ABD, Irak savaşını başlattığında -ki Afganistan savaşından iki yıl önceydi- bu savaşa, ideolojik fazlalık ve askeri noksanlık eşlik etti. Bağdat'a giden güçler, savaşın gerektirdiğinden daha az ve daha küçüktü. George W. Bush'un bu amaçla kurduğu ittifak, babası Bush'un Irak ordusunu Kuveyt'ten çıkarmak için kurduğu güçlü koalisyona kıyasla çok zayıftı. Bu ilgisizliğin sebebi neydi? Cevap ideolojik iyimserlikte yatmaktadır:
“Saddam Hüseyin, yalnızca demokrasi isteyen Irak toplumunun yüzeyindeki bir kabuktur. Irak'a girer girmez çiçeklerle karşılanıyoruz. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya’da ve Japonya'da yaşananlar, burada da tekrarlanacak. Yani, Amerikan himayesi ve mühendisliği altında çöken faşist rejimlerin yerine demokrasi kurulacak. Soğuk Savaş'tan sonra Orta ve Doğu Avrupa'da yaşananlar burada tekrarlanacak, yani herhangi bir savaş olmaksızın demokrasiye akın edilecek. Burada, insanlık emperyalizmi altında dünyaya, değerlerin ve çıkarların birbirini tamamlayabileceğini kanıtlayacağız. Irak, Ortadoğu halkları için model olacak bir demokrasiye sahne olacak. Sadece tiranlıkla hayat bulabilecek olan teröre sonsuza kadar veda ediyoruz.”
Bütün bu argümanların ve teorilerin seferber edilmesinin ardından herhangi bir çekincenin şüpheli hale geleceği şekilde alelacele Bağdat’a gidildi. “Yolculuk çok güvenli. Ey Avrupalılar! Gelin bu tehlikesiz macerada bize katılın.” Washington'daki hiç kimse, Irak'taki mezhepler, etnik kökenler ve modern Irak tarihindeki çatışmalara ilişkin konuşmaları duymak istemedi. Bölgenin yöneticileri ve halklarının böyle bir şey hazır olup olmadığı göz ardı edildi. Savaş öncesi kuşatma yıllarında, demokrasinin gereklerinden olan Irak orta sınıfının yok edildiğine ilişkin konuşmalar da kulak arkası edildi.
Herkes meseleye tek gözle baktı ve diğer gözünü kapattı. Bu yolculuğu yapma ısrarı delil yetersizliğiyle çatıştığında yalana başvuruldu. Colin Powell’in Güvenlik Konseyi'nde kitle imha silahları hakkındaki yalanı, tarihi yalanlar sözlüğüne girdi. Ardından Irak'ta yeni bir modeli inşa etme niyetinin, 11 Eylül'ün öncesine uzandığı ortaya çıktı. Neo-muhafazakâr tutkulu devrimciler, tarihin onları asla hayal kırıklığına uğratmayacağına yemin ettiler.
Bu naif iyimserlik senaryosunun ömrü uzun olmadı. Mezhepler ve etnik gruplar hızla dişlerini gösterdi. Direniş, Sünni ve Şii aşırılık yanlılarının arasındaki rekabetin unsuru haline geldi. Bazı kesimler sessizce yaşananları takip ederken, bazıları ise bombalar patlatıp teröristlere destek verdi. İran, savaşın kazanan tarafı gibi görünüyordu. Böylece ABD, sadece birkaç hafta içinde demokrasiyi kurma savaşından terörle savaşa geçti. Kısa süre sonra Iraklılar, ıslahı mümkün olmayan bir kişinin zulmüne uğradılar. Ebu Garib ve Buka cezaevleri yeni dönemin anıtları oldular.
Öncesinde demokrasiyi en çok seven ve onu bekleyen bir halk olarak gösterilen Iraklılar, artık doğaları gereği terörü en çok benimseyen insanlar olarak lanse edildi. Müdahalenin hızlıca yapılması çağrısında bulunanlar, bu kez bir an önce çıkılması çağrısı yaptılar. Amerikan kamuoyu da ayrılma için baskı yaptı. Bu durum birçok şekil aldı. Fakat bunun en saf hali kesinlikle Afganistan'ın birkaç gün önce tanık olduğu geri çekilmedir.
Bu hüsnükuruntu, halkların idealleri ile ırkçılık arasında sürekli bir dalgalanmaya yol açmıştır. ABD’nin demokrasi kurma ve iyilik yapma gücü konusunda iyimser olan sağcı Arap danışmanlar da bu idealleri takip ettiler. Kaçınılmaz bir cennete giden yoldaki bütün zulümleri haklı çıkardılar. Sloganları ise şuydu: “İçeri girin, mümkün olduğunca çabuk müdahale edin ve yapılabilecek her şeyi yapın.”
Buna karşıt bir pozisyonda bulunan solcular ve sömürge sonrası Araplar, tüm toplumlarda meydana gelen kötülüklerin tek sebebinin ABD olduğunu ve kötülüğün onun en temel malı olduğunu düşündüler. Bunların sloganı şöyleydi: Dışarı çıkın, mümkün olduğunca çabuk ayrılın ve tüm gücünüzle çekilin.
Bu iki sloganın arasında, halkların ve seçkinlerin zaman zaman büyük bir gürültüyle kesintiye uğrayan sessizliğinden başka bir şey yoktu. “Ne olursa olsun saldırın” diye haykıran Cumhuriyetçilerin ardından “Ne olursa olsun çıkın” diye bağıran Demokratlar geldi. Öncekine iyimserlik, sonrakine ise karamsarlık hâkim oldu. Gertrude Bell veya Freya Stark'a benzeyen; zor, karmaşık ve bilgece sözler söyleyen birini arayanlar çok az şey bulacaklardır.
TT
ABD’nin müdahale politikalarında iki feci an
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة