İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Washington'un Afganistan'daki deneyiminden dersler ve öğütler

Dün birkaç saat içinde Herat ve Kandahar şehirleri Taliban'ın eline geçti. Afganistan'ın nüfus olarak en kalabalık ikinci ve üçüncü şehirleri olan bu iki şehrin düşüşü, başkent Kabil'in kaderinin farklı olmayacağına dair bir uyarı sinyali gönderdi.
Beklendiği gibi, bu yıldırım gelişmeye ilk tepki, Afganistan'da asker konuşlandıran ve orada vatandaşları olan büyük Batılı ülkelerin vatandaşlarını tahliye etme kararı oldu. Nitekim, bu bağlamda Washington, bu tahliyeyi güvence altına almak için asker göndermeyi de içeren acil planlarını duyurdu.
Teorik ve geçici olarak, Afganistan'da son haftalarda ve aylarda olup bitenleri zafer ve yenilgi hesaplarına göre yorumlamaya gerek yok. Dahası, Batı dış politikasının genellikle ilkelerden çok maliyetlere göre belirlendiğini hatırlarsak, ABD Başkanı Joe Biden ve selefi Donald Trump'ın, ayrıca ilgili Batılı hükümetlerin istilası kolay ama kontrolü imkansız olabilecek zor bir ülkeden çekilme kararında bir bilgelik görenimiz olabilir. İngilizlerin, ardından Sovyet Kızıl Ordusunun ve son olarak 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD ve Batılı müttefiklerinin Afganistan işgalleri, bu imkansızlığın son büyük deneyimleriydi.
Afganistan, Washington'un Soğuk Savaş'ın sonunda gevşemiş ve allak bullak olmuş Sovyetler Birliği'ne karşı kullandığı mükemmel bir şantaj kaynağıydı. Bu sayede yeni ve etkili bir silah olan siyasal İslam’ı kullandı. Bu stratejiye paralel olarak İran'daki kadim ve sadık müttefiki Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin ayağının altından halıyı çekti. Mollaların devrimi karşısında devrilmesine izin verdi ve Mollalar da onu asla hayal kırıklığına uğratmadı. Şah'ın başaramadığı şeyi, yani o sırada güçlü olan İran solunu vurmayı başardı.
 Elbette, 1989'da Sovyetlerin Kabil'den çekilmesinden, ardından "Mücahitlerin" 1992'de Kabil'de Moskova tarafından desteklenen sol yönetime karşı zafer kazanmasından bu yana pek çok sular aktı. Bu zafere rağmen, bölünmeler Mücahit fraksiyonlarının saflarını parçaladı ve bu yıkıcı parçalanma, 1994 yılında Pakistan'daki dini kurumlardan Taliban adını taşıyan güçlü ve katı bir Peştun öğrenci grubunun ortaya çıkışına kadar sürdü. Çok geçmeden, petrol dahil olmak üzere stratejik ve bölgesel çıkarlar, Taliban Hareketinin Afganistan'ı silah zoruyla “birleştirmesine” izin vermeyi gerektirdi. Böylece Pakistan destekli Taliban, uygulamaları nedeniyle Batılı ülkelerden gelen eleştirilere rağmen ülkenin meşru hükümetine dönüştü. Bu durum olduğu gibi kaldı, ta ki 11 Eylül saldırılarından sonra Washington'un Taliban’ı ABD'deki ölümcül saldırıları gerçekleştirmekle suçlanan el-Kaide örgütünün ortağı sayıp, Afganistan'ı işgal etme, istila etme ve Taliban’ın yerine daha ılımlı bir alternatifini iktidara yerleştirme kararı alana kadar.
NATO güçleriyle takviye edilen Amerikan işgali, Afganistan'ı yaklaşık 150 bin askerle 20 yıl boyunca elinde tuttu. ABD'li bir kaynak, 2001'den bu yana insani maliyetle ilgili şu tahminde bulundu; 47 binden fazla sivil, 72 medya çalışanı ve 444 yardım çalışanı. Bunlara ilaveten, 66 bin ila 69 bin Afgan askeri personeli, 2.442 Amerikan askeri personeli, 1.442 müttefik ülke askeri personeli ve yaklaşık 3.800 Amerikan özel güvenlik şirketleri çalışanı. Ayrıca, yaklaşık 2,7 milyon Afgan komşu ülkelere göç etti ve 4 milyonu da ülke içine dağıldı. ABD'nin finansal maliyetine gelince, kaynaklar bunun yaklaşık 2,26 trilyon dolar olduğunu bildiriyor. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) tarafından 2020 yılının sonlarında yayınlanan bir rapora göre, sahadaki maliyet yaklaşık 815,7 milyar doları buldu.
