Son yirmi yılın en çok cevabı aranan sorusu, “ABD’nin küresel liderliği bitti mi, bitti ise yeni lider kimdir?” sorusudur.
Özellikle 11 Eylül terörist saldırıları sonrasında bu sorunun anlamlı hale geldiğine ilişkin yoğun bir konsensüs oluşmuştur. Oysa ABD, SSCB’nin çökmesinin resmiyet kazandığı 1991 yılında tek kutuplu dünyanın tek süper gücü ilan edileli daha 10 yıl olmuştu. On yıl sonra 11 Eylül terörist saldırılarından sonra ABD’nin küresel liderliğinin devam edip etmediğini test eden birçok olay yaşandı.
İran, Kuzey Kore, Çin ve Rusya, ABD'nin "güç"ünü tartışmaya açan testler yapıyorlardı. İran’ın nükleer güç olarak ortaya çıkma olasılığı ve bunun sonucunda ABD ile İran arasında bir nükleer anlaşmanın yapılması en çok tartışılan konu oldu.
Güney Osetya’nın, Abhazya’nın ve Kırım'ın değişen statüleri ve Rusya'nın ABD içerisindeki etkisinin arttığı yönündeki analizlerle birlikte aynı panoda yan yana görünmek strateji mi yoksa gerçek mi sorularını iyice canlandırdı. Kuzey Kore’nin nükleer "tehditleri" de bu tabloya "ciddiyet" kazandıracak bir diğer dinamik olarak eklendi.
Bu arada Irak’ın işgali ve Saddam Hüseyin'in yıkılması Ortadoğu denkleminin yeniden kurulmasına yol açmıştır. Böylece ABD, on yıllardır hayalini kurduğu, en çok yatırım yaptığı bir coğrafyanın tam göbeğine oturmuştur. Afganistan’dan sonraki en elzem yerleşimden sonra bölgesel ve küresel pazıl yeniden oluşturulmuştur.
Askerî teorilere göre ABD artık karada Ortadoğu ve Orta Asya’da kalpgâha yerleşmiş ve küresel liderliği veya daha doğru tanımlama ile ABD İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bir yandan Çin denen olgu baş gösterse de ABD’nin tek kutuplu dünyanın tek hegemonik devleti olduğu deklare ediliyor ve kabul görüyordu. Dünyadaki yüzlerce yerleşik askeri üssün yanı sıra gezen askerî üsler, gücü perçinleyen konvansiyonel onaylayıcılar işlevi görüyordu.
11 Eylül terörist saldırılarının Dünya Ticaret Merkezi ağırlıklı yarattığı yıkım, ilerleyen süreçte Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkımını "sembol" haline getiriyor ve saldırıya uğrayan Pentagon gibi diğer stratejik unsurları ikinci plana atıyordu.
11 Eylül terörist saldırıları sanki Dünya Ticaret Merkezi’ni yıkarak, ABD’nin artık dünya ticaretinin merkez üssü olmadığını adeta vurguluyordu. “11 Eylül terörist saldırılarının belki de vermek istediği tek ve en stratejik mesaj bu mudur” diye 20 yıl sonra sorgulamak bugün daha anlamlı hale gelmektedir.
Ardından da Pentagon’un vurulmasıyla ilgili görselleri de anımsayınca 11 Eylül terörist saldırılarının ilerleyen süreçte ABD ve küresel hegemonyası bağlamındaki tartışma konularını bir nevi listelediği ortaya çıkmaktadır.
ABD’nin 11 Eylül terörist saldırılarının hemen sonrasında giriştiği askerî, psikolojik ve siyasal ataklar ve yerleşimler, ABD tarafından ana hedefin çok hızlı bir şekilde analiz edildiğini ve beklenen güç vurgulamasının yapıldığını da göstermektedir.
2001 yılından itibaren ABD’nin girmek isteyip de girmediği tüm hedeflerine girdiği ve yerleştiği de genel kabul görmüştür.
O halde günümüzde giderek artan oranda devam eden, “ABD’nin gücünü kaybedip etmediği ve yeni küresel hegemonun Çin olup olmadığı tartışmaları ve analizleri, göründüğünden daha derin ve daha stratejik içeriklere sahiptir” demek zorunluluğu vardır.
Güç, malum olduğu üzere bir kargo paketi değildir ve bir forklift ile oradan alınıp şuraya konan bir nesne de değildir. O halde ABD’nin gücünün önemli oranda hala stratejik olarak da takviye edildiğini de dikkate almak yerindedir ve “küresel hegemonyasında bir zaafiyet yoktur” hükmünü teyit edecek düzeydedir.
Aslında olay bu tablo teyid edildikten sonra başlamaktadır. Aslında yarım yüzyıldır dünyanın önemli kuruluş ve çeşitli odakların aktörleri, “güç nedir” sorusuna yeni yanıtlar aramaktadırlar.
OECD, Dünya Bankası, IMF ve daha birçok uluslararası kuruluş ve küresel finans devleri, güç tabloları yayınlamaktadır. Bu konvansiyonel güç tabloları, üretim, ihracat, rezerv para birikimleri, finansal enstrümanlar sahipliği, teknoloji üretimleri, istihdam, uluslararası ekonomideki payları, ithalat rakamları, askerî ve siyasal güç gibi parametreleri içermektedir. Buradaki değişimler üzerinden de ABD’nin ve sonraki olası küresel liderin azalan ve yükselen ve düşen öğeleri işaretlenmektedir. Bu matematiksel ve istatistiksel işlemler sonucunda da "somut verilerden" hareket ederek ABD’nin zayıfladığı, Çin ve gelişmekte olan ülkelerin Batı’nın yerini aldığına ilişkin analizler ve değerlendirmeler yapılmaktadır.
Bu ekonomik, finansal, ticari, mali ve sair somut veri kümeleri ve rakamlar, ABD ve sonraki küresel lideri bulgulama bağlamında, Batılı anlamda bilimsel ve mantıksal olabilir.
ABD’nin gücünün günlük, haftalık, aylık ve yıllık durumunu gösteren power (güç, iktidar) tablosunun istatistiklere ve rakamlara dayalı bu yüzü, hem Batı’nın kendi içindeki çeşitli psiko-ulusal hem de Batı’nın dışındaki uluslararası sisteme yönelik bakış ve değerlendiriş vizyonunu göstermesi açısından da oldukça ilginçtir.
Batılı bilim insanları ve elitler, bu tablolar ve analizler aracılığıyla kendi kitlelerini "bakın, ipler elimizden kaçıyor" anlamında bir nevi yeniden ateşlemeye çalışmaktadır. Bir yandan da verilerin simülasyonunu yaparak kademeli bir şekilde ABD haritasından çıkarak yeni olası küresel hegemonun atlasında imtiyazlı bir jeostratejik konum elde etme testleri yapmaktadırlar.
Amaç ne olursa olsun güç kavramının konvansiyonel anlamında bir aşınmanın olduğu Batı’da genel bir ön kabul olarak alanını genişletmektedir. Buna karşılık yine Batı'nın bilim insanları, askerleri, politikacıları ve aydınları, modern stratejiler bağlamında güç kavramının içeriğinde ve tanımında yeni boyutlar keşfetmekte, bulgulamakta ve yeni kavram madenciliğinin sonucunda aşırı soğukkanlı denebilecek tarzda "yeni güç"ün niteliklerini belirlemektedirler. Bu yeni güç parametreleri de doğal olarak moral bozucu nitelikler taşımaktadır.
Olayın gelişmekte olan ülkeler penceresi ne yazık ki Batılı bilim insanlarının ve sair elitlerinin "Batı bazı alanlarda üstünlüklerini kaybetmektedir" tezini destekleyici olgular bulgulamıyor. Singapur, Güney Kore, Endonezya, Vietnam, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerde iç ayrımlara gereksinim vardır.
Gelişmekte olan ülkeler kavramı içinde yer alan kitlelerin refah düzeylerinin artması stratejik noktayı oluşturmamaktadır. Birçok gelişmekte olan ülke insanları için kültürel ve sosyal gelişmişlik, ekonomik kalkınmanın öncülü olarak görülmektedir. Ülkelerindeki radikal akım ve radikal sosyal alanların artması, bu insanları yoksulluktan daha çok etkilemektedir.
