Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın cuma günü açıkladığı İstanbul’daki Ayasofya Müzesi’nin Osmanlı döneminde olduğu gibi camiye dönüştürülmesi kararı önemli bir politik sıçrama teşkil etmektedir. Erdoğan Türkiyesi’nin Osmanlı mirasını yeniden ayağa kaldırma, kendisinden cesaret alma, Osmanlı İmparatorluğu’nun 16 ila 18’inci yüzyıllar arasındaki altın çağında ulaşmış olduğu büyük coğrafi sınırlara gözünü dikmiş Türk projesine “politik meşruiyet” kazandırmak için bu mirasa dayanma çabaları kapsamında atmış olduğu başka bir önemli adımdır.
Gözlemci kendisini eleştirme, destekleme ya da zamanlaması üzerinde durma hakkına sahip olsa da elbette kararın kendisi Türkiye’nin egemenliğini ilgilendiren bir karardır. Zamanlama meselesinde özellikle bu kararın, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından bu yana Türk askeri ve politik varlığının ilk kez Akdeniz sularını geçtiği, Türk kuvvetlerinin Suriye’nin kuzeyinde konuşlandığı, Ankara’nın PKK unsurlarına yönelik operasyonlar kapsamında Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğu Kuzey Irak’ta operasyonlar düzenlediği bir zamana denk geldiği unutulmamalıdır.
Öte yandan, Maşrık bölgesi üzerinde 1979’dan beri yoğunlaşan ve genişleyen, 2003 yılından itibaren de neredeyse işgale dönüşen İranlı bir kara bulut dolaşıyor. Dolayısıyla, ciddi bir uluslararası müdahaleye tanık olmazsak bu “işgal” bölgeye hakim olacak. Bölgeyi kendilerini yok edip dünyanın güvenliğini sarsacak patlayıcı parçacıklara bölecek. Iraklı siyasi analist Hişam el-Haşimi suikastı, İran’ın başkenti yakınlarındaki kimliği belirsiz patlamalar, Hizbullah’ın başlıca finansörlerinden Kasım Tacuddin’in ABD’de serbest bırakılması belki de bu olağanüstü “ABD seçim yılında” gözden geçirilmeyi hak eden gelişmelerdir.
Bu ikisinden sonra İsrail durağına ulaşıyoruz. Burada, Batı Şeria ve Ürdün Vadisi’nden toprak ilhakı planlarının arkasında birkaç husus bulunuyor. En önemlileri: Zaten topal olan “iki devletli çözümü” ortadan kaldırma politikasını sürdürmek. Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne “devletin Yahudi kimliğini” pekiştirmek. Bölgesel nüfuz paylaşımı haritasının çizimine katılmadan önce İsrail'in iç cephesini güçlendirmek. İlhak planları şu anda açık bir dış muhalefet ile karşı karşıya olmasına ve İsrail’in içinde bile hakkında bir uzlaşı olmamasına karşın İsrail’in küresel aktörler “Büyük Dörtlü” –yani ABD, Rusya, Çin ve Batı Avrupa- ile ilişkileri çok iyi. Diğer bir deyişle mesele, “Büyük Dörtlü”den her birinin kendi sorunları ile meşgul olduğu bu zamanda İsrail koalisyon hükümetini oluşturan ve birbirlerine karşı siyasi manevralarda bulunan tarafların elinde.
İşte meselenin bam teli budur.
Tekrarlanması gereken gerçek şu ki, bu 3 bölgesel güç (Türkiye, İran ve İsrail) iki trajik gerçeklik olmasaydı bu yaptıklarını yapamazlardı. Bu gerçeklerin birincisi, Arapların korkunç zayıflığı, ikincisi de büyük dünya güçlerinin başında vizyoner, cesur ve sorumlu bir liderliğin yokluğudur. Arapların durumunu uzun uzun anlatamaya gerek yok. Ancak, büyük karar alıcı başkentlerde bahsedilen liderliğin yokluğu, uluslararası güven ve işbirliği iklimini ve uluslararası meşruiyet kararlarına saygıyı yıkan bir unsur, küresel sistemin var olması için gerekli kavram, kurum ve çerçeveler için bir tehdit haline gelmiştir.
Soğuk Savaş dönemi ve ortaya çıkardığı “iki kutuplu” dünyada düşmanlıkların şiddetli, ideolojik bölünmelerin keskin olduğu doğrudur. Ancak aynı dönemde bilinmeyene koşmanın risklerinin farkında olan, kurallar koyan ve çatışma alanlarını sınırlayan hareketlerin, girişimlerin ve liderlerin doğduğu da doğrudur.
