Yusuf Deyni
Suudi yazar
TT

Avrupa, Libya’daki ‘vekâlet savaşlarına’ teslim mi oldu?

Dünyadaki büyük güçler ve uluslararası kurumlar, üçüncü dünya ülkelerindeki krizleri ve terör örgütlerinin cirit attığı çatışma bölgelerini, sadece ‘göçmen kaygısı’ çerçevesinde umursuyor. Ya da bu ülkelerle, pragmatist bir yaklaşımla, krizin sona ermesine müteakip ‘petrol pastasından’ bir pay almak için ilgileniyorlar. Ancak hesap edilemeyen şey bu krizlerin yıllar değil on yıllarca sürebilme potansiyelidir.
ABD birçok Ortadoğu ülkesinde askeri güç yerine, ekonomik yaptırım yöntemini benimsemiş görünüyor. Öte yandan Avrupa ülkeleri, ‘barışçıl çözüm’, ‘azınlık hakları’ ve ‘siyasetin egemenliği’ başlıkları altında kayıtsızlığını gizliyor. Daha da utanç verici olan ise, Batı’nın tarafgir tutumuyla krizleri derinleştiriyor olmasıdır.
Arap Baharı dalgaları uyarınca NATO’nun Libya’ya müdahalesi, Saddam’ı devirmek uğruna Irak’ın yıkıma uğratılmasına benzedi. Libya devlet kurumları eleştirilerin odağına oturtturuldu ve bir olan ülke, ülkeciklere bölündü. Silahlı grupların oluşturulması, terör için uygun ortam sağladı ve silahlı milisler olağan bir gerçeklikmiş gibi değerlendirildi.
Libyalılar, her gün, uluslararası güçlerin bu önyargılı ve çelişkili tutumunun acısını çekmektedir. Yerel aktörler, var olan ‘uluslararası bölünme’ çerçevesinde, vekâlet savaşlarında yer almak zorunda kalıyor. Oysa herkes kimin kimi desteklediğini, milis güçlerin kimlerin hesabına çalıştığını ve niçin savaşıldığını gayet iyi bilmektedir.
Ulusal Mutabakat Hükümeti, ‘meşruiyet’ adı altında, uluslararası hukuka yaslanarak, ‘mazlum’ rolü takınmaktadır. Böylelikle gayri meşru silahlı milis güçlerin de ‘meşru’ olduğu yanılgısında ısrarcı olmaktadır. Terörist gruplar da bu fırsattan istifade şehirlerde kol gezmektedir. Mazlum oldukları iddiasında olan taraflar, hala uluslararası konferanslarda yer alabilmektedir, gerçi bu konferanslarda da, ‘kötüye giden durumlardan kaygı duyulması’ dışında somut bir ilerleme kaydedilememektedir. 
Libya’daki durum bir neden değil sonuçtur. Libya’daki tarafları kimlerin fonladığını araştırmak yerine, uluslararası kurumların, kuruluş amaçlarındaki kavramların çöküşüyle ilgilenmesi daha doğru bir tutum olacaktır. Mutedil devletler bir an önce harekete geçerek, ‘Arap Baharı’ kalıntılarıyla iş tutan ve sağlam bir tutum takınmakta başarısız olan uluslararası kurumlara baskı uygulamalıdır.
Sadece Libya’da değil birçok bölgede uluslararası kurumların sloganları ve gerçeklik birbirini tutmamaktadır. Libya’da hâlihazırda şeklen bir hükümet vardır, sahada silahlı milisleri desteklemekte, basında ise, ‘meşruiyet’ başlığı altında, ‘mazlum’ rolüne bürünmektedir.
Hükümet, Katar ve Türkiye gibi Libya krizinin daha da derinleşmesine neden olan ülkelerle ittifaklar geliştirmiştir. Bu ülkeler tüm dünyanın gözü önünde, Libya’ya silahlı milisler göndermekte ve buradaki hükümete her türlü desteği vermektedir. Batılı ülkeler Libya’ya müdahale etmiş daha sonra ‘cehenneme’ dönen ülkeden kaçmayı tercih etmiştir. Bu boşluk ise vekâlet savaşlarına neden olmuştur.
Mevcut kriz ortamında, parti içi çekişmeler de ‘maskelenmiş bir savaşın’ tezahürü olarak cereyan ediyor. Popülerliğin işe yaradığını görenler, pragmatist bir anlayışla dikta günlerini taklit ediyor. Öte yandan bazıları, fırsattan istifade ‘çarlık ve ‘sultanlık’ hayalleriyle bölgede egemenlik kurmaya çalışıyor. Ülkenin bağımsızlık ve egemenliğine yapılan bu müdahale, reddedilmesi gerek bir şey iken, olağan bir şeymiş gibi kabul görüyor.
Bölgede aktif olan güçler, bu durumu bir müzakere konusu haline getiriyor. Türk-Rus çekişmesi birçok Arap ülkesine sıçramış durumda, Arap ülkeleri ‘imparatorluk hayalleri’ görenler için serbest çatışma alanlarına döndürülmüştür. Libya hususunda, Türk-Rus müdahalesini anmakla yetinmek doğru olmayacaktır. Tüm bu kargaşanın başlıca müsebbipleri uluslararası güçler ve NATO müdahalesidir.
Türkiye Arap Baharı başladığından bu yana, büyük petrol kontratlarına imza atmıştı. Jeopolitik olarak da Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim olduğu bölgelere geri dönüşü hedefliyordu. Siyasal İslamcı hareketleri de destekleyerek Arap rejimlerini tasfiye etmeyi planlıyordu.
Siyasal İslam’ın bir diğer temsilcisi Katar, sahadaki başarısızlık dolayısıyla, medya alanına girmeyi tercih etmişti. Düşmanca propagandalara yer verdiği medya kanallarında, Siyasal İslam’ın yönetime geçme girişiminde başarısız olduğu devletlerin güvenliğini hedef alıyordu. Katar aynı zamanda bir devlet olmaktan çıkarak egemenliğini başkalarına peşkeş çekmiş, kendini Pers ve Osmanlı imparatorluklarının istencine bırakmıştı.
Uydu kanallarından El-Cezire’de, Libya’nın egemenliğinin delindiğini söylemekle birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki rolüne hiç değinmemekteler. Erdoğan, Arap Baharı dalgalarının üstüne binerek iktidara atlayan hükümetle, adeta savaş ganimeti olarak, ‘deniz sınırı’ anlaşması yapmıştı.
Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin doğu bölgelerinde hiçbir etkisi yoktur, Trablus’ta yönetimde olmalarının başlıca müsebbibi de, Siyasal İslam ve Müslüman Kardeşler'i, ılımlı bir alternatif olarak değerlendiren ABD Başkanı Barack Obama’dır. Hükümet, Türkiye ile böylesi bir anlaşma yaparken, Avrupa Birliği’nden, Yunanistan ve Kıbrıs’ın haklarını savunmak adına, kınama dışında fiili bir itiraz gelmeyeceğinin farkındaydı.