Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Hala azınlık gibi hissetmek…

Her ne kadar, insana dair hemen hemen her konu siyasetin bir konusu haline getirilse de çoğu kez yaşadıklarımız siyasetin çok üzerinde bir durum oluyor…
Örneğin Türkiye’de laiklik, laikliğin din ve vicdan hürriyeti olması yerine daha çok dindarlar üzerindeki kontrol olarak tecrübe edilen bir süreç olarak hafızalara yerleşti. Nihayetinde, ülkede aslında çoğunluğa tekabül eden dindar kesim maalesef azınlık statüsündeymiş gibi muamele gördü. Hatta öyle ki, ülke meseleleri arasında azınlık olmadığı halde azınlık muamelesi gören Kürtler ve dindarlar, ülkenin ötekisi olarak görüldü ve bu çok uzun sürdü. Uzun sürmesinin sonucunda da azınlık olmadığı halde azınlık gibi hisseden dindar bir kitle oluştu.
Bu kitlenin siyasileşen bir tarafı olduğu bir gerçek ve hatta sürekli kimlik siyasetinin bir sonucu olarak aşırı politize oldukları da…
Tek taraflı düşünmenin bir hayrını görmedik, kendimize ait olmayan bir dünyayı tamamıyla anlamamız mümkün olmasa da bize ait olmayan dünyaya da kulak kesilmek gerektiği malum… Türkiye özelinde konuşacak olursak, Türkiye’deki laik, seküler kesimler de özellikle dindar insanların olduğu, bazen dinin referans olarak kullanıldığı bir iktidarın yönetiminde kimliklerine dair endişeler yaşadılar. Çok uzun yıllar ülkenin sahibiymiş gibi davranan kesimler için birden ülkenin sahibi olmadıklarını anlamaları ya da sindirmeleri kolay olmadı.
Nihayetinde her iki kesimde, öfkeli kişilerin sayısı da, öfkeleri de uzun yıllar boyunca devam eden gerilim nedeniyle arttı. Şimdi karşımızda bir cepheyi oluşturan öfkeliler ve diğer cepheyi oluşturan makuller, kavgadan bıkmış olanlar, kutuplaşmanın bir hayrını görmediği için farklı yöntemler denemek isteyenler var. Ama çok gariptir ki, bu yeni cephe de sözün tam anlamıyla azınlık zira yekünü oluşturan, kimlik siyasetinin nesnesi olup edilgen ve öfkeli hale getirilmiş ya da bile isteye gelmiş dindar ve laik, seküler kesimler karşısında sayıca da kavram olarak da azınlığa tekabül ediyorlar. Dolayısıyla duyulmasına ihtiyaç olan bu makul kesimi pek duyamıyor, hatta neredeyse hiç göremiyoruz. Buna mukabil, siyasetin, sosyal medya saldırılarının muhatabı olan, öfkeleri katlanarak artan kesimler, karşılıklı saldırılarına devam ediyorlar. Ve aynı zamanda oluşturdukları cephelerde önce öfke sonra azınlık psikolojisi hissiyle gerginliği derinleştiriyorlar. Öfke, ezilmişlik psikolojisi, kimliğe dayalı siyasetin verdiği var olma mücadelesi arasında makulü konuşturacaklara fırsat vermeyecek kadar çok konuştukları, duygusal alana ağırlık verip aklı selime pek imkan tanımadıkları için de iki kutuplu cephelerini daha saldırgan, daha kırılgan ve daha uzun ömürlü kılmayı maalesef başarıyorlar. Bununla da kalmıyor, makullerin bam tellerine basarak onları da iki kutuplu gerginlik cephesine çekmeye çalışıyorlar. Buna bir de azınlık gibi hissetme psikolojisi de eklenince, siyaset de bu gerilimden beslenince iki gergin cephenin birbirlerine karşı saldırıları sonsuzluğa doğru yol alıyor, taraftarları artıyor.
Malum ramazan ayındayız, bir üniversitenin öğrencileri, üniversite bahçesinde iftar yapmış, akabinde 5 rekatlık, 10 en fazla 15 dakika sürecek bir akşam namazını cemaatle kılmışlar. Genç bir üniversite öğrencisi de sosyal medya üzerinden boğazın o güzel manzarasıyla bu meseleyi paylaşmış.
Vay sen misin paylaşan…. Saldırılar… saldırılar… en makul yorumu yapan şöyle diyor; “Evet iftar yapın ama bahçede cemaatle namaz da ne oluyor, okul bahçesinde olur mu?”
Kendisini hala azınlık gibi hisseden, namaz kıldığı için fişlenen, başını örttüğü için hakları gasp edilen dindar kesimler için bu kısıtlama, bu eleştiri, bugün iktidarda dindar olduğunu söyleyen ve yer yer dini referans alan bir parti olduğu halde, geçmişi unutmadıkları, onlara geçmişi hatırlatan saldırılar olduğu için bu eleştirileri varlıklarına yönelik ontolojik bir saldırı olarak görüyorlar. Haksız olduklarını da sanmıyorum… Zira İslam’ın asırlardır var olduğu bir coğrafyada, bir öğrenci grubu bir bahçede namaz kıldı diye kendilerine yönelik yoğun eleştiri olursa haliyle böyle bir tepki verirler.
Türkiye’deki laik kesimin dindar kesimi, dindar kesimin laik kesimi tanımaya ihtiyacı var gibi bir cümle kurmayacağım… Eğer bu zamana kadar tanımadıysak daha da tanıyamayız… Ve ayrıca, zaten birbirimizi de tanıyoruz, ülke laiklerinin babaannesi başörtülü de, dindar insanların hiç mi başörtüsüz akrabası, arkadaşı, eşi, dostu komşusu yok ya hu? Bu nasıl bir saçmalıktır?
O halde meseleye şöyle bakmak gerekmiyor mu?
Eğer ülkede adaletsizlikten, rövanşizmden, kimliğe dayalı siyasetten, dinin siyaset içinde referans olarak kullanılmasından, baskıdan rahatsızsanız, bir zahmet ilk olarak onlar üzerinde baskı kurmamanız gerektiğini, sivil bir grup öğrencinin namazına nizam vermemeniz gerektiğini, onlara azınlıkmış gibi davranmamanız gerektiğini, üzerlerinde tahakküm kurma yetkinizin olmadığını anlayın. Mesela insanları sadece görüşleri üzerinden yargılama yetkiniz olmadığını önce bir anlayın, sonra bir sindirin… Mesela rahatsız olduğunuz bir siyasi konu varsa bunu siyasi elite yönlendirin yolda izde gördüğünüz ya da toplum önünde olan birini elinize geçirdiğinizde kendiniz bir mahkemeymiş yargılamayı bırakın, linçi bırakın. Mesela makulü söylediklerinde “önceden şöyle demiştin, böyle yapmıştın” şeklinde saçma, intikam dolu envanterinizi açmayı bırakın. Bi de böyle deneyin. Olur mu? Aksi halde vardığınız nokta ülkeyi ben ele geçirdim seni yargılayacağım; sen ele geçirdin beni yargılayacaksın öteye geçmiyor.