Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Bush, Obama, Trump ve son olarak Biden

ABD’de 20’inci yüzyıl üç etkili sahneyle sona erdi. Birincisi, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Berlin Duvarı'nın yıkılıp Almanya’nın birleşmesi sürecinin başlaması, NATO ve Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemeye başlaması, tüm dünyanın “küreselleşme” örtüsü altına girmek istemesinden sonra ABD’nin dünyanın tek süper gücü haline gelmesi. İkincisi, ABD’nin Irak ve Bosna'da askeri zaferler kazanması, benzeri görülmemiş bir ekonomik zenginlik elde etmesi, Üçüncü Sanayi Devrimi'nin öncüsü ve onunla birlikte kendisini dünyanın lideri yapan teknolojik üstünlüğe sahip olmayı başarması.
Tüm bu lüks ve zenginlikle beraber, başkan Bill Clinton'ı neredeyse yerinden edecek Monica Lewinsky skandalı da yaşandı. Clinton’ın popülaritesi değişmeden kalsa da, seçimlerde Demokrat Parti’nin adayı olan başkan yardımcısı Al Gore, başkanlığı kazanmakta başarısız oldu. Yasal ve anayasal bir krizin ardından Cumhuriyetçi aday George Bush kazanarak yanında neo-muhafazakarlardan oluşan bir ekiple Beyaz Saray’a yerleşti. Neo-muhafazakarlara göre 21’inci yüzyıl saf bir ABD yüzyılı olmalıydı.
Yeni yüzyılın ilk 10 yılı, üç yönetim döneminde (Bush, Obama ve Donald Trump) birbirini takip eden bir dizi tarihi olayla ABD için bir meydan okuma oldu Seçilen son başkan Joe Biden ise 20 Ocak’ta göreve başlayacak. Üç başkanın dönemleri tarihin en kısa süreli imparatorluğunun hikayesiydi. İhtişamı sadece 10 yıl sürdü. Ondan sonra 20 yıllık bir gerilemeye tanık oldu. Şimdi de yeni bir yönetimin eşiğinde bulunuyor ve dünya bu dönem boyunca şunu tartışacak; süper güç büyüklüğünü koruyacak mı yoksa gerilemekten kurtulması artık mümkün değil mi?
İmparatorluğun sahip olduğu düşünce ve kapasiteden daha fazla genişlediği kesin. Tüm dünya küreselleşme örtüsü altında ve “Tarihin Sonu” teorileri maliyetli olmaya başladı. Adet olduğu üzere, ABD’nin diğer ülkeleri yönlendirmesi, onlara liderlik etmesi ve sevk etmesi gerektiği algısıyla bütün kıtalarda var olmasına ve tüm dünya ülkelerine yardım etmesine yol açan yayılma pahalıya mal oldu. Tarihsel gerçeklik, bu durumda (yani tek süper gücün dünya ülkelerini yönlendirmek istemesi) stratejik olarak gizli başka güçlerin filizlenmeye başlayacağını, bunların daha sonra süper güce meydan okuyacağını, onunla rekabet edeceğini ve belki de zayıflatabileceğini söylüyor.
11 Eylül 2001’de ABD, kendisine karşı en önemli meydan okumalardan biriyle yüzleşti. 19 terörist, 200 bin dolardan az maliyetle yaptığı bir saldırı ile ABD'yi haftalarca felç etmekte başarılı oldu. ABD’nin tepkisi, geçmişteki tüm imparatorluklar gibi oldu. Şiddet içerdi ve ne kararlarında bilgeliği ne de icraatlarında ölçülülüğü yansıtmadı. ABD küresel terörist ağlarla ilgili bilgilerin ve çalışmaların tamamlanmasını beklemediği gibi, terörizmle mücadele kararına dünyanın diğer ülkelerini ortak etmedi. Bunun yerine onlara demokrasi ve liberalizm götürme deneyimi kapsamında iki ülkeyi, Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Bu iki deneyim, ölü ve yaralı sayısı ile 7 trilyon dolara ulaşan maliyetinin yanı sıra, rejimleri güç kullanarak ve ülkelerin iç işlerine karışarak değiştirmenin, 1646'daki Vestfalya Antlaşması'ndan bu yana izlenen önemli ve bilge bir Batı ilkesinin ciddi ihlalinden başka bir şey olmadığının kanıtıydı.  
Irak ve Afganistan'daki savaşların maliyeti, Barack Obama'ya ABD’ye liderlik etme yolunu açtı. Obama’nın seçilmesinin nedeni yalnızca savaşa karşı olması değildi. Aynı zamanda devletin yenilenme, tutuculuğunun ve kimi zaman da ırkçılığının üstesinden gelme yeteneğine de delalet ediyordu. Obama'nın hatıraları, ABD içinin kendisini isteksizce kabul ettiğine, siyahi bir başkanın yönetimi altında pek çok ırkçılığa gebe haline geldiğine tanıklık ediyor. Obama’ya göre ırkçılık, ABD’yi finansal ve ekonomik krizden çıkarmaya yönelik tüm kararlarına karşı çıkılmasının nedeniydi. Obama’nın görev süresinin sona ermesiyle yaşanan doğum sancısı, Donald Trump başkanlığını doğurdu. Onun seçilmesi daha önce Obama’nın seçilmesini sağlayan nedenlere karşı bir tepkiydi.
Trump’ın seçimleri kazanmasının, soylu ABD kurumunun kızı ve son imparatorluk kurucusu Bill Clinton’un eşi Hillary Clinton’a karşı aldığı zaferden daha büyük bir anlamı var. Trump, Obama’nın gerçekten de ABD’de doğduğunu, Harvard veya Kolombiya Üniversiteleri’nde okuduğu ya da mezun olduğunu sorgulayan ve bundan şüphe duyan Çay Partisi ile Doğum veya Birther Hareketi’ne liderlik etmişti. Her halükarda Trump, kendi toplumu içinde kampanyalar yürüten, küreselleşme ve AB’deki küresel entegrasyona karşı çıkan biriydi. Çin’in küresel genişlemesini pek umursamıyordu, ABD’nin Atlantik ve Pasifik Okyanuslarının arkasında kendisiyle yetinmesini istiyordu.
Joe Biden Beyaz Saray'a geldiğinde, ABD imparatorluğunu küresel olarak çok gerilemiş bir halde bulacak. Bu geri çekilme yöneliminin kökleri, oğul Bush yönetiminin ikinci dönemine kadar uzanıyor. Amerikan ideolojisini yeni bir dünya dinine dönüştüren Obama da kendisini destekledi. Trump ise bariz bir ırkçı iz ile bu konuda en gerçekçi ve açık sözlü başkan oldu. Bu 3 yönetim sırasında, ABD devleti iki ana parti, eyaletler, ilericilerle muhafazakarlar, beyaz, siyah ve kahverengi ırklar ve dinler arasında bölündü. Bu kez, sadece ABD yönetimlerinin idaresini değil, aynı zamanda imparatorluğu da kurtarması gereken kişinin; 2008’den bu yana Cumhuriyetçi Parti’ye karşı Demokrat Parti’nin adayı olmak için girdiği tüm aday adaylığı seçimlerinde kaybeden, ABD geleneksel sisteminin ölümsüz oğlu, 78 yaşındaki Biden’ın olması tesadüf değil. Bu nedenle, belirttiği gibi ilk hedefi, ABD’yi içeriden kurtarmak. Bunun için de koronavirüsü yenmenin yanı sıra, Twitter, sosyal medya araçları ve genel olarak medyaya değil de Amerikan kurumları arasındaki diyaloga güvenerek Amerikan ulusunu yeniden birleştirmeyi amaçlıyor.
Biden, geleneksel Amerikan düzenini eski kökenlerine, seslerin yüksek çıkmadığı, anlaşmaların kapalı kapılar ardında gerçekleştiği, genel olarak politikanın karşılıklı çıkarlar yörüngesinde döndüğü zamana geri döndürmek istiyor. Bu noktada, ilerici ve aşırı liberal kanatları kapsamak için bazı gerekli sloganları benimsemekte bir beis görmüyor. Kamala Harris’in başkan yardımcısı seçilmesinin nedeni de bu; ABD içinde ve dışında birçoklarını rahatlatacak ve memnun edecek idealler bayrağını dalgalandırmak. Ancak, egemenlik ABD politikasının geleneksel kökenlerinin olmalı.
Dış politikaya gelince, Biden gerçekten de iç politikasını dışarıya doğru genişleten bir politika geliştiriyor. Batı'nın birliğinin bir kez daha Atlantik ittifakı ve ABD ile savunma anlaşması imzalamış ülkeler (Japonya ve Avustralya) ile somutlaşmasını istiyor. Brexit’in Avrupa Birliği'ni zayıflatmış olduğu doğru, ancak bu kayıp, İngiltere ile ABD arasında okyanus ötesi bir serbest ticaret anlaşmasıyla düzeltilebilir. Bunları başarmak en az 4 yıl yani bir başkanlık döneminin tamamını alabilir. Biden bundan sonra ömrü kalır ve yeniden başkan seçilirse, büyük güçler arasında çatışma ya da çekişmeye değil, "rekabet" ve her halükarda birçok güvenlik, ekonomik ve küresel çıkar etrafında dönen bir dünyaya yönelecek.
Ortadoğu’ya gelince, Biden Ortadoğu’nun kendisinden uzak kalması için gizliden ve açıktan Allah’a dua edecektir. Ortadoğu için yapabilecekleri, her şeyi olduğu gibi bırakmak, gerçekleştiğinde krizleri yönetmek, iyi gelişmeleri desteklemek olacaktır. Dolaysıyla Ortadoğu halklarına Allah’tan başka sadece kendileri yardım edebilir.