Shui Qing Guo Bassam
Pekin Üniversitesi'nde öğretim görevlisi, eski diplomat
TT

Çin ve ABD’nin asıl düşmanı, aralarına giren üçüncü taraftır

Elektrikli otomobil üreticisi Tesla’nın CEO’su ABD’li işadamı Elon Musk, geçtiğimiz günlerde dünyanın en zengin iş insanı oldu. Musk geçen Aralık ayında bir dijital yayıncılık şirketi olan Axel Springer'in genel direktörü ile yaptığı röportajda Çin'i şu sözlerle övmüştü: “Çin hükümet yetkilileriyle görüştüğümde, her zaman kaygılarının şu sorular olduklarını görüyorum: İnsanlar bu şeyle mutlu olacak mı? Bu gerçekten insanlara fayda sağlayacak mı? Çin hükümeti ile yaşadığım deneyim, halkın refahına son derece duyarlı olduğunu kanıtlıyor. Aslında, insanların mutluluğunu belki de ABD'den daha çok önemsiyor.”
Çin hakkındaki izlenimlerini ifade ederken Elon Musk, dürüst olabileceği gibi Çin'in işleri için önemini bildiğinden kompliman yapıyor da olabilir. Ama beni en çok ilgilendiren Elon Musk fenomeninin iki sembolik çağrışımı. Birincisi; Musk’ın servetindeki hızlı artış, esas olarak Çin ile yakın ilişkilerinden kaynaklanıyor, çünkü Çin pazarı 2020'de Tesla otomobil satışlarının üçte birini oluşturuyordu, 2021'de bu oranın yüzde 40'a ulaşması bekleniyor. Yerel yönetimden sembolik bir fiyata (piyasa fiyatının onda biri) satın alınan bir arsa üzerinde Ocak 2019'da inşaatına başlanan ve bir rekora imza atarak aynı yıl üretime geçen Şanghay'daki Tesla Fabrikası'na gelince, Tesla otomobillerinin dünyadaki en önemli üreticisi olma yolunda ilerliyor ve 2021'de 550 bin otomobil üretmesi bekleniyor. Bilindiği gibi 2020 yılında Tesla’nın tüm fabrikalarında üretilen araçların toplam sayısı 500 bindi. İkincisi, Tesla’nın sahibinin Çin'de kaydettiği bu parlak başarı, Çin-ABD iş birliğinin neyi başarabileceğini kanıtlıyor; karşılıklı fayda ve kazan-kazan. Bu Amerikan şirketi Çin'de büyük bir servet elde ederken, Çin de ödenen vergiden ve elektrikli otomobillerin yerli üretim zincirini modernize etme fırsatından yararlandı. Çinli tedarikçiler, Tesla dışındaki elektrikli otomobil şirketleri için çalışan dünya çapındaki 130 tedarikçinin yaklaşık yarısını oluşturuyor. Daha da önemlisi, Tesla’nın Çin pazarına giriş yapması, Çinli elektrikli otomobil üreticilerini gelecekte Tesla ile rekabet edebilmek için üretim ve hizmetlerinin kalitesini iyileştirmeye zorlamak adına altın bir fırsat anlamına geliyor. Kısacası Çin hükümeti, iPhone’nun Çin'de üretime başlamasından sonra Çin akıllı telefon sektöründeki başarılı gelişme deneyimini tekrarlamak istiyor.
Elon Musk'ın başarısının, önceki ABD yönetiminin Çin'i izole etme ve ekonomisini ABD ekonomisinden ayırma çabalarıyla aynı zamana denk geldiğini de belirtmek gerekir. Bu nedenle, gözlemciler burada akıllardaki kapitalizm ve sosyalizm kavramlarını tersine çeviren garip bir paradoks görüyorlar. Bir yanda tarihsel olarak canlılık, esneklik ve açıklıkla tanınan ama başarılı Çin şirketlerini ve ürünlerini (başta Huawei, TikTok ve WeChat olmak üzere) zayıflatmak veya ortadan kaldırmak amacıyla olmadık argümanlar üretip engeller yaratarak kendi pazarından çıkarmaya çalışan kapitalist bir devlet var. Diğer yanda da bazılarının katı ve içine kapanık olarak hayal ettikleri ama Amerikan ve uluslararası şirketleri kucaklamak için kollarını sonuna kadar açmış, hatta yabancı yatırımcının başarısının Çin’in başarısı olduğu inancına dayanarak, bu şirketlerin topraklarında başarıya ulaşmaları için tüm imkanları ve finansal teşvikleri otomatik olarak sağlayan sosyalist bir devlet. Bu yüzden, Sayın Trump, Beyaz Saray'dan ayrılmadan önceki son konuşmasında her zamanki gibi Çin’e karşı dünyayı hiçbir zaman olmadığı kadar birleştirebildiğini söyleyerek övünürken, bu övünmesi, sağlam gerçekler ve rakamlar duvarına tosladı.
Geçen Kasım ayında Çin, RCEP Anlaşması olarak bilinen ve Asya-Pasifik bölgesinden 15 ülkeyi içeren dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşmasını imzalamayı başardı. Ayrıca, geçtiğimiz Aralık ayının sonunda, AB (Avrupa Birliği) ile kapsamlı karşılıklı yatırım konusunda bir ön anlaşma imzaladı. ABD-Çin İş Konseyi tarafından yapılan yakın tarihli bir araştırmaya göre, Çin'de faaliyet gösteren Amerikan şirketlerinin yüzde 90'ından fazlası burada kalmak istiyor ve dünyanın en büyük iki ekonomisini birbirinden ayırma söylemine karşı çıkıyor. Trump yönetiminin Çin'e karşı başlattığı ticaret savaşına gelince, 2020 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacminin bir önceki yıla göre yüzde 8,3 artmasıyla sona erdi!
Önceki ABD yönetiminin Çin'in ilerlemesini engellemekteki başarısızlığının belki de en belirgin kanıtı şu gerçektir: 4 yıl önce Trump ABD başkanlığını devraldığında Çin ekonomisinin büyüklüğü Amerikan ekonomisinin yüzde 60'ına eşitti. Birkaç gün önce Beyaz Saray'dan ayrıldığında ise yüzde 70'e yükselmişti. Bu sayısal farkı, son yıllarda iki ülkeyi ziyaret edenlerin gözlemleri de doğrulamaktadır. Çin'i ziyaret edenler, ülke geneline yayılan ve 2020 sonunda toplam 39 bin km uzunluğa ulaşan hızlı tren ağlarından, 5G teknolojisi ile yapay zekaya dayanan havaalanları, limanlar, yerleşim yerleri vb. yeni altyapılara kadar tüm alanlarda hızlı bir gelişime tanık oluyorlar. ABD’de ise göreceli bir durgunluk hissediyorlar. Örneğin ABD’de henüz tek bir hızlı tren hattı yok ve şehirlerinin görünüşü onlarca yıl önce olduğu gibi. İnsanlar, biri 250 yaşından büyük olmayan ama yaşlanma belirtileri gösteren genç bir ülke, diğeri medeniyet tarihi 5 bin yıl öncesine uzanan ama bedeni gençleşmiş gibi sürekli ilerleyen bir ülke karşısında oldukları izlenimine kapılıyorlar.   
Peki ama ABD'nin son 20 yıldaki bu göreli gerilemesinin nedenleri nedir? Bunun nedeni, Trump'ın defalarca iddia ettiği gibi "Amerikan işçilerinin iş fırsatlarını çalan ve şirketlerinin teknolojisini çalmak için casusluk yapan" Çin mi? Bence Trump'ın kendisi de bu iddialara inanmıyordu. Çünkü, maddi, manevi ve insani açıdan ağır kayıplara neden olan Irak ve Afganistan savaşları dahil ülkesinin dünya çapında kısır ve maliyetli savaşlara giriştiğini kimsenin ona hatırlatmasına ihtiyacı yok. Buna ek olarak; ABD, alevlerini körüklediği Arap Baharı’nın kalıntıları üzerinde büyüyen bir zehirli mantar olan DEAŞ ile mücadele gerekçesiyle Suriye savaşına da dolaylı olarak müdahil oldu. Bütün bunlar olurken Çin, geçtiğimiz 40 yıl boyunca hiçbir yabancı ülkeye karşı tek bir kurşun bile atmadı.