Ortaya çıkan çelişki büyüktür. Batılı bilim insanları, ekonomistler, elitler ve aydınlar, “Batı ekonomik olarak zemin yitiriyor” kaygısını yaygın şekilde yaşarken ve olaya neredeyse salt ekonomik pencereden bakarken, gelişmekte olan ülkeler, kitlesel cehalet artışı, kitlesel radikalleşme eğilimleri ve kitlesel kültür ve insani değerler yitimi açısından bakmakta ve endişelenmektedir. Bunun dışavurumu da mülteci akınları olarak ortaya çıkmaktadır.
Batı'nın küresel ekonomik tabloyu ekonomik, gelişmekte olan ülkelerin insanlarının ise meta-ekonomik olarak değerlendirmeye almaları, kültürel kökenlere çok ters düşmese de kültürel gelişmişlik endeksine aykırı bir durumdur. Avrasya kıtası bağlamında Doğu ve Batı kültürleri arasında kitleler söz konusu olduğunda farklar inanılmaz derecede hala keskindir.
Batı’da New York, Londra ve Paris gibi çeşitli ülkelerden gelen insanları yeni ortamlarına adapte edecek ve onları yeni ülkenin yabancısı olmaktan çıkarıp, toplumsal uyumu sağlayacak metropoller aslında bu "sosyal tablo”yu ve olguyu değiştirecek gözlem kuleleri olarak küresel ortak kaygıların oluşumunu sağlamakta ciddi işlev görebilirler.
Bu küresel kültürel ve sosyal uyumlama mekanizması oluşturulabilirse Batı ve gelişmekte olan ülkelerdeki yanlış kaygılar ve bunun ürettiği küresel gerilimler, daha kolay giderilebilir.
Ancak İngiltere ve Fransa arasında meydana gelen Manş Denizi’ndeki Jersey Adası gerilimi, ülkeler arası marjların daralması sorununun büyüklüğü bakımından ciddi ipuçları vermektedir.
Martin Jacques’in “Çin Hükmettiğinde Dünya’yı Neler Bekliyor” adlı kitabında yanıtı aranan soru, ABD’nin sonrasında Çin yüzyılının nasıl olacağıdır. Batı’yı Batılı parametreler bağlamında çok ciddi bir irdelemeye tabi tutan kitap, 75 yıllık ABD liderliğinin ve Batı'nın şu anki konumunu somut ekonomik verilere dayanarak analiz ettiğinde karamsarlığa yakın bir tablo çiziyor.
Küreselleşme ve neoliberalizm gibi kavramlara en çok emek harcayan ülkenin İngiltere olması ve ABD sonrası hegemonyanın nasıl olacağı ve/veya olması gerektiği konusunda neredeyse tüm bilimsel, siyasal, askerî, diplomatik ve kültürel birikimini harekete geçirerek yanıt araması bir kenara not edilmelidir.
Martin Jacques’in kitabı yazarkenki ilişkiler ağı ve durakları, vizyonu ve analizleri, verilen emeğin olağandışılığı, yazarın Batı ile ilgili endişelerini bizzat çürütüyor. Sürecin sonunda oluşabilecek tabloyu net bir şekilde görmesi, kaygıları harekete geçirse de gelişmekte olan ülkeler açısından alınması gereken daha çok uzun bir yol var.
Anadolu’da “eşeğe altın semer vursan da eşek, eşektir” diye bir atasözü var. Gelişmekte olan ülkelerde refah ve gelir artışının ana sorun gibi görünmekle birlikte asıl problemin merhum Prof. Dr. Sabri Fehmi Ülgener’in bulguladığı gibi akıl ve zihniyeti kullanamama olduğu ortadadır.
Zenginliği, refahı ve ekonomik gelişmişliği, akıl ve zihniyeti verimli kullanarak artırmaktan başka yol yoktur.
Batı'nın tüm dünyayı milimetrik olarak araştıran üniversiteleri, araştırmacıları, girişimcileri, aydınları, seyyahları ve diplomatları hala önemli oranda enerjisini korumaktadır.
