İlyas Harfuş
Lübnanlı gazeteci ve yazar
TT

Bu cinayet hayatta kalmak için mi yoksa kendi savunmak için mi?

İsrail’in Gazze Şeridi’nde sivillere karşı yaptıkları üzerinden komşularına ve dünyaya vermek istediği derse gerçekçi bir gözle bakmak isteyen kişi tek bir sonuca varabilir: Aşırı güç ve cinayet eylemleri, İsrail’in ‘hayatta kalma hakkını’ korumasının tek garantisi. Ve yerleşimler, anlaşmalar ve uluslararası güvenceler, bu hayatta kalış garantisi konusunda İsrailliler için yeterli tatmini sağlamıyor.   

İsrailli liderler, Hamas hareketinin geçtiğimiz 7 Ekim’de sınırlara baskın saldırıları sırasında sivillere ve askerlere yönelik ‘toplu katliam’ eylemlerine karşılık verdiklerini söylüyorlar. Pek çok uluslararası kuruluş, İsrail’in tepkisinin Hamas’ın gerçekleştirdiği operasyonla orantılı olmadığı ve İsrail’in birçok savaş eyleminin savaşlar sırasında sivillere yönelik muameleyi düzenleyen uluslararası yasalar için bir ihlal teşkil ettiği konusunda hemfikir. Ancak İsrailli liderler, bunun Hamas’ı savunmak anlamına geldiğini öne sürerek, operasyonlarına yönelik her türlü eleştiriyi reddediyor. O kadar ki 7 Ekim saldırılarının ‘durduk yere gerçekleşmediğini’ söyleyen BM Genel Sekreteri’ni bile eleştirdiler. Halbuki Genel Sekreter, Filistin halkının maruz kaldığı zulümlerin, kendi deyimiyle Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı çıkarmadığını da sözlerine eklemişti. Uluslararası hukuk, devletlere, kınamayı hak etmeyecekleri şekilde kendilerini savunma hakkı veriyor. İsrail’in düşündüğü gibi, sınırlarının ihlal edilmesinin ve Hamas’ın gerçekleştirdiği türde cinayetler işlenmesinin kendisi için varoluşsal bir tehdit oluşturduğunu düşünen bir devlet de kolay bulunmaz.  

Binyamin Netanyahu’ya göre İsrail, Gazze’de ‘ikinci bir bağımsızlık savaşı’ veriyor. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog ise İsrail’in ilk başbakanı David Ben-Gurion’un, İsrailli liderlerin ilk vazifesinin devletin bekasını korumak olduğu yönündeki nasihatini hatırlattı.

Bu varoluşsal kaygının tarihî nedenleri var. İsrail’in yaşadığı kaderi yaşayan başka bir ülke olduğunu zannetmiyorum. İsrail’in 1948 yılında kurulduğu topraklarda kalma hakkı meselesi, ta o zamandan beri İsrailliler için bir endişe kaynağı. ‘Doğum’ koşulları, yeni Yahudi devleti için normal olmadı ve bu koşullar hem İsrailli liderlerin hem de halklarının bilinçaltında bir endişe kaynağı olarak kaldı. Bu endişe zemininde, İsrail’in Arap ülkeleriyle ve bizzat Filistinlilerle vardığı anlaşmalardan sonra bile bir huzursuzluk duygusu varlığını sürdürdü. ‘İsrail’in varlık hakkının tanınması’ da bu anlaşmalardaki temel talebiydi.

Filistinlilerin evlerinden edilmesi, unutulabilecek basit bir mesele değildi ve on yıllar geçtikten sonra İsrail’in hafızası gibi Filistin’in de hafızasında yer ettiği açıkça görüldü. Araplarla peş peşe yapılan savaşlar ve Filistinlilerin birbiri ardı sıra gerçekleştirdiği ayaklanmalar, İsrail’in kalıcı kompleksini canlandırıyordu: Neden bizi bu topraklardan söküp atmak istiyorlar?

Devletin ömrünün ilk aşamalarında, yani 1970’lerin sonunda sağcı Likud bloğunun iktidara gelmesinden önce varoluş meselesi, güç yoluyla çözüldü. Böylece Siyonist hareketin babalarından Ze’ev Jabotinsky’nin, Filistinliler burayı kendi toprakları olarak görürken Yahudilerin Arapların bir Yahudi devletinin kurulmasını gönül rızasıyla kabul etmelerini beklemesinin saflık olacağı yönündeki ‘tavsiyesini’ dikkate almışlardı.