Kuşkusuz bunlar yüksek maliyetler, ancak Washington'un hazırlanması gerektiğini söylediği stratejik çatışmalara yönelik öncelikler ortamında, ABD'nin geri çekilmesinin siyasi bir maliyeti de yok mu?
Bilindiği gibi Washington’un, Ortadoğu'daki yüklerini azaltmayı haklı çıkarmak için kullandığı argüman, Doğu ve Güney Asya'da Çin’in, Akdeniz üzerinden Ortadoğu'dan Afrika'ya uzanan Rusya’nın yükselişi başta olmak üzere daha acil önceliklere odaklanmak. Yüklerini azaltma bağlamında Washington, Pekin ve Moskova ile başa çıkma önceliğine kendisini vermek için müzakere yoluyla İran tehdidinin kontrol altına alınmasının önemine dair bir propaganda yürüttü.  Buradan yola çıkarak Barack Obama, Tahran ile nükleer anlaşma imzaladı, ancak daha sonra, Donald Trump bu anlaşmadan çekildi, şimdi de Joe Biden müzakerelere geri döndü.
Prensipte bu mantıkta yanlış bir şey yok ama bu bağlamda göz ardı edilmemesi gereken faktörler var ki bunlardan en önemlileri:
- Afganistan, bazıları hala Moskova ile yakın ilişkileri olan eski Sovyet cumhuriyetlerine komşu bir ülke. Kabil'deki Taliban yönetiminin bu cumhuriyetlerin bazılarının liderlerine Moskova ile yakınlaşma için daha büyük bir gerekçe sağlayacağını söyleyenler var.
- Afganistan içindeki etnik/dilsel mozaik, sınırları aşıp eski Sovyet cumhuriyetleri olan Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’a uzanıyor. Dolayısıyla, eğer Taliban’ın hızla yayılması, azınlık hassasiyetlerinin kaşınmasına -veya Tacikler, Özbekler ve Türkmen azınlıklar arasında iç savaşa- yol açarsa, gerilim Afganistan'ın kendisiyle sınırlı kalmayabilir.
- Afganistan, ülkenin en kuzeydoğusundaki Vahan bölgesi aracılığıyla Çin ile komşu. Taliban, Herat ve Kandahar’ı ele geçirmeyi başarmadan önce bu sınır bölgesinin kontrolünü ele geçirmişti.
- Çin'in "Bir Kuşak ve Bir Yol" projesi kapsamında Batı ve Güney Asya'da iddialı projeleri var. Pekin, son olarak İran ile yeni bir anlaşma imzaladığı gibi, Pakistan'ın Umman Denizi kıyısındaki Gwadar Limanı’nın da yönetimini devraldı. Afganistan, bu ticari faaliyetlerin bir parçası.
- Afganistan'ın batıdaki komşusu İran, Sistan (Sicistan) ve Belucistan sınır eyaletlerindeki (Sünni) Beluç Aktivistleri Örgütüne karşı gerçek bir savaş yürütüyor. Bilindiği gibi Beluçlar İran-Afgan-Pakistan sınırı boyunca geniş bir alana dağılıyorlar ve bu dikkate alınması gereken bir gerçek.
Tüm bu kesişmeler ve mülahazalarda Afganistan'ın önemi gözden geçirildiğinde, Afganistan'dan çekilme ve Taliban’ın Kabil'de iktidara dönmesine örtülü onay, Ortadoğu'daki siyasi sahneyi giderek daha fazla karıştırıyor. Washington'un Viyana’daki nükleer müzakereler kapsamında Tahran ile ilişkilerine ilişkin niyetlerinin belirsizliği, bu karışıklığın bir diğer nedeni.  Kesin olan şu ki, İbrahim Reisi'nin İran'da cumhurbaşkanlığını üstlenmesi ve Afganistan'da durum daha da kötüye giderse ABD yönetimine duyulan güvendeki olası düşüş, bir iyimserlik atmosferi yaratmaya pek yardımcı olmayacak.