Martin Jacques’in “Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor” kitabı bağlamında söylenebilecek olan en önemli hüküm cümlesi, daha önce de altını çizdiğimiz, devletlerin, bireylerin, şirketlerin yani ulusal ve uluslararası sosyal ve siyasal yapıların marjlarının giderek daha da daralması olgusunu istatiksel ve ekonomik verilerle temellendirmiş olmasıdır.
Jersey adası krizinde olduğu gibi İngiltere ve Fransa arasındaki gerilimin bir anda küresel bir kriz üretecek potansiyeli taşıması, küresel anlamda gelinen aşamayı göstermesi açısından olağanüstüdür.
Bu arada İngiltere’nin Falkland adaları söz konusu olduğunda gösterdiği askerî performansın şu anda hangi noktada olduğu sorusunu Fransa da sormuştur.
Devletler, şirketler, bireyler, kurumlar ve kuruluşlar arasında marjlar daralma eğilimini artırıyorsa, dünyadaki çatışma ve kriz bölgeleriyle zenginlik (güç, iktidar, kapsama alanını genişletme) artırıcı bölgeleri daha da yakından takip etmek gerekmektedir.
Pandeminin sağlıkla ilgili test olgusunu kurumsallaştırması gibi uluslararası ekonomideki değişimler de devletlerin test stratejisini kullanımını standart hale getirecek mahiyet arzetmektedir.
ABD ve Çin’in hegemonya kavramı çerçevesinde zihniyet analizleri giderek ön plana çıkmaktadır. İkincil hegemonlar diyebileceğimiz ülkeler, ön zihniyet yoklamaları ile değişimi öngörmek ve denetlemek amacıyla çeşitli testler oluşturmaktadırlar.
“Dün ABD ve Çin bu noktadaydı, şimdi niye bu düzleme geldi” soruları ve yanıtları küresel aktörler için yaşamsal önemde olacaktır. Bu bağlamda OECD, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF gibi uluslararası kuruluşlar da topladıkları veriler ve yayınladıkları analizler ile hem veri hakemliği hem de gidişatın seyrini objektif şekilde ortaya koyarak yönlendirici statülerini devam ettirmektedirler.
Böylesi bir tabloda “çayın taşı ile çayın kuşunu vurma” stratejisinde başarılı olan ülkeler, minimum güç harcaması ile maksimum kazanım elde edecek yeni yollar bulmakta rekabet edeceklerdir.
Devletlerin yaptığı yerel, bölgesel ve küresel siyasal, etnik, sosyal, ekonomik, finansal, kültürel dinsel ve psikolojik test sayılarının ulaştığı düzey, kullanılabilecek ulusal, uluslararası ve küresel anlamda opsiyon neredeyse bırakmamaktadır.
Konvansiyonel, nükleer ve geliştirilmiş savaş sistemlerine sahip ülkeler açıktır. Fakat gücün klasik tanımının dışında kazandığı içerik, gelişmiş ülkeleri de tedirgin etmektedir. Ve yeni güç tanımı söz konusu olunca, güçlü ülkeler hangileridir bilinmemektedir. Yeni fakat henüz kapsamlı bir şekilde tanımlanamayan güç kavramı politik psikolojiyi patalojik hale getirmektedir.
Konvansiyonel gücü güç olmaktan çıkaran yeni güç kavramı hangi parametrelerden oluşmaktadır, bu sorunun yanıtı küresel sistemin mimarisini radikal bir dönüşüme uğratacaktır.
Son Haberler
- Şam'da Şera ile SDG lideri Abdi arasında Barrack'ın da katıldığı bir toplantı gerçekleşiyor
- ‘Hayalet kamp’... Batı Şeria'da on binlerce kişi İsrail operasyonları nedeniyle yerinden edildi
- Filistin Yönetimi, Netanyahu ve Trump'ın açıklamalarından sonra Gazze Şeridi'nin devletleşmesi ve yönetilmesi konusunda ısrarcı
TT
Yeni küresel hegemonlar testte
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة