Hazım Sağıye
TT

Devrimin değiştirmeye başladığı Lübnanlı portreleri

1975 yılından itibaren en az 5 portre Lübnanlı ile ilişkilendirilmiştir. Hatta bazıları bu tarihten on yıllar kadar daha da eskidir. Lübnanlı kelimenin en düşük ve kötü anlamıyla simsar tüccar ve aynı zamanda uçan mitolojik bir varlıktır. Aynı şekilde birinci ve ikinci imaj ile çelişecek şekilde şiddete meyilli bir varlık. Üstelik bir de tam anlamıyla mezhepçidir. Dolayısıyla aynı zamanda ırkçıdır.
Tüccar Lübnanlı: Hizmetlerin bel kemiğini oluşturduğu baskın ekonomik modelin mahiyetine bağlı olarak Lübnanlılara tüccar sıfatı verilmiştir. Fenikeliler eski kitaplardan çıkarılarak güçlü bir şekilde hayatımıza yerleştirilmiştir. Ancak tüccarın kültürümüzün ulusalcı-solcu bölümünde (İslam kültüründe olmasa da) kötü bir anlamı vardır. Politik hakaretlerin çoğu (işbirlikçi, müşteri, anlaşma, pazarlık yapmak, uzlaşmak...) ticaret ve terimleri sözlüğünden türetilmiştir. Dolayısıyla Lübnanlı, kelimenin en ucuz ve bayağı anlamı ile menfaatçidir. İlkeleri olmayan bir menfaatçidir. Sorunlardan sıyrılıp kurtulan bir kinik (köpeksi) ve onlarla başa çıkmada kötü niyetlidir. O ünlü tanıma uygun kişidir: Her şeyin bir fiyatı vardır ve değeri olmayan bir şey yoktur.
Mitolojik Lübnanlı: Adonis, Astarte ve kardeşleri şarkı ve şiir semalarından ve elbette ders kitaplarından üzerimize yağıp durmuşlardır. “Biz ve ay komşuyuz” (Feyruz’un şarkısı) ya da “Ülkemiz gökyüzünün bir parçası”dır. Bunun sonucunda gerçeklik ve sorunları ile ilişkimiz neredeyse tamamen kopuk bir hal aldı. Gerçekliği aşıp onun üzerinde yükselmek zihinlerimizin ürettiği tek şey oldu. Lübnanlılar kederli ve sürekli kaygılıydılar. Sorunların ağırlığı altında inliyorlardı ama bunları ne düşünüyor ne de düşündürüyorlardı. Mişel Trad’ın yazdığı ve Feyruz’un söylediği şarkıdaki şu ifade tam olarak onları tanımlıyordu: “Bir somun ekmeğimiz bile yok ama cennetteymiş gibi yaşarız”.
Şiddete eğilimli Lübnanlı: Lübnanlılar eski romantik kültürlerinde zaten dağı, kayaları ve çetin ve engebeli yerleri çokça över ve yüceltirler. Rahbani kardeşler, “Biz ve kurtlar ormanlarda yetiştik” derler. Kayaları ufalamak Lübnanlıların milli sporuymuş gibi sunulur. Buna paralel olarak ordu yani güç ve “erkeklik, mertlik” yalan da olsa oy birliği ile yüceltilmeye devam edildi. Ancak 1975 yılında yeni bir dönemece girildi ve Lübnan adını iç savaş yaşayan ülkeler arasına yazdırdı. Milis güçler, acımasız cinayetler, gelişigüzel bombardımanlar ve insan kaçırmalar başladı. Bununla birlikte Filistin devriminin piyasaya sürdüğü ve pazarladığı “Ebu Camacem” (Kafataslarının babası) ve “Ebu el-Havl” (Korkunun babası) gibi adlara karşı zaafımız ve düşkünlüğümüz de ortaya çıktı. Bu eğilimimizi besleyen Hristiyan-kırsal ile solcu-Filistinli 2 kaynağa daha sonra Hizbullah 3’üncü bir kaynak daha ekledi. Bu kaynağın temelinde ise Aşura, Kerbala ve “Zillet bizden ne kadar uzaktır” gibi Şiiliğin kutsalları ve dini-mezhepsel anma günleri vardı.
