ve tüm emirlerini yerine getirmek.
Hizbullah, başbakanı kontrol altına almak ya da tüketmek istediğinde onun için bir sorun yaratıyor, daha sonra yerine bir başkasını getirtiyor ve böylece ülke boş bir halka içinde dönüp duruyor. Mezhepler çatışmasını veya iç savaşı önlemek için silah sahibi ve yolsuzluğun en büyük ortağı olan Hizbullah’ın kollarına atılma hikayesi yeni baştan tekrarlanıyor. Bugün, Başbakan Refik Hariri'nin büyük oğlu Baha Hariri'nin, siyaset arenasına girmek için Hizbullah ve Mişel Avn'ın kardeşi Saad'tan vazgeçmelerinden yararlandığı söylemleri ortalıkta dolaşıyor. Burada rahatsız edici olan husus, iki yıl önce Taif Anlaşmasının ve tümü Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıyla sonuçlanacak Güvenlik Konseyi kararlarının uygulanmasını desteklediğini, düzenli ordunun yanında yer aldığını açık bir şekilde açıklamış olmasına rağmen, Müstakbel Hareketi’ne yakın isimlerin Saad'ın kardeşine savaş açmış olmaları. Müstakbel’e bağlı politikacılar, düşmanın Refik Hariri'nin en büyük oğlu değil Hizbullah olduğunu fark etmiyorlar.
Herhangi bir başbakanın görevinde başarılı veya başarısız olmasını sağlamak konusunda Hizbullah ve Cumhurbaşkanı arasındaki koordinasyon tekrarlanıp duruyor. Başbakanlar yalanlar, hileler, sudan bahaneler ve imalarla hükümetlerini kurmaktan veya görevlerini yerine getirmekten alıkonuluyorlar. Hükümeti kurmakla görevlendirilen büyükelçi Mustafa Edib’e yapılanlar buna örnektir. Hizbullah ve Mişel Avn’ın amacı Mustafa Edib yerine kurduğu hükümet “Hizbullah hükümeti” olarak adlandırılan Hasan Diyab'ı başbakanlığa getirmekti. Onun göreve gelişi, Lübnan'ın Merkez Bankası tarafından aşamalı olarak ihraç edilen ve toplamda 30 milyar dolara ulaşan Eurobond borcunu ödeyememesine neden oldu. Borcunu ödemekten geri kalması sonucunda Lübnan başarısız bir ülke olarak sınıflandırıldı. Rezerv para birimine erişim çok zor ve pahalı hale geldi.
Hassan Diyab, Merkez Bankası Başkanı Riyad Selame'ye karşı, şiddetli bir kampanya başlattı ve bankanın zorunlu rezervlerini tüketici gıda maddelerini sübvanse etmek için harcamaması halinde görevden alınmasını talep etti. Hizbullah da yoksulları ve zayıfları desteklemek bahanesi altında bu kampanyaya liderlik etti. Ama aslında, bu rezervler ile sübvanse edilen emtiaları Lübnan dışına kaçırıp daha yüksek fiyatlara satarak para kazanmayı amaçlıyordu. Merkez Bankası Başkanı emtiaların çoğunu sübvanse etmeyi reddedince, Cumhurbaşkanı ve akımı önderliğinde kendisine karşı bir kampanya başlatıldı. Hakkında suçlamalar yayarak ve kendilerine bağlı bir yargıca (Cebel-i Lübnan Savcısı Gada Avn) kendisini sorgulaması, seyahat yasağı getirmesi ve tutuklaması talimatını vererek ona manevi suikast düzenlemeye çalıştılar. Merkez Bankası Başkanı, tüm bunlara rağmen bankalardaki mevduat sahiplerine ait olan rezervden daha fazla harcamaktan kaçındı. Sübvansiyonlu emtia ve mal kaçakçılığından kaynaklanan zararın boyutu konusunda kesin bir rakam yok. Ancak Hazinenin kaçakçılık nedeniyle uğradığı zararın 4 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Hizbullah Lübnan'ın Suriye ile sınır kapıları, Beyrut Limanı ve havalimanı üzerindeki kontrolü nedeniyle bundan en büyük fayda sağlayan oldu.
Lübnan'da yetkililerin ne kadar düştüklerini değerlendirmek için tek yapmamız gereken, Dışişleri Bakanı Abdullah Buhabib'in uyuşturucu ihracatıyla nasıl mücadele edileceğine ilişkin görüşüne dair sorulan soruya verdiği yanıta bakmak. Buhabib; uyuşturucu ihracatından etkilenen ülkelerin tüm sorumluluğu Lübnan'a yüklemek yerine toplumlarındaki uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele etmeleri gerektiğini söyledi. Bu kişi, Mişel Avn ve Hizbullah döneminde Şarl Malek, Philippe Takla ve Fuad Butrus'un halefi.
Büyük bir esefle şunu söylemeliyim ki, Lübnan'ın bu yolsuzluk sisteminden ve Hizbullah'tan kurtulmak için küle dönüşmekten başka çaresi kalmadı. O zaman ben de dahil Lübnanlılar şöyle diyebilirler: Lübnan küllerinden yeniden doğdu.