Remzi İzzeddin Remzi
Mısırlı büyükelçi ve BM eski yetkilisi
TT

Araplar yol ayrımında

Arap ülkelerinin güvenliğinin birden fazla kaynak ve farklı cepheler tarafından her zamankinden daha fazla tehdit edildiği herkes açısından netleşmiştir.
Çoğu Arap ülkesi her zaman dış müdahale ve kötü iç koşullardan mustarip olsa da daha önce hiç bu kadar çok tehdide aynı anda maruz kalmamıştı.
Bu, özellikle uzun iç savaşlar, iç karışıklıklar veya yabancı askeri müdahalelerin bir sonucu olarak kırılgan bir devlet yapısından mustarip Arap ülkelerinde daha belirgindir.
Yabancı ülkeler, doğrudan ya da yerel müttefikleri aracılığıyla, Arap ulusal çıkarları hesabına bölgedeki çıkarlarını geliştirme fırsatını iyi değerlendirdiler.
Bu noktada Suriye’de İran, Türkiye, Rusya ve ABD’nin, Libya’da Rusya, Türkiye, Fransa ve İtalya’nın, Irak’ta İran, Türkiye ve ABD’nin, Yemen’de İran ve Türkiye’nin, Lübnan’da İran ve şimdi de Fransa’nın müdahalelerine tanık oluyoruz.
Tüm bu müdahaleler ancak Arap felcinin yarattığı boşluğun bir sonucu olarak gerçekleşebilirdi.
Her Arap ülkesinin ulusal güvenliğini ortak Arap güvenliğinden ayırması nedeniyle “ortak Arap güvenliği” kavramına verilen önemin son otuz yılda önemli ölçüde azalması üzücüdür.
Bu durum, her Arap ülkesinin güvenliğinde kademeli bir gerilemeye yol açtı. Deneyimler, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Somali ve Lübnan'daki durumun kötüleşmesinin bu ülkelerin sınırları içinde kalmadığını, bir bütün olarak bölgenin güvenliğini ve istikrarını etkilediğini göstermektedir.
Şu anda, (terörizm, organize suç, çevre sorunları ve siber suç vb. uluslararası tehditlere ek olarak) Arap dünyasını hedef alan ve etkili bir şekilde mücadele edilmesi gereken beş eşzamanlı doğrudan tehdit bulunmaktadır.
Dolayısıyla her ülke, ulusal güvenliği ile kolektif Arap güvenliği arasında organik bir bağ olduğunu anlamalıdır.
Söz konusu tehditler şunlardır:
Birincisi; tüm göstergeler hala İsrail'in Filistinlilerin yaşanabilir bir devlet kurmasını önleme niyetinde olduğunu göstermeye devam ediyor. Bu ise Arap halklarının hayal kırıklıklarını besliyor ve bölgede istikrarın sağlanmasını engelliyor.
İkincisi; Arap siyasetindeki eksikliklerin yarattığı boşluk nedeniyle İran, Suriye, Irak ve Yemen'e yönelik müdahalelerini sürdürüyor. Tahran, Arap komşularının içişlerine karışarak güvenliğini sağlayamayacağını anlamalıdır. Suriye, Irak, Lübnan, Yemen ve Libya'daki krizleri çözmek için ortak bir Arap siyasi pozisyon ve eylemi ile karşı karşıya kaldığında İran'ın bölgedeki politikalarını yeniden gözden geçireceğine hiç şüphem yok.
Üçüncüsü; Ankara'nın Irak, Suriye ve Libya'ya müdahaleleri, Arap çıkarlarıyla çelişen gerçek emelleri açıkça ortaya çıkmıştır.
Dördüncüsü; Etiyopya’nın Mısır ve Sudan'ın ulusal çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturan Nahda (Hedasi) Barajı ile ilgili tek taraflı attığı adımlardır. Mısır'ın varoluşsal bir tehdide maruz kalmasının, kolektif Arap güvenliği savunmasına etkili bir katkı sağlamasını büyük ölçüde engelleyeceğine  şüphe yoktur.
Beşincisi ve sonuncusu; Lübnan'daki feci durum, açık ve demokratik bir Arap toplumu kurmak isteyenlerin hayal gücünü ve özlemlerini tehdit etmektedir. Hayal olmadan umut yoktur. Mezhepçilik hastalığı ve yozlaşma Lübnan’da kökleşmiş olsa da kendisi hala ifade özgürlüğü ve siyasi grupların özlemini çeken herkes için bir sembol olmaya devam etmektedir. Beyrut felaketinin bölgede bir dönüm noktası olabileceğini söylersek abartmış olmayız.
Arap ülkelerine yönelik dış tehditleri sıralamak, bu ülkelerdeki eksiklikleri görmezden gelmemiz anlamına gelmez. Bunlar çoktur ve acilen ele alınmalıdır. Bununla birlikte, bu yalnızca yerel, bölgesel ve uluslararası bağlamlar arasında yakın etkileşim olduğunun tam anlamıyla farkında olunduğunda gerçekleşebilir.
Saydığımız bu beş tehdidin, özellikle de yeni bir uluslararası düzen şekillenirken Arapları güvenlik politikalarını gözden geçirmeye teşvik etmesini umut ediyorum. Bölgenin geleceğini şekillendirmede rol almak ve ardından uluslararası düzenin şekillenmesine katkıda bulunmak için güvenlik politikamızı yeniden değerlendirmenin zamanı geldi.
Ancak bunu yapabilmek için önce şu soruları cevaplamalıyız: Şimdi 30 yıl öncesine göre daha mı güvendeyiz?
Şu anda bu tehditlere karşı koymak için ne yapabiliriz?
Bu tehditlere kolektif bir şekilde karşı koyabilir miyiz?
Eski Mısır devlet başkanı Sedat’ın barış girişiminden doğru dersleri çıkarabilir miyiz?
Bir Arap ülkesinin girişimini bölgenin güvenliği, istikrarı ve refahı için bir  kazanca dönüştürmek mümkün müdür? Bu tehditlerle yüzleşmeden ilerleme kervanına katılabilir miyiz?
Bu soruları yanıtlamak için, Arap güvenliğine dair tüm Arap ülkelerinin güvenliğine hizmet edecek birleşik bir yaklaşım benimsemeliyiz.
Arap ülkelerinin son 30 yıldaki durumunun, sömürge döneminden beri benzerini görmediğimiz yabancı müdahalelere kapıyı araladığı aşikardır. Arap devletleri, bir tür ortak Arap eyleminin bulunduğu 30 yıldan fazla bir süre önce maruz kaldıkları tehditlerden çok daha fazlasına maruz kalmaktadırlar.
İşte bugün karşımızda, zayıf ve parçalanmış bir Irak, uzun süren ve yabancı müdahalesiyle çetrefilleşen bir iç savaşın sonucu olarak trajik durumdaki bir Suriye duruyor.
Mısır, Müslüman Kardeşlerin felaket yönetiminin ardından iç işlerini yeniden düzenlemekle, bazı Arap ülkeleri de İran tehditleri ile meşgul. Bunların tümü, Arap ülkelerini kötü niyetli müdahalelere ve daha fazla dış tehdide karşı savunmasız yapan faktörlerdir.
Bölgenin içişlerine yönelik yabancı müdahaleleri engellemenin imkansız olduğunu iddia edenler var, ama ortak Arap eylemiyle bu müdahalelerle yüzleşmek veya en azından zararlı etkilerini azaltmak mümkün.
Suriye, Irak, Libya, Somali veya Lübnan'da olsun, ulus devlet modelinin şiddetli baskı altında olduğunu anlamalıyız. Arap ulus devletini korumak, sadece bu ülkelerin vatandaşlarının çıkarlarını korumak değil, aynı zamanda bölgesel istikrarı sağlamak için de bir ön şarttır. Arap ülkelerinin tüm bu tehditlerle aynı anda yüzleşmeleri gerçekçi olmayacağından bazılarıyla başa çıkmak adına belirli adımlar atabilirler:
İlk olarak Filistin cephesinde şu adım atılabilir: BAE’nin deklare ettiği gibi İsrail’in “Filistin topraklarının ilhakını durdurma” kararı almasından sonra, Filistinliler ve İsrailliler arasındaki müzakerelere temel teşkil edecek alternatif bir plan önererek “Yüzyılın Anlaşması” gömülmelidir. Filistinlilerin yaşanabilir ve başkenti Doğu Kudüs olan bir devlete sahip olma hakkını korumanın tek yolu bu olabilir. Bu, ahlaki bir zorunluluk olmasının yanı sıra bölgede uzun vadeli istikrarın sağlanması için de bir zorunluluktur.
İkincisi; Suriye ve Irak'ı tam anlamıyla Arap saflarına döndürmek için somut önlemler alınmalıdır. Bunun için Suriye'de siyasi uzlaşıyı hızlandıracak bir Arap girişimi gerekmektedir. Irak’a gelince, Bağdat ile her alanda işbirliğinin yoğunlaştırılması anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü; Libya'da siyasi bir çözüme ulaşmak için inisiyatif almak acil bir ihtiyaçtır.
Dördüncüsü; Lübnan yalnız bırakılmamalıdır. Arap ülkeleri Irak deneyiminden ders çıkarmalıdır. Bu önemli Arap ülkesi, 20 yıl dış güçlerin kötü niyetli politikalarına kurban edildi. Arap ülkeleri, acil insani yardım sağlamanın yanı sıra Lübnanlılara ülkelerini siyasi ve ekonomik açıdan yeniden inşa etmede yardım için ön saflarda olmalıdır. Beyrut limanının bir Arap projesi olarak yeniden inşa edilmesi bunun girişi olabilir.
Beşincisi; Arap ülkeleri, Etiyopya ile özelde Nahda Barajı ve genel olarak Nil suyu ile ilgili ihtilaflarında hem Mısır hem de Sudan'ı desteklemek için somut adımlar atmalıdır. Bunu,  uluslararası finans çevrelerindeki etkilerinden yararlanarak, ekonomik yardım ve yatırımlarını Addis Ababa'nın Kahire ve Hartum ile işbirliğine, tüm tarafların çıkarlarını koruyan bağlayıcı bir anlaşmaya varması şartına bağlayarak gerçekleştirebilirler.
Son olarak; Arap ülkelerinin güvenliğine yönelik tehdit kaynaklarının bir Arap ülkesinden diğerine farklılık gösterdiğini, kolektif Arap güvenliğinin sadece bir yanılsama olduğunu ve şimdi Arap ülkeleri için önceliğin iç işlerini düzene sokmak olduğunu öne süreceklerin bu argümanlarını anlıyorum.
Ancak, bugün Arap ülkelerinin güvenliğinin, az da olsa bir ortak Arap eyleminin var olduğu 30 yıldan fazla bir süre öncesine göre çok daha kötü olduğu da bir gerçektir. Geçmiş deneyimlerimizden dersler çıkarmalıyız. Duygu ve sloganlara değil, devletlerin gerçek siyasi, güvenlik ve ekonomik çıkarlarına dayalı bir Arap düzeni inşa etmek, çıkarlarımıza yönelik bireysel ve toplu tehditlerle başa çıkmak için ortak bir vizyon oluşturmaya çalışmalıyız.
Arap dünyası bir yol ayrımında, ya kaderini kendisi belirlemek için omuz omuza verecek ya da yabancıların geleceğini manipüle etmesine izin verecek.