Mezhepçi Lübnanlı: Lübnan’ın yapısı nitelik olarak diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı değildir. Ancak diğerlerinin aksine tarihi boyunca milliyetçi ve askeri bir sistem tarafından yönetilmemesi insanları kendilerini nasıl adlandıracaklarına dair bir arayışa sürükledi. Devletin kendisinin siyasi mezhepçiliği benimsemesi ve yönetimin kota sistemine dayanması, Lübnanlıları diğer Arapların gizleme eğiliminin aksine mezheplerini açıkça deklare etmeye itti. Bu konuda çenelerinin düşük olmasına neden oldu. Lübnan’da mezhepçilik ahlaki bir suçlama ya kaçınılması gereken bir ayıp olmaktan çıkıp bir kendini tanıtma ve tanımlama aracına dönüştü. Hatta neredeyse bunun tek aracı oldu. Bunun yanısıra ırkçılık da gelişti ve Suriyeli ve Filistinli sivilleri ve genel olarak yabancıları hedef almaya başladı. Bu düşmanlık öyle bir seviyesizliğe ulaştı ki ekonomik kriz ile birlikte “üstünlük” ve “büyüklük” onu ifade eden tek şey haline geldi.
Pek çok dönem ve aşama ile çeşitli ideolojiler aynı zamanda hem uyumlu hem de birbirleri ile çelişen bu portreleri üretti. Ancak Lübnanlı gençlerin başlattıkları devrim, kısmen gerçek kısmen de standartlaşan bu portreleri yıkmaya ve kolektif ruhu kendisinden temizlemeye başladı. Devrim bizlere  ilkesi uğruna mücadele eden ilkeli bir Lübnanlı sundu. Yoksulluğunu bütün dünyaya ilan eden bir Lübnanlı sundu.
Nitekim Lübnan’da yolsuzluğun simgesi haline gelen “banka”nın devrimin hedef aldığı sembollerin başında gelmesi boşuna değildir. Yukarıda bahsettiğimiz göklerde uçan mitlojik varlık portresine Lübnanlılar ilk olarak gerçeklik ile ilişkilerini normalleştirip gökyüzünden yeryüzüne inerek karşılık veriyorlar. Meydanları dolduran yeni Lübnanlılar, bu harika macerayı son derece barışçıl bir şekilde deneyimliyorlar. Eski “ulusal birlik” folklorunın sınırlarını çok aşmadan uzun süre onları bir kalıpta yaşamaya mahkum eden mezhepçiliğin sınırlarını yıkıyorlar. Yoksulluklarının ortağı ötekine ve farklı olana karşı daha hoşgörülü bir bakış açısının işaretlerini gönderiyorlar. Bütün bunlarla birlikte yeni birliklerini büyük bir mululuk, cesaret ve yaratıcılık ile kutladıklarını görüyoruz. Kendilerini soyanlara ve küçük görenlere çokça sembolik ama daha az narsist ve egoist sloganlar ile karşılık verdiklerini görüyoruz. Bu fırsatı kaçırmalarının, yolsuzluklarına bir de intikam duygularını katacak olan bir avuç küçük yolsuzun, on yıllarca kölesi kalmayı sürdürmek anlamına geldiğini çok iyi anlamış gibi hareket ediyorlar.
Eski portrelere gelince ayaklanmanın akşamında el-Muşrif bölgesi yanarken Cibran Basil’in Büyük Doğu Ortodoksluk Projesi ve Hizbullah’ın tehditleri ile kuvvetlendiler. Yerlerini protestocuların sunduğu yeni portrelere vermeyi reddedip çirkin dünyalarını savunmak için tekrar saldırmaya hazırlanıyorlar.