Mustafa Fahs
TT

Kaybettiğimiz İran…

Birçok kişi bu başlığı tartışmalı olarak görebilir ancak bu başlığın benim için özel ve genel olmak üzere iki boyutu var. Özel olarak, İran ile ilişkimin babamdan ve onun devrimin liderleri ile erken başlayan ilişkisi ve devlet kurumlarından tutun akademi ve siyasete kadar uzanan yakın ilişkilerinden ötürü ailevi olarak başladığı bir sır değil. İran ve komşu Arap ve Müslüman ülkeleri ile ilişkisi hakkında geniş çaplı bir tartışma başlatan esas nokta siyasettir. Bu yüzden bu ilişkinin özel ve genel değerlendirmesini tekrar yaptıktan sonra şu anda bu ilişkiyi kaybettiğimizi veya temelde geri kazanma olasılığının olmadığını söylemek ve 11 Şubat 1979'dan beri bunun kaybedilen bir bahis olduğu ve bahsimizin baştan hatalı olduğu konusunda ısrar ederek erkenden radikal bir tavır takınan kişilerin görüşlerinin doğru olduğunu kabul etmek doğru olur mu?
Bazıları için o dönem İran üzerine girilen bahsin ahlaki, İslami ve siyasi gerekçeleri vardı. Şimdi ise bazıları veya çoğu kişi için bu yanlış ve hatalı bir bahis. Buradaki çıkmaz, bu değerlendirme veya tanımlamanın sebebinin İran ile yaşanan krizlerin yığılmasının yanı sıra İran’ı rakip konumundan düşman konumuna taşıyan ve bazılarının gözünde bölgedeki çoğunluğun ‘düşman’ olarak gördüğü kişilerle aynı kategoriye sokan kötü davranışlarının olmasıdır. Kafaları karıştıran şey ise İran’ın düşman konumuna konulma mesuliyetini üstleniyor olması. İran’ın bu konuma gelmesinin sebebi, müdahalelerinin sonucunda bölge halklarının çektiği acılar ve Arap siyasi ve kültürel seçkin tabakanın İran'ın ülkelerini istikrarsızlaştıran politikaları karşısında yaşadıklarıdır.
Halkın kolektif bilincinde bu tutumun gerekçeleri var. Suriye’den başlayalım. Bu ülke Tahran ve Şam rejiminin ortaklığı ile yıkıldı ve halkı katledilip sürgün edildi. Suudi Arabistan’a gelecek olursak herhangi bir normal Suudi vatandaşı için ülkesini hedef alan füzelerin kaynağı İran’dan başkası değil. Bu Iraklılar, özellikle de Necef'e ve onun rolüne yönelik tehlikenin İran'dan geldiğine inanan Şiiler için de geçerli. Iraklılara göre en tehlikelisi de İran’ın resmi kurumlarını kontrol etmesi ve devletin varlığını engellemesi. Yemen’e gelecek olursak, Husi grubunun meşru hükümete karşı yaptığı darbe ve gençlerin devriminin sonuçları İran’ın stratejik hedeflerini gerçekleştirmek üzere geldi.
Suriye'den tutun Irak'a, Yemen'den tutun Lübnan'a kadar İran düşmanlığının boyutu, bu toplumları İran’ın yaptıklarını bir işgal olarak görmeye itiyor. Günlerdir Beyrut’ta gördüğümüz şey bu. Nitekim siyasi, sosyal ve kültürel alandaki bir grup önemli isim, İran işgaline son vermek için Ulusal Konsey kurulması çağrısında bulundu. Bir 10 yıl geriye gidecek olursak bu konsey kurulamazdı. Zira Lübnanlılar arasındaki dikey bölünmenin zirvesinde (8 ve 14 Mart kutuplaşması) bile İran'a ya büyük bir bölgesel komşu ya da bölgeye rolünü dayatmaya çalışan bir rakip olarak muamele ediliyordu. Ancak Lübnan üzerindeki nüfuzunu tamamladıktan sonra bu işgal olarak kabul edildi. Suriye'nin Lübnan üzerindeki hegemonyasının tepe noktasına ulaştığı zaman Şam rejimi için böyle düşünülmüyordu. Çünkü muhalefetin bir kısmı, Araplık, kardeşlik ve komşuluk bağlarını korumak için Suriye'nin rolünü işgal değil himayecilik olarak nitelendirmişti. 1980’lerin başında Filistin ve Lübnan direnişine verdiği destekle Lübnan'a gelen İran, direnişi kontrol altına alıp tekelleştirip bir de üstüne bunu 2009 yılında İsrail’in Lübnan’dan çekilmesinden sonra yavaş yavaş Lübnanlıları boyunduruk altına almak için kullanarak suistimal etmeseydi işgalci güç olarak nitelendirilemezdi.
Tahran'ın anlamadığı şey şu ki, birisinin onu bir rakip, düşman veya işgalci olarak görmesinin sebebi bu kişinin kendisine karşı yürütülen bir dış projenin parçası olmasından değil kendi yaptıklarından kaynaklanıyor. Tahran rejiminin doğasının, kendisiyle ilişkileri normal düzeye taşıma olasılığına galip geldiği tecrübeyle sabitleşti. Bu da İran ile ilişkileri normalleştirme sürecinin yavaşlamasına yol açtı ve bölgenin önde gelenlerini ve halkını bu bölgenin din ve milliyetçilik ile mezhep ve ideoloji arasında iç içe geçmiş, bazı meselelerde ortak noktada buluşma olasılığının zor olduğu ve kimi konularda çatışmalar yaşanan zor bir civar olduğu düşüncesiyle yaşamaya itti. Yani demem o ki, İran’dan vazgeçmek zor ancak onu kazanmak da imkansız.
Dolayısıyla İran düşman olarak değil daimi rakip komşu olarak kalıyor. Toprakları işgal ediyor ve egemenliğini kuruyor ancak bu bölgeden geçen diğer projeler gibi arkasında oldukça az başarının yanında tonla olumsuzluk bırakarak ortadan kaybolacak. Bu yüzden Ömer Hayyâm, Hâfız-ı Şirâzî, Şeceryan, Guguş, Kiyarüstemi, Mahmelbaf, Hatemi ve Şeyh el-Muntazari’yi kaybetmeyeceğiz. Çünkü kayıp sadece askeri kıyafet giyenlerle sınırlı olacak.