Abdulaziz Tantik
TT

İslamcılığın kendisi ile yüzleşmesi -2-

İslamcılığın İslam ile kurduğu bağı tartışmak…
İslamcılığın kendi döneminde İslam ile kurduğu bağı tartışmak ve hangi zemin üzerinden bu bağı kurduğunu görerek onu eleştiriye tabi kılmak meseleyi anlaşılır kılmak adına önemli bir adımdır. İslam ile bağ kurmanın birden fazla yöntemi ve yaklaşımı olduğunu görmek için tarihsel sürece bakmak yeterli olur. Herhangi bir düşünce ile girilen ilişkide farklı niyetlerin varlığı tartışılamaz bir gerçekliktir. İslam ile de farklı niyetler taşıyarak bir ilişki kurmanın mümkünlüğü aşikârdır. İşte bu temel gerçekliği dikkate alarak İslamcılığın kendi döneminde İslam ile kurduğu ilişkiyi yeniden ele alınmalı ve sorunlu yanları açıklığa kavuşturulmalıdır.
İslamcılık, bir kurtuluş ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu kurtuluş ideolojisi, Müslümanların içinde bulunduğu zaman ve zeminin bir yenilgi travması ile neticelenmesi sonucu bir çıkış yolu olarak tasarımlanmıştır. Zaten İslam ile kurulan bir bağ vardı ve bu bağı dikkate alarak onun gücünden istifade ederek mevcut siyasi durumu lehe değiştirme arayışının tezahürü olarak İslamcılık bir bağ geliştirmiştir. İşte bu bağın kendisini tartışmadan kurulan bağın doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmak beyhude olabilir.
Osmanlı özelinde gelişen son siyasal durumlar üzerine ortaya çıkan resmi dikkate aldığımız zaman, ciddi tartışmaların başladığı, İslam ile kurulan bağın gevşediği, entelijansiya nezdinde ciddi şüphelerin varlığı, tarihsel sürekliliği zedeleyen bir durumun varlığı kaçınılmaz görünüyor. Yani güçlü bir siyasal yapıdan zayıflamış bir siyasal yapıya gerileyiş… Bu gerileyişin getirdiği yenilgi psikolojisi ile birlikte sahip olunan dinin/ İslam’ın kendisine yönelik zihinlerde oluşan şüpheler…  Bu şüphelere dayalı yeni gücün imkânlarını ve araçlarını ciddiye alan yaklaşımlar ve din ile yeni bir ilişki arayışı ve çabalarını dikkate almadan kurulan bağın gücünü veya zaafını açığa çıkartamayız.
İslamcılığın bu ilişkiden beslendiği; ret veya kabul üzerinden tepkisellikle birlikte bazı paydaşlarına yöneldiği açıktır. Yani batının ahlaki yapısını reddederken teknolojisini almaya matuf yaklaşımlar bu ikili yapıyı bize göstermektedir. Ama daha öncesinden İslam ile sahih ve sahici bir ilişkiyi kurmanın imkânlarını tartışmakta yarar var.
Bir düşünce ile kurulacak ilişkide sahici bir yaklaşım, o düşünce ile aracısız kurulacak ilişki ile aracılı bir şekilde kurulacak ilişki arasındaki mahiyet farkı dikkate alınarak gerçekleştirilendir. İslam, tarih içinde eylemi ve düşünceyi belirlerken o tarihsel koşullar tarafından da bir belirlenime tabi kılınmaktadır. Gelenek dediğimiz şey zaten bu belirlenimi içinde taşıyan bir unsura işaret eder. Zaferlerle belirlenmiş bir düşünce ile yenilgi dönemlerine geçilmiş bir dönemde aynı kültür ve geleneği bulamayız. İşte bu yüzden İslam ağırlıklı olarak iktidar ve zafer üzerinden bir yoruma tabi tutulurken, yeni durumda ise duraklama ve gerileme ile başlayan bir yenilgi üzerinden yoruma tabi kılmak aynı şey olmamaktadır. Hem psikolojik vasatı değişik ve sosyolojik vasatı değişik olan bu iki tutumu ciddiye alarak din ve düşünce ile girilecek ilişkiyi netleştirmekte yarar var.
