Önümüzdeki karanlık sahneyi anlatmak için ölümcül, enerji tüketen, yoksulluk derecesine kadar vatanları harap eden ve iç savaşların eşiğine getiren gibi betimlemelerden daha uygununu bulamadım. Nedeni ise kronik ve yapısal. Temel özelliği, çok partili hayatın köklerinin yok edilmesi ve çölleştirilmesidir.
Bu sahnede esas olan karar alıcının, yaşanan değişimleri okumak istememesi ya da bunu bilmemesi, rasyonel bir şekilde düşünmemesi, yabancılaşma noktasına gelecek kadar bu değişimleri görmezden gelmesidir. İran, Irak, Lübnan, Suriye, Yemen, Libya ve bir dereceye kadar Cezayir ve Tunus’ta sahneye çalkantılar hakimdir. Bu çalkantıların tümü, şimdiki zaman çerçevesinde okunmamalıdır. Bilakis resmin netleşmesi için şimdiki zaman geçmişe bağlanmalıdır. Devrimin patlak vermesi için insanın Buazizi gibi kendisini ateşe vermesi, iletişime basit bir vergi getirilmesi, cumhurbaşkanının tekerlekli sandalyeye mahkûm olacak kadar yaşlanması ya da halkın yolsuzluktan bıkması gerekmiyor.
Devrimin temel faktörleri bundan çok daha derindir. Bunların ilki de artan memnuniyetsizliğe yönelik kronik ihmal ve kendisini yatıştıracak resmi ya da yarı resmi kanalların tıkanmasıdır. Bu faktör, eski Arap rejimlerinde bizimle birlikteydi. Mevcut rejimlerde de bizimle olmayı sürdürüyor. Saddam Hüseyin ya da Baas, Şah Rıza, Ali Salih, Hafız Esed, Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali, Muammer Kaddafi, Ömer el-Beşir, Buteflika ya da Lübnan’daki Hizbullah gibi rejimler ögütlü ifade kanallarının yok eilmesine katkıda bulundular. Vatandaşlarının ağızlarına bir bant yapıştırdılar. Böylece bugün içinde bulunduğumuz karanlığa doymuş, yönetimde tekelci ve geniş kitleleri küçümseyen sahneye ulaştık. Bu sahnede, ilelebed ya da geçici olsun ‘o benzersiz lider’ dışında hiç kimse politikadan anlamaz.
Hüsnü Mübarek’in çevresindekiler, 21’inci yüzyılın ilk 10 yılının sonlarında yayınlanan iki kitabı okumuş olsalardı belki de olaylar 2011’de Mısır’da yaşananlardan farklı bir biçimde seyredebilirdi. Yayın parasını yazarlarının kendi ceplerinden karşıladıkları bu iki kitabın ilknin başlığı; ‘Mısır: Meğer Annem Babamın Karısıymış’, ikincisinin ise; ‘Mısırlıların Acıları’ idi. Benzer şekilde İran’da Şah Muhammed Rıza zamanında, siyasi yönetimi altında ülkenin ulaşmış olduğu krizi tanımlayan çok sayıda kitap yayınlanmıştı. Şah rejimi, halkının ve muhaliflerin ‘ses ve soluğunu kesme’ politikasına yönelmişti. Öyle ki imparatorluğun baskı organı ‘SAVAK’ Avrupa başkentlerinde bile muhaliflerin kalbine korku salmıştı. Farklı ve rejime karşı olanların elinde din adamlarının minberlerinden başka platform kalmamıştı. Din adamları ise İranlıların sorunlarına çözümler üretmekten çok uzaklardı. Böylece İran, siyasi uzlaşmazlık ve gerçekten kopmuş bir dini merci tuzağına düştü. Bir devlet teröründen çıkıp bir başka devlet terörüne geçiş yaptı. Ancak bu kez baskı organlarının da sayısı artmıştı.
Bahsettiğimiz konunun özünde, ‘ağızları bağlamak’ diğer bir deyişle ‘devlet terörü’, ‘liderin tanrılaştırılması’ olarak adlandırılan şeyin ortaya çıkışı yer almaktadır. Sorunlara ve kusurlara işaret eden sesler, güvenlik güçlerinin takibiyle kesildi. Haline şükreden ve bundan memnun, eşsiz lidere minettar seslerden başka sesler duyulmaz oldu. İnsanların acıları ya da kendileri büyük bir hapishaneler ve sürgünler kümesinin arkasında kayboldu ve onun tarafından kuşatıldı. Kamusal hayatta çarpık bir şeyi düzeltmek isteyen reformcu bir görüş de olsa her görüş sahibi suçlu sayıldı ve takibe uğradı. Bütün bu deneyimler, güvenlik seçeneğinin krizlerin ilacı değil de bir ‘ağrı kesici’ olduğu, patlamayı engelleyici değil geciktirici olduğunu gösterdi.
