Sam Mensa
TT

Obama’dan Biden’a bırakılan Ortadoğu

Yakın zamanda, dönemin Başbakanı Refik Hariri'nin öldürülmesinin ardından 26 Nisan 2005'te zorla çıkarılmasından 16 yıl sonra Suriye ordusunun, krizinin çözümüne bir giriş noktası olarak Lübnan'a geri dönme olasılığını öne süren bir dizi makale okuduk.
Bu makaleler bilhassa ciddiyetleri ve ağırbaşlılıkları ile bilinen kalemler tarafından yazıldıkları için, bu aşamada, bu tür varsayımların arkasındaki nedeni anlamak zor. Suriye Lübnan'a nasıl dönebilir, kendisi bölgenin on yıllardır acımasızlık ve vahşette bir benzerini görmediği bir iç savaşın içinde. İran ve Rusya’nın vesayeti altında. Bundan başka topraklarında 3 ülkenin çeşitli rolleri bulunuyor; kuzeyi ile doğusu arasında Türkiye ve ABD. Suriye’ye dağılmış İran askeri mevzilerine, hatta çoğu zaman bizzat rejimin mevzilerine yönelik rutin hava saldırıları düzenleyen İsrail.
Bu önerinin gerçeküstücülüğüne rağmen, uluslararası ve bölgesel düzeydeki gelişmelerde, Lübnan krizinin karşı karşıya olduğu tam ve eşi görülmemiş tıkanıklıkta, ayrıca aralarındaki sınırların neredeyse ortadan kalkmasıyla sonuçlanan iki ülkeyi bir araya getiren birçok benzerlikte bunun gerekçelerini bulabiliriz. İki devletin kalıntıları siyasi-hukuki anlamda iki bağımsız varlık olarak devam etse de birden fazla düzeyde iç içe geçmiş bulunuyor; kontrolsüz sınırlar, çökmüş siyaset, zayıf yargı, asayişsizlik, çöküş noktasına gerilemiş ekonomi, dumura uğramış bankalar ve rolleri, gerilemiş sağlık hizmetleri ve eğitim kurumları düzeyi, yüksek yoksulluk oranları, en önemlisi de iki ülkenin birlikte İran şemsiyesi altına girerek egemenliklerini kaybetmiş olmaları. Kim bilir gelecekte Lübnan’ın katılımıyla ikisi, genişleyen Moskova şemsiyesinin altına da girebilirler. Lübnan, kendisini Suriye ve çevresinden ayıran tüm özelliklerini yitirdiği bir aşamaya giriyor, öyle ki İran'ın yanı sıra Rusya ve Esed rejimi tarafından kontrol edilen "yararlı Suriye"yi andırır hale geldi.
Sonuç olarak, Suriye rejimi Lübnan'a geri dönmeyecek çünkü iki ülke ve belki de Irak'ın bir bölümü, her türlü çıkar ve yaşam tarzının iç içe geçtiği iki devletin siyasi çerçevesi içinde yaşayan tek bir coğrafi bölge haline geldi. Lübnan-Suriye topraklarında ve sınırlarında çoğalan kaçakçılık vahaları, önümüzdeki günlerde bizi bekleyenler için bir örnekten başka bir şey değil. Bu açıklama abartılı olabilir, ancak sahadaki nedenleri birden fazla.
Birinci neden, yeni ABD yönetiminin bölgeye yönelik yaklaşımlarından kaynaklanan uluslararası değişikliklerdir. Göstergeler, söz konusu politikanın Barack Obama’nın çekilme politikası ile Donald Trump’ın İran’a yönelik katı politikasının bir karışımı olduğunu gösteriyor. Bölge ülkelerinin ABD ile ilişkilerini ve kendi aralarındaki ilişkileri bozan “Obamaizm” ile küresel liderliğe kaba ve pervasız dönüşün arka planında, Washington'un bölgedeki müttefikleri bölgeye yönelik politikasının anahtar kelimesinin artık "Aranızdaki sorunları kendiniz halledin, biz karışmayacağız" olduğundan eminler.
Bu basitçe Maşrık (Ortadoğu Arap) ülkelerinin, yani Suriye, Lübnan, Gazze ve bir dereceye kadar Irak'ın İran'ın hakimiyetine bırakılacağı anlamına geliyor. Bu da Arap Körfez ülkeleri ve Mısır ile bu ülkeler arasındaki uçurumu derinleştirebilir.
İran açısından, Biden yönetiminin ciddi bir şekilde nükleer anlaşmaya geri dönmeye çalıştığı doğru, ancak Obama yönetiminden farklı olarak, anlaşmaya katılması koşuluna karşılık İran’ın tüm ihlallerini haklı görmediği de doğru. Özellikle de bu ihlaller artık bölge ülkelerinin iç işlerine müdahale ile sınırlı kalmayıp, uluslararası deniz taşımacılığı koridorlarının güvenliğini ve emniyetini de etkilemeye başladığı için. Ayrıca, İsrail'in Suriye’deki İran yayılmacılığını dizginleyerek ve son zamanlarda tanık olduğumuz gibi İran’ı kendi topraklarında hedef alarak, güvenliğini ve çıkarlarını savunmasına izin veriyor, ki bu, iki yönetimin performansı arasındaki büyük farkı oluşturuyor.