İslam geleneği tarihsel seyri içinde zaferlerle ve yenilgilerle karşılaşmış bir gelenektir. Ancak bu durumu doğru bir okumaya tabi kılacak bir kültürel zeminin varlığını elimizdeki verilerle değerlendirdiğimizde bulamamaktayız. Belki bize ulaşmayan metinlerde bu yöntemi bulma ihtimalimiz olabilir. Ancak bu bile İslam kültürü ile kurulan zaafı bize işaret eder.
İslam içinde doğduğu kültür ile mücadele ederken onların reel durumlarını dikkate aldığı halde bir yenilgi psikolojisi ile hareket etmek yerine çok güçlü bir özgüven psikolojisi ile harekete başlamıştır. Eleştiri dozunu sürekli yükselterek ve karşılaştığı saldırılara karşı mukavemet göstererek varlık sahasına çıkmıştır. Bu yolda can vermenin en yüksek zaferin eylemi olduğu ilan edilmiştir. Karşının gücünü yok etmeye ayarlı bir strateji ile ortaya çıkmış, dikkate almış ama o dikkat kendisinin düşünce zeminini etkilememiştir, buna müsaade edilmemiştir.
İslam tarihinde ise zaman içinde meydana gelen tehditlerle ilişkide bu ilk Müslümanlaşma temayülü göz ardı edilebilmiştir. Bazen bu Müslümanların reel durumu fazla dikkate  almalarından neşet etmiş, bazen etkisine girdikleri düşüncelerin onları yanlış noktaya savrulmalarına neden olduğu için gerçekleşmiştir. İslam ve Müslümanlar, farklı kültürlerle ilişkilerde bu netameli durumu sürekli yaşamaya devam etmişlerdir. Ama aynı şekilde bir grup âlim sağlam durarak o ilk müslüman ideal karakterinin örnekliğini dikkate alarak bir yenilgi travmasına imkân tanımamışlardır. Çok yüksek bir sesle hakikati seslendirmekten kaçınmamışlardır. Bugün bu durumu onların ortaya koyduğu metinlerden hareketle öğrenebiliyoruz.
İslamcılık açısından şunu söylemekte bir beis görmemeliyiz: İslamcılık, İslam ile bağ kurarken mevcut şartlarla mücehhez bir bakış açısı üzerinden etki veya tepki ile hareket etmiştir. Bu duruma itiraz eden âlimler olmuştur. Ancak onların sesi o kadar yüksek çıkmadığı gibi İslamcılığın içinde bulunduğu şartlar yüzünden karşıt ses daha gür çıkmak durumunda kalmıştır. Konu önemli, aciliyet kesbediyor ve bir an önce bir çözüm arayışı içinde olunmalıdır, diyerek durum yeterince düşünceye konu edinilmeden eylemlere başlanmıştır. Bunun tipik örneği; İslamcılığın iki büyük öncüsü ve düşünürü kabul edilen Afgani Ve Abduh çizgisidir. Afgani, siyasi birliği esas almıştır. Bu siyasi birliği sağlamak için gerekli çalışmalara yeterince güç kazandırma arzusu ile mevcut siyasal şartları dikkate alarak hem hayalî bir yaklaşım ile İslam birliği tezini dillendirmiş ve salt siyasal zeminde kalmıştır. Buna destek olan ve sonra farklılaşan Abduh ise siyasallık üzerinden bu meseleyi çözmenin imkânının kalmadığını görerek yeni bir tez ile siyasal olandan rucu ederek sivil ve eğitim alanına yönelmiştir. Osmanlı İslamcılığı da siyasal karakteri baskın bir hareket olarak öne çıkmış ve gerilemenin durdurulması veya ıslah edilmesi bağlamında öne çıkmıştır. Said Halim Paşa’nın eleştirileri bu konuyu güzel özetlemiştir.
Benzer bir konu ise teknik ve ahlak ayrımında görülmektedir. Mesele derinliğine tartışılmadan, hatta tarihsel düşünce seyrini bile dikkate almadan mevcut durum üzerinden bu ayrımı gerçekleştirerek harekete geçilmiş ve süreç bu durumun yanlışlığını ciddi bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Ama bugün bile bilim ve teknoloji üzerinden gerçekleşen ayrım,  İslamcılığın bu tarihte yapmış olduğu ayrım üzerinden din ile yaşam arasındaki ayrımı derinleştirmiş ve yeni seküler bir çizgiye doğru taşımıştır. Mesele çok derin ve tartışılmayı hak eder cinstedir. O yüzden İslam ile sahih bir ilişkiyi kurmada hangi yöntemi dikkate alacağımızı belirlemeden yol almak imkânsıza dönüşmüştür.
