Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Şehre diz çöktüren general

Hatıraları sevmem. Onlar geçmişin evidir. Onlara dayanmaktan nefret ederim ama zaman zaman bir tabak diken gibi beni ziyaret ederler. Sıcak bir yazdı. Aynı zamanda katildi. Ariel Şaron’un kuvvetleri şehri kuşatmış ve tanklarının paletleriyle arterlerini tıkamıştı. Şehri cezalandırmaya gelmişlerdi çünkü Yaser Arafat, çalınan toprağı geri alma hakkını duyurmak için burayı bir platforma çevirmişti. Eşit olmayan bir savaştı. Şehir enkaz yayabilen gelişmiş bir savaş makinesi tarafından kuşatılmıştı. Yıkım sanatında usta bir makine tarafından.
O zamanlar, bunların en zor günler olduğunu sanmıştık. Uçaklar öldürme becerilerini ve silahlarının kalitesini doğrulayarak binalara saldırmaya başladılar. Kuşatılmış şehirde öfkenin kokusu yükseldi. O, İsrail ordusunun karadan, denizden ve havadan kuşattığı ilk Arap başkentiydi. Şehir bir tür utanç hissediyordu çünkü dünya bu boyutta bir cinayeti engelleyememişti. Bombardıman cehennemi altında şehir, kayıplarının verdiği acıya rağmen başı dik olarak şehitlerinin yasını tutuyordu.
Amaç açıktı. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) savaşçılarına Arap-İsrail temas hattından uzakta  bir sürgünü dayatmak. Arafat'ın yükselttiği zafer işaretini Filistin topraklarından uzaklaşmaya zorlamak. Şehrin gösterdiği direnç ve direnişe rağmen, kendisini kucaklamanın Lübnan’ın takatini aşan davaya bir veda düzenlemeyi kabul etmekten başka seçeneği yoktu.
Şehir yenilgiyi tattı ama kendisini aşağılanmış ve boyun eğmiş hissetmedi. İsrail’in en azılı generali bile iradesini kıramamıştı. Onurunu elinden alamamıştı. Ayaklar altına alamamıştı. Lübnanlılar, cömertçe fedakarlıklarda bulunmaktan kaçınmadılar ve bu fedakarlıklar yıllar sonra, Lübnan'ı doğal suları olan Arap mensubiyetinden tecrit etmeyi başaramadan, işgalin Lübnan topraklarından çekilmeye zorlanmasıyla sonuçlandı.
Kuşatılmış Beyrut deneyimi ruhuma kazındı. Özellikle köklü ve kadim bir şehir kendini, yaşamları ve binaları yok etme, güven içindeki halkına korku ve dehşet ekmeğini dağıtma gücüne sahip düşman bir generalin kıskacında bulduğunda, haksız bir savaşı kötülüklerin en büyüğü olarak kabul ettim. Ama sonraki günler beni daha ölümcül bir generalin karşısına çıkardı.
Yıllar sonra mesleğim beni Sudan-Etiyopya sınırına götürmüştü. Orada bulunma amacım, Etiyopya topraklarına gizlice sızan Eritre kurtuluş hareketlerine eşlik etmekti. Ancak bu görev gezinin en önemli noktası değildi, zira kader bizi, açtığı yaranın iyileşmesi zor olan bir duruma düşürdü.
Sınır bölgesindeki mülteci kamplarını ziyaret etmeye karar vermiştik. Albay Mengistu Haile Mariam'ın hava kuvvetlerinin bombardımanlarından kaçarak kamplara sığınanları tehdit eden açlığı duymuştuk. Bombardımanlara o yıllarda zaten verimsiz olan mevsimleri öldüren ve insanları yardım talebiyle göç etmeye zorlayan kuraklık da eklenmişti. Kıtlığın kurbanlarıyla ilgili haberlerin kaçınılmaz olarak bir dereceye kadar abartı içerdiğini düşünenlerden biriydim.
Çadırların doğaçlama bir şekilde ve sanki sakinleri için acı bir ceza gibi dağıldığı kampta, bir kutu süt veya bir ekmek şeklindeki kurtarıcıyı bekleyerek ufka dikilmiş gözlerinden umutsuzluğun kokusunun taştığı “sakinleri” arasında dolaştık. Dağılmaktan korkuyormuş gibi ağır hareket eden zayıf bedenler. Alışılmadık bir sarılığın ele geçirdiği gözler. Derilerinin altından sayılan kemiklerinin derilerini delmekle tehdit ettiği çıplak oğlanlar. Birden kadınların çığlıkları yükseldi. Ağlamaları, kaderin pençelerine teslim olan birinin dehşetine benziyordu. Birisi normal bir tonda konuşarak bize yeni bir çocuğun açlıktan öldüğünü açıkladı. Buna inanmamak için derin bir istek duydum, zira o zamanlar ait olduğumuz bu dünyanın acımasızlığını ve katılığını henüz öğrenmemiş genç bir gazeteciydim.
Dakikalar ağır ağır geçti, sonra kampın bir tarafında, elinde bir paçavraya sarılı küçük bir şey taşıyan, üzgün ve ağır adımlarla yürüyen yaşlı bir adam gördük. Ne yaptığını sorduk ve bunun tekrar eden bir sahne olduğu cevabını aldık. Açlıktan ölen torununun cesedini taşıyan ve onu yakınlarda gömmeye giden bir dede. Yaşlı adamı kampın sınırına kadar takip ettim. Zayıflığın ele geçirdiği gençlerin küçük bir çukur kazdıklarını gördüm. Çok geçmeden dede çukura yaklaştı ve taşıdığı küçük bedeni yerleştirdi. Saçları akların istilasına uğramış yaşlı adamın gözlerine yaşlar hücum etti. Dedeye, yüzündeki ve kalbindeki kırışıklıklara baktım. Derin bir hüzün, saklı bir öfke ve tam bir teslimiyet. Yardımlar gecikmişti ve onlar geciktikçe ölüm kamp sakinlerinin bir kısmını kaçırıyordu ve çoğunlukla çocukları tercih ediyordu.
Lübnanlı “en-Nahar” gazetesinde kampın hikayesini ve sıcak kumlu bir çukura gömmek için kucağında torununu taşıyan bu dedenin fotoğrafını yayınladım. Haber yayınlandığında gazetenin okurları inanmakta zorlandılar. Aralarında bana yardımların ulaşmasını hızlandırmak için birilerinin kasten bu mizanseni düzenleyip düzenlemediğini soranlar dahi oldu.
O dönemlerde açlık kelimesi Lübnanlıların sözlüğünde yoktu. Yoksulluk vardı ama açlık o günlerde henüz kapıları çalıp evlere sızamamıştı. Onlarca yıllık ergenlik, maceralar ve devletin temellerinden geriye kalanlara yönelik manipülasyondan sonra, açlık geldi, çadırını kurdu, yerleşti  ve kontrolü ele geçirdi.
Yaklaşık 40 yıl önce, İsrailli savaş generali şehre diz çöktürmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. Ama bu günlerde başka bir general şehrin gururunu paramparça etti.
Şoför gün batımından sonra, Lübnanlıların çocuklarının açlığını bastıracak bir şey bulmak için nasıl gizlice çöp yığınlarına yöneldiğini görmem için beni bir gezintiye çıkarmayı teklif etti. Yüreğim burkuldu, zira bu Beyrut’tu. Hayallerin, pervasızlığın, şiirlerin, şarkıların, fikirlerin ve resimlerin şehri. Beyrut bir teras, soru ve neşe satıcısıydı.
Yoksulluk generali yanında açlık generalini de getirmişti. Maaşları yutan, ekmekleri çalan ve huzuru katleden generali. Gençliğinin batan gemiden atlayarak sürgün yerlerine ulaşmayı hayal ettiği ülkenin koşulları bana, Sudan-Etiyopya sınırında ziyaret ettiğim kampın koşullarını hatırlattı. Yoksulluk generali, mezhep, cemaat ve parti generallerinin uygulamalarının doğal bir evladı. Geçmiş, yaraları ve entrikalarının generallerinin evladı. Vatandaşların onuru ve geçim kaynakları ile kumar oynayan generallerin. Bu generaller şehitlerinin kemikleriyle de kumar oynadılar ve kaybettiler.   
Bozgunun ve yıkımın kokusu hiç bu kadar yayılmıştı. Acizlik ve boyun eğme, sizi havalimanında karşılayan ve size veda edenlere katılan ilk kişilerden olmamıştı. Bu makaleyi hiç yazmamayı dilerdim. Ancak, mafyaların bir ülkeyi yok etmeyi ve orada yaşayanları katletmeyi   nasıl başardıklarını bizzat gördüm. Keza yoksulluk generalinin Şaron’un tanklarının diz çöktüremediği şehre diz çöktürmeyi başardığını da.