Emir Tahiri
İranlı gazeteci-yazar
TT

Bir muhabirin ümitsizlik ve tahmin arasındaki ikilemi!

“Duygularınızı karıştırmayın!”
1970’li yıllarda uzak ülkelerde yaşananları haber yapmak için gönderilen genç bir muhabirken, öğrendiğim ilk ders bu oldu. Bu türden ifadeler, savaş, devrim, etnik temizlik ve kıtlığa karşı  duyguları da yansıtır. Bunun en az zararlı olan versiyonu, askeri darbelerin, güneş gözlüğü takan askeri postalların iktidara gelmesine sebep olmasıydı. Bu türdeki ilk ‘olaylardan’ biri de o zamanlar birleşik bir ülke olan Pakistan'daki genel seçimlerdi.
Dakka’ya akşamın erken saatlerinde vardım. Ardından başkentin çevresindeki bir otele geçtim. O zaman burası Doğu Pakistan olarak biliniyordu. Kısa bir duştan sonra lobiye indim ve beni şehre götürmesi için bir taksi çağırdım. Gazetecilik araştırmam bir kargaşaya neden oldu. Bana, gün batımından sonra şehre inmenin iyi olmayacağı, en iyi seçeneğin sabaha kadar beklemek olduğu söylendi. Ancak otel taksileri akşam namazından sonra çalışmıyordu. Otel çalışanıyla olan konuşmam, ince ve uzun boylu bir adamın araya girmesiyle yarıda kesildi. Beni üç tekerlekli küçük bir ‘rikşa’ (çekçek) ile götürmeyi teklif etti. Bu benim için oldukça iyi bir teklifti. Ardından yola çıktık ve şehrin dış mahallelerine yaklaştığımızda, bambaşka bir dünyaya gelmiş gibi hissettim.
Çoğu yarı çıplak ve neredeyse hiçbirinin ayağında ayakkabı olmayan sayısız insanın bulunduğu bir kaos sahnesiyle karşı karşıya kaldım. Aç oldukları her hallerinden belliydi. Gelip geçen çekçekler ve üç tekerlekli bisikletlerin (rikşa) arasında dolaşıyorlardı. Ellerinde ağır çuvallar vardı. Bu kalabalığının içinde dilenciler, koşuşturan çocuklar, anlamsızca dolananlar, çeşitli askeri veya polis ceketleri giyen adamlar vardı. Birkaç saat bu sahneyi düşünmek fiziksel bir rahatsızlık hissetmem için yeterliydi ve kaldığım lüks otele hemen dönmem gerekiyordu. Şimdi bu, acımasız gerçeği gizleyen büyük bir yalana dönüşmüş gibi görünüyor. İnsanlığın geleceğine dair gençliğin vermiş olduğu iyimserliğimin yok olduğunu hissettim. Çünkü halen yoksulluğun en aşağı derecelerinin teknoloji veya ideoloji ile yenilebileceğine inanıyordum. Dakka şehrinin kalbine girdiğim ilk anda bu düşüncem ve iyimserliğim kayboldu.
Ardından aşırı korkuyla karışık öfkeli bir ruh hali içinde ilk uçakla ülkeden ayrılmayı düşündüm. Ancak iki gün sonra Şeyh Mucibur Rahman ile bir randevumun olduğunu hatırladım. Kendisi, Doğu Pakistanlı liderler tarafından “tehlikeli ve isyankâr” olarak nitelendirildi. Şeyh Mucib, 1951 model bir ‘Studebaker’ -herkes böyle isimlendirmeyi severdi- gönderdi ve bilinen standartlara göre oldukça mütevazı villasına doğru yola çıktık. Güzel çiçekler ve bitkilerle dolu güzel bir bahçenin ortasında, sakinlik ve huzur dolu bir hava vardı. Benim gibi yeni gelen misafirler için getirilen adını bilmediğim lezzetti tatlılar ve sınırsız çayın ardından Şeyh Mucib'in sorun yaratma nitelemesinden uzak olduğu sonucuna vardım.
Şeyh, ülkenin kaderini kontrol hususundaki halkın arzusu -ki Pakistan'ın bölünmesi anlamına geliyordu- hakkında uzun uzun konuşan rüya gibi bir figürdü.
Pakistan’ın güçlü askeri teşkilatını ülkeden kim çıkarabilir? Hindistan, Çin, ABD, Sovyetler Birliği ve İran da dahil olmak üzere ilgili güçler, böylesine devasa bir jeopolitik depreme tahammül eder ve bunu hafife alırlar mıydı?
Şeyh bana yanıt olarak ülkenin havasını teneffüs etmem için seçim gezilerinde kendisine eşlik etmek isteyip istemediğimi sordu. Dakka, Chittagong ve Kukes’te seçim mitinglerini izlemek kafamı karıştırdı; Şeyh Mucib’in seçmenlere yaydığı pozitif enerji gerçekten şaşırtıcıydı. İnsanların ‘zayıf bedenleri’ birdenbire büyük ateş toplarına dönüşüyordu. Yine de içimde, tüm bunların korkunç bir trajediye dönüşebileceğine dair tuhaf bir his vardı.
Şeyh Mucib seçimlerde ezici çoğunluğu elde etti. Fakat birleşik Pakistan için hükümet kurma hakkından mahrum bırakıldı. Ardından Pakistan liderliği acımasız bir kampanya başlatma kararı aldı. Karar, Doğu Pakistan'da sıkıyönetim ilanıyla birlikte Şeyh Mucib'in tutuklanmasını da kapsıyordu.
Ardından General Tikka Khan'ın önderliğindeki baskı kampanyasını haber yapmakla görevlendirildim. Pakistan ordusunun en yüksek rütbeli subayları arasında yer alıyor ve acımasız biri olarak biliniyordu. General ile bir kez yemek ve bir kez de çay içmek üzere iki kez bir araya geldim. Yemek yediğimiz sıra yemeğine musallat olan sinekleri yakalamakla meşgul olan generalin uzun konuşmalarını dinledim. İnsanların kendisine yakıştırdığı gibi vahşi bir gulyabani olduğunu düşünmedim. Uzun görünmek için yüksek topuklu ayakkabılar giymeyi tercih ediyordu. Ayrıca daha genç görünmek için bakım yaptığı saçlarını siyaha boyatıyordu.
General Tikka'nın astlarında, gerçek veya muhtemel isyancılara karşı toplu bir katliam korkusu yoktu. Dakka caddelerine dağılmış olan ceset yığınlarını kendi gözlerimle gördüm. Bengalli isyancılar, benzer şekilde Pakistanlılara ve Bihari sempatizanlarına karşı cinayetler işleyerek karşılık verdiler.
Sonra Şeyh Mucib’in yağmalanan ve kısmen ateşe verilen terk edilmiş villasını ziyaret ettim. Hırsızların yağması sonrasında arta kalan enkazı topladım. Arasında aile fotoğraf albümleri ve Şeyh Mucib’in kızı Hasina’nın bazı okul belgeleri de vardı. Bu eşyaları yıllar sonra Bangladeş'in Tahran Büyükelçisi Sayın Şems ed-Duha aracılığıyla iade ettim.
Hindistan hızla ilerleyerek askeri müdahalede bulundu. Pakistanlılar mağlup oldu. Bangladeş bağımsızlığını kazandı. Pakistan’ın yeni lideri Zülfikar Ali, Doğu Pakistan’da hapiste olan Şeyh Mucib’i serbest bıraktı. Şeyh Mucib’in hikâyesi, bağımsızlık savaşında neredeyse hiç rol oynamayan Bengalli subayların kendisine karşı askeri bir darbe yapmasıyla trajik bir şekilde sona erdi. Şeyh Mucib'i (milletin babası) öldürdüler. Askerlerin ülkenin paravan lideri olarak isimlendirdikleri bir din adamı olan Khondegar Müştak Ahmed’e bir mektup gönderdim. Bana gönderdiği yanıtta, failleri adalete teslim etme söz verdi fakat bu gerçekleşmedi. Kısa bir süre sonra da Khondegar’ın yerini, kendisini trajik bir son bekleyen General Ziya el-Hak aldı.
Peki, tüm bunları size neden anlatıyorum?
Bunun nedeni, bu hafta Bangladeş'in bağımsızlığının altın (50’inci) yıl dönümüne denk gelmesidir. Ben de bunu kutlamak amacıyla bu fırsatı kullandım. Bangladeş deneyimi, teknoloji ve demokrasinin yanı sıra insani işlerimizde önemli rol oynayan üçüncü bir unsurun daha bulunduğu göstermiştir: Halkın gücü.
Bangladeş hiçbir zaman bir cennet olmadı ve olmayabilir de. Gelişmekte olan ülke gibi yolsuzluk, kötü yönetim ve adaletsizliğe saplanmış durumda. Fakat halkını doyuruyor. 2005 yılından bu yana kaydettiği yüzde 6’lık bir büyüme ile bugün komşu Pakistan’dan yüzde 40 daha büyük bir ekonomiye sahip. Bangladeş, bilinen küresel ortalamanın altında olmasına rağmen refahın yedi göstergesinin bulunduğu yirmi ‘gelişmekte olan ülkeden’ biridir.
Bu, her şeyin bir gül bahçesi gibi olduğu anlamına mı geliyor? Bu konuda tahmin yürütmemem iyi olur. Çünkü bundan elli yıl önce umutsuzluğa kapılmış ve yanılmıştım. Şimdi tekrar yanılacağımdan korkuyorum.
Yazımı, yarım asır önce Asya Kıtası’nı sarsan o acı çığlıkla bitirmek istiyorum: Jai Bangla!