Yemen, Suriye ve Irak’ta binlerce kişinin onun yüzünden yoksul düştüğü ve hayatını kaybettiği, içinde bulunduğumuz ‘korkunç politik stresi’ araştırmak ve analiz etmek için nereye yönelirsek yönelelim, önemli ve temel bir sonuca ulaşacağız. O da; ‘Tehdit ya da teröre başvurmadan, yasal bir çerçeve içinde başkalarının görüşlerini ifade etmesini sistematik bir şekilde engellemek’ kural budur.
Nereden başlamamızı istersiniz? Örneğin Lübnan’dan başlayalım. Silah taşıyan, herkese önderinin Tahran olduğunu deklare eden, zavallı ya da yaşlı Lübnanlılara karşı hiçbir duygu beslemeyen, anavatanı Lübnan’a karşı herhangi bir bağlılık duymayan bir örgüte karşı çeşitli gerekçeler altında sessiz kalmak, onunla uzlaşmak ya da çıkarcı bir ittifaka girmek. Bütün bunlar, kaçınılmaz olarak Lübnan’ı içinde bulunduğu ‘Somalileşme’ aşamasına getirdi. Bu tartışılmazdır.
Diğer örnek, bazılarının 10 yıldır Arap halk hareketlerinin ikonu olduğuna inandıkları Tunus’tur. Kendisi bugün ne bir hükümet kurabilmekte ne de kalkınabilmektedir. Bazı yeni politikacıları, anlayış ya da farkındalık eksikliği yaşamaktadır. Kimileri için partinin çıkarları vatanın çıkarlarından önce gelmektedir. Bunun nedeni, bazı Tunusluların çağdan uzak bir ideolojiyi, ağızların bağlandığı bir rejimden gelmiş ve yeniden bağlanacağı bir rejimi benimsiyor olmalarıdır.
Irak sahnesi ise daha da kötüdür. Irak’ta siyasi faaliyetleri yürütmeye deneyimsiz, siyasi bir felsefesi olmayan hatta çoğu ideolojik gruplar talip oldu. Bunlar kamu yönetiminde sıfır deneyime sahiptiler. Liderleri bir dış güçten destek alıyorlardı. Bu zehirli karışım, Irak’ın zenginliklerini, servetini, insanlarını ve egemenliğini tahrip etti. Yolsuzluğa ve ideolojikleştirmeye karşı savunmasız bıraktı. Bunun kökeninde ise halkların yeni edindiği kazanımları görmezden gelmek ya da bilmemek hastalığı vardır. Bu, eski rejimlerde de vardı, sonraki rejimlere de intikal etti. Bu nedenle, yeni politikacılarda uyuşukluk ve zayıflık derecesinde yeteneksizliğe, kapasite eksikliğine şahit olduk.
Bu çıkmazdan kurtulmak kolay değil ve kısa bir zamanda kurtulmanın gerçekleşmesi de zor. Çünkü esas olan, kitlesel memnuniyetsizliğin seviyesini ölçmek ve takip etmek, kendisine mantıklı bir tepki vermek ve adil bir denge kurmaktır. Çözümün seçim sandıklarını kurmak ve halkı sandığa çağımak olduğunu söylemek saflıktır. Zira Lübnan’da seçim sandığı Lübnan’ı içinde bulunduğu çıkmazdan kurtaramadı. Keza Tunus ve Irak seçim sandıkları da.
Çözüm; modern, sivil ve adil bir devlettir. Herkesin saygı duyduğu bir genel yasalar dizisi belirleyen, barışçıl bir şekilde farklı olma hakkını güvence altına alan, sorunun bir parçası olan tarafların çözümün bir parçası olmadığı – zira bu en büyük çıkmazdır- bir devlettir. Ne Suriye ne de Lübnan, Libya, Irak ve Yemen’de ufukta bir çözüm görünmüyor. Önümüzde söz konusu ülkelerin sınırlarının ötesine geçip komşularına uzanması mümkün olan boş bir çatışmayla geçecek uzun yıllar bulunuyor. Siyasi çürümenin bedenin diğer sağlıklı organlarına da yayılacağı yıllar önümüzde uzanıyor. Bu kapalı kapılar ardında dillendirilen bir sır değildir. İran bunu kendi nüfuzu altındaki dört Arap başkentinden çevre ülkelere taşımakta kararlıdır. Nitekim İran Dini Lideri, geçen hafta verdiği Cuma hutbesinde, Kudüs Gücü’nün sınır tanımadığını ve sınırların ötesine geçtiğini belirtmişti.
Son olarak; halkın ağzını bağlamaya ilişkin şöyle bir fıkra anlatılır: Bir Sovyet vatandaşına ekonomik durum hakkında ne düşünüyorsun sorusu sorulduğunda “İzvestiya gazetesi ne diyorsa onu” diye karşılık vermiş. Peki, iklim değişikliği hakkında ne düşünüyorsun demişler “Pravda gazetesi ne diyorsa onu” diye cevaplamış. Ona, “Senin bir düşüncen yok mu” dediklerinde ise, “Var ama ben de ona karşıyım!” demiş.
TT
Ortadoğu'da ölümcül çatışma
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة