Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Güçlülerin Irak’ı ve Lübnanlı maktul

Lübnanlıların, anayasal sürelere saygı gösterilmemesini kınama, Cumhurbaşkanlığı Sarayı sakininin görevi sona erdiğinde bir cumhurbaşkanı seçilememesini şaşırtıcı bulma, seçim sonuçlarının bir çözüm fırsatından yeni bir sorun projesine evrilmesini, hükümetin kuruluşunun bel altı darbelerin eşlik ettiği her türlü fanatizmi ve kota çekişmelerini uyandıran bir güç testine dönüşmesini çok kötü bulma hakları var mı? Lübnanlıların, mevcut kurumların ülkenin ve halkın çıkarlarını korumak adına görevlerini yerine getirmemelerine, çözümlerin, sokak veya silah zoruyla dışarıdan dayatıldığını görüp şaşırmaya hakları bulunuyor mu? Politikacıların çıkarlarını ve birbirleri ile çekişmelerini vatandaşların çıkarlarına tercih ettiklerini gördüklerinde şaşırmakta haklılar mı? Ekonomi ve onunla birlikte ülkenin itibarı çökerken, politikacıların gözlerini bile kırpmamaları kolay mı? İşsizlik, açlık, 'ölüm botuna' atlayanlar ve yaşanan trajedilerle ilgili veriler yayınlandığında siyasi aktörlerin gözlerini dahi kırpmamaları, geç de olsa bir vicdan azabına kapılmamaları şaşırtıcı sayılabilir mi? Lübnanlıların kesinlikle bunlara hakları yok. Çünkü ülkeleri, ulusal ve kurumsal bir bağışıklık yetmezliği hastalığına yakalanmış durumda. Bu hastalık evlatlarının ondan gittikçe umutlarını kesmelerine, dünyanın da evlatlarına karşı umudunu kaybetmesine yol açtı. Lübnan, kurumlarını, ruhunu, anlamını ve rolünü hedef alan ürkütücü ve sistematik bir erozyon sürecine maruz kaldı. Bu Arap ülkesinin devasa yıkımının, zor bir miras ile çok karmaşık bugün arasında el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan tüm ülkeler için caydırıcı bir ders olacağı umuluyordu.
Konuştuğum bir Iraklı politikacı tam anlamıyla umutluydu. Yolsuzların ve başarısızların maskelerini düşürmek için meydanlara inanan gençlere güveniyordu. Ama bu sefer sözlerinde bir umutsuzluk kokusu aldım. Bana şöyle dedi:
“Rusya'nın ancak güçlü bir adam tarafından yönetilebileceğini vurguluyorlar. Irak da öyle görünüyor. Ama güçlü adam cumhuriyetini denedik ve bu bizi tam bir yıkıma götürdü. Bugün artık yönetimde güçlü bir adamımız yok. Güçlü olanlar, ofisler ve kurumlar mantığının dışında çalışırlar. Bu da devletin hem içeride hem de dış müdahalelere karşı zayıflatılmasına katkıda bulunur. Keşke Rusya gibi olsaydık. Orada güçlü adam kendi şartlarına ve ölçülerine göre bir demokrasi meydana getirdi. Ama o da şimdi ordusunu Ukrayna’ya gönderdi ve bu Saddam Hüseyin'in Kuveyt'e asker göndermesinden daha tehlikeli bir macera.”
Iraklı politikacı önümüzdeki günlerle ilgili derin endişesini de dile getirdi. Bilhassa kurumlara saygı kültürünün olmadığı, tasfiye ve yok etme zihniyetinin hâkim olduğu bir ortamda, Irak iki güçlü adama dar geleceğinden; Nuri el-Maliki ile Mukteda es-Sadr arasındaki mücadelenin sınırsız olduğu uyarısında bulundu.
Tarihimizden ve ülkelerimizin ödediği ağır bedellerden ders almadığımız, öğüt veriyormuş gibi yapıp sonra aynı trajedileri farklı başlıklar ve yeni isimler altında tekrarladığımız doğru mu?
Irak iki güçlü adama dar gelir. Birden fazla politikacı bunu söylüyor. Sanki Irak tek bir müzisyen ve ezgileriyle yaşamaya, aksi takdirde diğer seçeneğe, korku içinde boğulmaya, bir tür iç savaş beklentisiyle kan sınırında nöbet tutmaya mahkummuş gibi. Irak’ın bu konudaki deneyimleri bilindik. Abdusselam Arif ile Abdulkerim Kasım devrimde ortaktılar. Ama dostlukları uzun sürmedi, çünkü otorite, dostlukları ve sevgiyi öldürür. Kasım, Arif'i ötekileştirmekten, rolünü küçültmekten, onu küçük düşürmekten çekinmedi. Öte yandan 1963'te Kasım'ın götürüldüğü radyo istasyonunda da Arif, kaybeden liderin ne yurtdışına gitmesini ne de hayatta kalmasını kabul etmedi. Ülke tekrar tek müzisyene mahkûm oldu.