Batı ile kurulacak olan ilişki, batı ile daha önce var olan Hristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük, Budistlik vesaire ile kurulan ilişkiye benzemez! Bu temel gerçekliği dikkate almadan kurulacak ilişki bizi yanıltır. Batı kendisinden önceki düşünce ve geleneklere benzemiyor. Çünkü batı, kendi dışında hiçbir kültürü, düşünceyi doğru görmemektedir. Onlara yaşam hakkı da tanımamaktadır. Bütün çoğulcu yapısına rağmen Batı böyledir. Tarih buna tanıktır. Neredeyse kendisi dışında kalan bütün kültürleri asimile etme politikalarını hala sürdürmekte kararlı bir şekilde hareket etmeye devam etmektedir. Çoğulculuğu kendine mahsus bir düşüncedir. Kendi dışı için monist bir yaklaşımı içermektedir. Bu batının iktidar ve ideolojik yüzünü işaret etmek içindir. Elbette ki batı’da farklı bakış ve yaklaşımlar bulunabilir. Ama iktidarı elinde bulunduran batılı elitler için durum tam olarak budur.
O zaman batı ile kurulacak ilişkide tarihsel olarak İslamcılık bir yanlışa imza atmıştır. Şartlar muvacehesinde mazur görülebilirse bile bıraktığı tarihi miras açısından sorunlu bir mirasa tekabül eder. Burada şunu söylemekte fayda var: İslam, herhangi bir tarihsel zemine ve kesite sığamayacak bir özelliği taşır. Bu yüzden İslam ile tarihin her kesitinde sağlıklı bir ilişki ve sahih bir bağ kurmak mümkündür. Önemli olan mevcut şartlarla kendini sınırlandırmayan ve İslam ile sahih ve sahici bir ilişki kurmaya niyet ederek doğru bir yöntem ile harekete geçmektir.
İslamcılığın dini siyasetin inhisarına terk eden tutumunun bugün eleştirilmesi ve yeni bir bakış ile ele alınması şarttır. Batı düşüncesi, kültürü ve teknolojisi ile girdiği ilişkide de yeteri düzeyde bir düşünce zeminine yaslanmadığı için yeniden ele alınmalı ve eleştiriyi çok sağlam bir zemin üzerinden İslamcılığa yönelterek gerçekleştirmeyiz. O zaman sağlıklı bir yöntem ve düşünceye sahip olma imkânı kazanabiliriz. Batı ile kurulacak ilişkide ise bugün açısından iki temel unsuru gerçekleştirmeye yönelmeliyiz: batı düşüncesini doğru kavramalıyız, İslam düşüncesini şartlardan bağımsız ideal tipi üzerinden yeniden öğrenmeliyiz. İşte o zaman batı ve kendimiz ile ilişkimizi sağlam bir zemine dayandırma gücünü elde edebiliriz.
İslamcılık, kendisini İslam’a nispet ederek var olma arayışını sürdürmelidir. Bu arayışını sürdürürken İslam ile daha sahih ve sahici bir ilişki kurmanın imkânlarını tarihsel sürecinden öğrenebilir. Bu öğrenmeyi hızlandırarak kuracağı ilişkileri sağlam ve sahici zeminlere yaslandırmayı gerçekleştirmelidir. Bütün mesele, batı düşüncesinin kazandırdığı ideolojik baskın karakterden kurtulmaktır. Bu durum, bütün tarihsel seyir için geçerlidir. Yani bugün bir müslüman kendisini herhangi bir mezhebe yaslandırırken sanki ‘din en sahici boyutu ile odur’ gibi bir yaklaşıma sahiptir. İşte bu yaklaşım batı ideolojisinin getirdiği psikonevrotik durumun kendisidir ve Müslümanların bu durumdan kurtulmaları elzemdir. Ki kendilerine gelebilecekleri bir vasata sahip olabilsinler…