Dinî unsurun çatışmaya dahil olduğu ve radikal hareketlerin İsrail’deki siyasi kararlarda daha baskın hale geldiği sonraki aşamalarda ise ‘Yahudilere vaat edilmiş topraklar’ teorisi genişletildi. Bu, toprakların gasp edilmesine ve yerleşimlerin genişletilmesine izin veren teoridir. Öyle ya toprak, ‘ilahi bir hak’ olduğu sürece kimse bu konuda Yahudilerle tartışamaz! Bu genişleme kapsamında Filistin varlığı veya ondan geriye kalanlar, İsrailliler için daimî bir endişe kaynağıydı. İzak Rabin, bir gün uyanıp da Gazze Şeridi’nin (elbette sakinleriyle birlikte) denize batmış olduğunu görmeyi umuyordu. Şu soru tekrar tekrar soruldu: Geniş topraklara sahip Arap ülkeleri neden bu Filistinlileri içine almıyor? Bundan Gazze halkının Mısır’a göç ettirilmesi ve Ürdün’de ‘alternatif vatan’ fikri doğdu. Geçen yüzyılın ilk yarısında önce Siyonist projeyle, ardından Nazilerin Yahudilere karşı katliamlarıyla güçlenen bir hareket olarak Filistin topraklarına Yahudi göçleri başladığında Yahudi vatanı olarak planlanan toprakların başka bir halkın yaşadığı topraklar olduğu gerçeği yüzlerine çarptı.

Peki, ne yapmalı? Bu projenin önündeki engel burada başladı. Günümüze kadar varlığını sürdüren bu engel gerek İsrail’in uygulamayı reddettiği ve toprakların iki halk arasında paylaşımına dayalı çözümler gerekse belki ‘vaat edilmiş topraklar’ üzerinde ya da kamplarda kalanları ortadan kaldırabilir ümidiyle tekrarlanan cinayetler yoluyla zaman zaman ortadan kaldırılmaya çalışıldı.

1948 yılında Filistin’in bölünmesi kararından sonra BM, Kont Folke Bernadotte’yi arabulucu olarak gönderdi. Belki o, Yahudiler ile Filistinliler arasında ‘Filistin’deki durumun geleceği için adil bir çözüme’ varabilirdi. İsveçli aristokrat bir aileye mensup olan ve İsveç Kralı’yla aynı soydan gelen bu adam, özellikle Avrupalı Hıristiyanların kendileri için bir utanç olarak gördükleri Holokost sırasında Naziler tarafından işlenen cinayetlerden sonra Siyonist harekete bir sempati besliyordu. Dolayısıyla Araplara ya da Filistinlilere bir sempati duyma eğilimi yoktu.

Bununla birlikte Bernadotte, arabuluculuk görevinde büyük bir engelle karşılaştı. Bu engeli kendisi şöyle tarif etmişti: “Filistinli mültecilerin sefil kamplarında yaşadıkları ve bizzat şahit olduğum trajedi.”

BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu bir raporda Bernadotte, ‘mültecilerin ilk fırsatta ve herhangi bir barış süreciyle veya bu yolda başlatılacak bir müzakereyle ilişkili olmaması gereken bir yolla geri dönmesini’ talep ederek şu ifadeyi ekledi: “Arap mültecilerin, Filistin’de Araplar ile Yahudiler arasındaki silahlı çatışma stratejisi yüzünden kovuldukları evlerine geri dönüş hakları kabul edilmedikçe çatışmaya ilişkin hiçbir çözüm adil ve kalıcı olamaz.”

Bugün halen neredeyse harfi harfine tekrarlanan açık sözler… Bildiğimiz üzere Kont Bernadotte, raporunu Güvenlik Konseyi’ne sunduktan sadece bir gün sonra, 17 Eylül 1948’de Kudüs’teki konutuna dönerken, İngiliz Mandası tarafından terör örgütü olarak sınıflandırılan Stern çetesine mensup iki kişi tarafından suikasta uğradı.