Irak, sınırları, hakları ve yetkileri belirleyen herhangi bir kurumun yokluğunda güçlü adam cumhuriyetini de deneyimledi. Korku, kaderleri ve ipleri elinde tutan güçlünün tek ortağıydı. Ülkenin cumhurbaşkanı dahi sayın başkan yardımcısı Saddam Hüseyin adındaki güçlü adamdan korkuyordu. Eski bakanlardan Hamid el-Cuburi bir keresinde bana şunu anlatmıştı:
“Bir gün çok sinirlendim. Cumhurbaşkanı Ahmed Hasan el-Bekir'in ofisine gidip istifamı sunacağımı kendisine ilettim. Bekir'in yanıtı garipti, çünkü; ‘Peki; benim istifamı kim kabul edecek?’ dedi.”
Cuburi, cumhurbaşkanı böyle bir adım atmaya cesaret etmediği sürece istifayı düşünmemesi gerektiği sonucuna varmış.
Geçmişi ve derslerini bir yana bırakalım. Irak kurumlarının dokunulmazlıklarını tamamlamalarına, Irak’ın kararlarının olması gerektiği yerde alınmasına izin verilseydi, Türkiye Irak topraklarındaki hedeflere saldırılar düzenleyebilir miydi? Cevap biliniyor. Bağdat ile Ankara arasındaki mevcut kriz bize coğrafi kaderi hatırlatıyor. Yani Irak-Türkiye-İran üçgeninin en zayıf tarafının Irak olduğunu. Tahran'ın elbette hükümet kuramama acizliğini yaşamadığını kaydedelim. Aynı şey Ankara için de geçerli.
Irak son iki yılda, başarısızlık, şiddet ve kayıp döneminden çıkışı vaat eden sinyaller gönderdi. Mustafa el-Kazımi hükümeti, yolsuzluk, yoksulluk ve işsizlikle mücadele, milisler ve İHA’lar döneminden hukuk ve kurumlar dönemine geçiş çağrısı yapan gençlerin seslerine kulak verdiği izlenimini verdi. Hükümet, ülkeyi hesaplaşmalar için bir arena olmaktan çıkarıp aktör olmaya hazırlayan bir rol icat etmeyi başardı. Bağdat, en önemlisi Suudi Arabistan-İran diyalogu olan bir dizi bölgesel temasa ev sahipliği yaptı. Kazımi iç dengelerde, bölgesel ve uluslararası dosyalarda gergin bir ip üzerinde uzun mesafeler kat etti. Ancak seçimlerin ardından esen rüzgâr hem içeride hem de dışarıda elde edilen kazanımları heba etmekle tehdit ediyor.
Genel seçimlerin üzerinden geçen 10 ayın ardından Irak için bir cumhurbaşkanı seçememek ve bir hükümet kuramamak hiç de kolay değil. Küresel, bölgesel ve dahili olarak çok zor koşullarda, kurumları felce uğratma ve zayıflatmaya geri dönüldü. Koşulların zorluğunu anlamak için başlıkları saymamız yeterli; Ukrayna'daki Rus savaşı, uluslararası hukukun uğradığı prestij kaybı, devletler arasında bir iletişim aracı olarak güç dilinin geri dönüşü. İran dosyası hem nükleer anlaşma hem de istikrarsızlaştırma politikaları masasında halen açık. Bunlara bir de Irak'ın pek çok ve birikmiş sorunu var. İşsizlik, yoksulluk, gıda fiyatları, çölleşme, kuraklık, güçlüler arasındaki çekişmeler ve müdahaleler nedeniyle kalkınma çabalarının aksaması… Bunların tümü Irak’ın kılcal damarlarında yeniden tansiyonu yükseltiyor ve bileşenler krizi hayaletini uyandırıyor.
Irak'ın kurumlarını güçlendirmekten, onların gözetiminde olmaktan ve gölgesinde çalışmaktan başka çaresi yok. Kurumlarının milisler, seyir füzeleri ve insansız hava araçları denizinde boğulması Irak’ın çıkarına değil. Çözüm, kurumlar Irak’ıdır. Kaos içinde yüzmek sadece daha fazla umutsuzluk ve kan üretir. Iraklı güçlerin, Lübnanlı maktulün hikayesini derinlemesine okumalarını isterdim.