2020’de ve özellikle de bu yılın son haftalarında ABD’de yaşanan trajik olaylara gelince, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu derin krizleri ortaya çıkardı; şiddetli siyasi bölünme, kitlesel sosyal ve sınıfsal eşitsizlik, ırk ayrımcılığı, ekonomik durgunluk, iklim değişikliğinin riskleri, korona pandemisi ile başa çıkmaktaki feci başarısızlık ve son olarak da ABD’li analistlerden ilk kez duyduğumuz Amerikan iç terörü. Bunların hepsi gerçek zorluklardır ve Çin'i suçlayarak veya onu düşman ilan ederek kendisiyle mücadele edilemez.
New York Times gazetesi 8 Eylül 2011'de, o zamanki ABD başkan yardımcısı Sayın Joe Biden'ın “Çin'in yükselişi bizim sonumuz değil” başlıklı makalesini yayınlamıştı. Biden şöyle diyordu: “Ticaret ve yatırımla birbirimize bağlandığımızda, birbirimizin başarısında payımız olur. Küresel güvenlik ve küresel ekonomik büyüme dahil birçok konuda ortak sorunlarımız ve sorumluluklarımız var. Birlikte çalışmak için teşvik edici nedenlerimiz var.” O tarihten bu yana 10 yıl geçmiş olmasına ve bu süre içinde dünya, iki ülke ve aralarındaki ilişkilerde köklü değişiklikler yaşamasına rağmen, bu kelimelerin anlamı hala büyük ölçüde doğru. Çin'in yükselişi ABD'nin sonu anlamına gelmediği gibi ABD’nin güvenliğine yönelik varoluşsal bir tehdit de oluşturmuyor. İki ülke arasındaki ihtilafların tümü Çin’in iç işleri veya komşuları ve çevresi ile ilişkileri etrafında dönüyor. ABD’nin Çin'e yaptıkları ve yapmaya devam ettiklerinin aksine Çin, ABD’yi çevreleyen denizlere tek bir savaş gemisi göndermedi, komşularını kendisine karşı kışkırtmadı, herhangi bir iç krizini körükleyerek iç işlerine müdahale etmedi, ideolojisini veya kalkınma modelini diğer ülkelere ihraç etmek için çabalamadı.
Kısacası, Çin'in birincil kaygısı kendisini geliştirmektir ve ABD’nin yerini alarak dünyanın lideri olmak gibi ne bir arzusu ne de kapasitesi vardır. Son yıllarda çeşitli çevrelerde, Çin’in ekonomik büyüklük açısından birkaç yıl içinde ABD’nin önüne geçeceğinin çokça konuşulduğu doğru, fakat bu gerçek olsa bile, ABD'nin askeri, bilimsel ve teknolojik güç, üniversite eğitimi ve diğer alanlarda uzun süre dünyanın en güçlü ülkesi olarak kalacağı gerçeğini değiştirmiyor. Bu gerçeklerin Başkan Joe Biden ve kıdemli yardımcılarının gözünden kaçtığını sanmıyorum. Dolayısıyla iki ülke arasında çatışma ve çekişmeden uzak, sağlıklı ve istikrarlı ilişkiler kurmanın kendi çıkarlarına hizmet etmekle kalmayıp aynı zamanda tüm dünya halklarının çıkarları ve özlemlerine de uygun olduğunu iyi bildiklerine inanıyorum. Zira iki büyük nükleer güç arasındaki çatışma, tüm insanlık için gerçek bir felaket demektir.
Öte yandan Çin, 40 yıllık reform ve açılım politikasının ardından modern tarihinde gücünün doruğuna ulaştı. Bununla birlikte, bugün Çin de en az ABD kadar sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Bu sorunların en önemlileri dahilidir ve genellikle başarıdan doğan; gurur ve kibre kapılmak, yolsuzluk ve savurganlık, fanatizm ve radikalizm, farklı olanı dışlamak, içe kapanmak ve muhafazakarlık kabuğuna çekilmek, özeleştiri yapamamak, sırf Amerikalı veya Batılı oldukları için diğerlerinden bir şey öğrenmeyi veya onları kabullenmeyi reddetmek gibi sorunlardır. Çin eğer bu olumsuzluklardan kaçınmaz veya kurtulmak için çabalamazsa, İbn Haldun'un yaklaşık 600 yıl önce büyük Mukaddimesi’nde sözünü ettiği kısır döngüye yeniden düşecektir. 
Gelgelelim bu olumsuzluklar ABD'nin de kaçınması ya da kurtulması gereken olumsuzluklar değil mi?