İkinci neden, Washington'un Suriye'ye yönelik politikasının üç konuya dayanan sürekliliğidir. Bunların ilki, rejim güçleri ve müttefiklerine karşı SDG (Suriye Demokratik Güçleri) ve Washington'un istemediği geniş çaplı bir savaşa sürüklenmeden elde ettiği başarıları desteklemek. İsrail'in İran mevzilerine düzenlediği hava saldırılarını tasvip etmek, Beşşar Esed’in bir dönem daha başkanlık yapmasını ve yeniden seçilmesi için kendisine meşruiyet sağlamayı kabul etmemek. Washington’un Esed rejiminin işlediği suçların üzerinden atlayıp geçmesi de imkansız. Bunun tercümesi; yaptırımları kaldırmamak ya da hafifletmemek, rejime yardım sağlamamak, rejimi uluslararası alanda yeniden yüzdürme girişimlerini ya da ABD ve Avrupa'nın onunla ilişkileri normalleştirme sürecini durdurmak. Bunu en doğru ifade eden de Biden’ın “rejimin davranışı ulusal güvenliğimizi tehdit ediyor” açıklamasıdır. ABD’nin bu konulardaki tutumları, Suriye politikasının değişmediğini doğruluyor. ABD özellikle Moskova’nın olumlu rolüne, Esed ile Rusya arasında bir anlaşmazlığa ya da Moskova ile Tahran arasındaki bir anlaşmazlığa güvenmenin bir illüzyondan ibaret olduğunun açıkça anlaşılmasından sonra bundan başka bir yol takip etmek istemiyor.
Üçüncü nedene gelince, Arap Birliği’nin başını çektiği bazı Arap ülkelerinin, Şam ile kesilen ilişkileri yeniden birbirine bağlamaya çalışarak, Washington’un Suriye rejimiyle normalleşmeyi reddeden pozisyonunun aksi bir pozisyon benimsemeleridir.
Bu Arap pozisyonu, ABD'nin nükleer anlaşmaya dönmesi için Viyana’da gerçekleşen müzakerelerdeki gelişmeler ve Tahran'a yönelik yaptırımları kademeli olarak kaldırması tarafından yönlendirilmektedir.
Keza bu yeni durumdan kaynaklanan son gelişme, yani sonuçları bölgedeki durumu etkileyecek olan Suudi Arabistan ile İran arasındaki yakınlaşma girişimleri tarafından da.
Bu nedenlerden ötürü, neler olacağına dair en olası izlenim, bölgenin, özellikle de İran ve Rusya şemsiyesi altına girmeye aday Maşrık bölgesinde, sahadaki gerçekleri sabitleme yolunda ilerleyeceği yönündedir. Aynı zamanda Körfez ülkeleri de İran ile yatıştırma yoluna gidecekler.
Körfez-İsrail rotasında ise ilişkilerin yüksek sıcaklıklar yaşanmadan devam etmesi, İsrail'in kendisi ile ilişkileri normalleştiren ülkelerle iyi ilişkilerini düşük ateşte ve sessizce genişletmeyi sürdürmesi bekleniyor.
Sonuç olarak, Maşrık ülkeleri terk ediliyor ve halkları zorla istemedikleri yöne götürülüyorlar. Hizbullah’ın siyasi karar mekanizması üzerindeki hegemonyasının tanınması ile Lübnan'da, Esed’in görev süresinin bir 7 yıl daha uzatılarak Suriye’de statükonun pekiştirileceği yeni bir aşamaya yönlendiriliyorlar.
Bu iki ülkenin her düzeyde muzdarip olduğu sorunlar ise aynı hızda çürümeye devam ediyorlar.
Bölünmüş Filistin’e gelince, seçimlerin engellerle karşılaşmasından sonra olduğu gibi kalacak.
İsrail ise, karmaşık iç koşullar, İran'ın nükleer programı, Lübnan ve Golan cephelerindeki hassas füzelerden duyduğu endişelerle sarsılıyor. Bu karanlık kaderden çıkış yolları üç tarafın elinde:
Bu gerçeği değiştirmeye en kudretli taraf Washington, ancak artık bu konuda isteksiz, hatta bölgeden çekildi ve gözleri ile endişeleri başka yerlere odaklanmış bulunuyor.
İkinci taraf, İran hegemonyasından zarar gören Arap halkları ve devrimleridir. Bu, tüm kötülüklere göz yuman uluslararası bir sistemin ortasında haklara, özgürlüklere, demokrasiye ve hoşgörüye saygısı olmayan zalim rejimlerle yüzleşmek için zaman, fedakarlıklar ve ıstıraplara katlanma gerektiriyor.
Üçüncüsü, İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Arap ülkeleridir.
Tel Aviv ile Filistinlilerle arasındaki çatışmada adil bir çözüme ulaşarak masayı Tahran'ın aleyhine devirmeye çalışırlarsa, İslami direniş ve karşı çıkma tüccarları ellerindeki bu kartı kaybeder ve onunla birlikte varlık nedenleri de ortadan kalkar. Bu, gerçekleşmesi en zor ve karmaşık misyon olsa da en etkili olanı olmayı sürdürüyor.
Hem İran'da hem de İsrail'deki kapalı ideolojiler nedeniyle bu yaklaşımlar zor, ancak bunlar olmadan Ortadoğu uzun süre yangın yeri olarak kalacak.