Hindiçin (Vietnam, Laos ve Kamboçya) savaşları, Kore Savaşı, Hindistan Yarımadası savaşları, Çin-Hindistan sınır çatışmaları, Afganistan ve Afrika (Kongo ve Angola) savaşları gibi uzun savaşlar bile kontrol altında kaldı. Güvenilir, samimi ve faydalı uluslararası arabuluculuklar “darbeleri emen bir araç” rolü oynamaya devam ettiler.
Washington ile Moskova arasındaki nükleer iki kutupluluk ışığında karşılıklı caydırıcılık, bahsi geçen aracı koruyan en önemli neden olabilir. Nitekim Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile “darbeleri emme aracı” ile donatılmış alternatif bir yeni dünya düzeni net bir şekilde belirmeden eski küresel sistemin de onunla birlikte yıkılması bunun kanıtıdır.
Aynı dönemde bir tehlikeli unsur daha oluştu: Büyük devletlere karşılıklı nükleer caydırıcılığın etkisiz hale getirmek için yeterli olduğu eski konvansiyonel silahlardan daha akıllı ve ölümcül silahlar veren “siber” bilgi devrimi.
Bu ikisinden de kötüsü, “Büyük Dörtler”e ilaveten dünyanın en büyük demokrasilerinden Hindistan’ın mevcut liderlerinin çoğunun ya temelde siyasal bir sistem ve siyasi bir kurum olarak demokrasiye inanmıyor ya da çoğulculuğa, birlikte yaşama ruhuna ve geniş uzlaşılara saygı duymuyor olmasıdır. Buna bir de gelecekteki teknolojinin geleneksel işlere ve işçi sınıfının sahip olduğu bilindik haklara yönelik artan tehdidi ekleniyor.
Rusya ve Çin, görünüşte seçimler düzenliyor ve sembolik olarak yönetimin devir teslim edilmesine tanık oluyor. Ancak dediğimiz gibi bu bir görünüşten ibaret. Zira Mao Zedong döneminden beri ülkeyi tek başına yöneten Çin Komünist Partisi dışında Çin’de gerçek bir otorite yok. Keza Çar Büyük Petro’dan yoldaş Stalin ve “geçmişin, bugünün ve geleceğin lideri” Putin’e Rus otoritesinin "tek adamlılığı"nda köklü bir değişiklik yok.
Öte yandan, ABD’de demokratik kurumlar ile güçler dengesi ilkesi halen var. Ne var ki son 4 yıl içinde yaşananlar –özellikle de Covid-19 pandemisinin sosyal ve ekonomik yansımalarından sonra- geniş ulusal fikir birliğini tehdit eden, geçmişin yaralarını kanatan ve kutuplaşmayı artıran radikal bir değişime işaret ediyor. ABD’de yürütme organının başında uzlaşıya inanmayan, temel kaygısı sadık müritler kitlesini ulusal düzeyde genişletmek yerine tatmin etmek ve güçlendirmek olan bir başkan bulunuyor. Kongre’nin Senato kanadına sağcı Cumhuriyetçi Parti, Temsilciler Meclisi kanadına da solcu Demokrat Parti hakim. Yargı 2018'den beri tek bir kişi tarafından yönetiliyor o da başkanı John Roberts. Kendisinin eğilimi ne ise muhafazakar sağcı 4 yargıç ile liberal solcu 4 yargıç arasındaki çoğunluğun eğilimi de o oluyor.
Avrupa’da durum ABD’de yaşananlardan daha iyi değil. Almanya, Fransa ve İtalya’da geleneksel partilerin cazibesi, ırkçı sağcılık ile radikal ve idealist solun popülerliği karşısında gittikçe geriliyor. İngiltere ve İspanya gibi ülkelerdeki birleştirici kimlik, ekonomik kriziler ile bireysel isteklerin tetiklediği ayrılıkçı bir ivmenin tehdidi ile karşı karşıya bulunuyor.
Bu yüzden, liderliklerin kırılganlığı, partilerin işsizlik yaratan teknolojilerin zorluklarıyla baş edememesi, ayrılık veya etnik ve dil sınırlarının ötesine geçen kimliklerin alternatifi “ulusal kimlik” hakkında görüş ve yargı bildirme kapısının açık olması karşısında, İran nükleer meselesi ve Libya krizinde tanık olduğumuz gibi çıkarlar çakışıyor ve eylemler birbirine karışıyor.
Petrol ve mülteciler düzeyinde olsun bu iki kriz de Avrupa’yı ilgilendiriyordu ama tutarlı ve akıllı bir strateji geliştiremedi.
Washington, Pekin ve Moskova üçlüsüne gelince, ortak taktiksel ilişkilerinde hala birbirlerine karşı manevralar yapıyor, riskler alıp kumar oynuyorlar.
TT
Gidip dönmeyen küresel liderlikler
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة