Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Sürü zihniyetinden karakter katılığına

“Siyasi kültür” üzerine yapılan araştırmalar bize, yüksek derecede pazarlık ve müzakere yoluyla taleplerini elde etme yeteneğiyle ön plana çıkan toplumlardan bahsediyor. Buna karşılık prensip olarak uzlaşmayı ve karşılıklı ödün vermeyi reddeden toplumlar da var. Hatta daha aşırıya gidip müzakereleri savunanları hain olarak görenler de var.
Herhangi bir Arap ülkesinde 10 kişiye şu soruyu sorduğumuzu varsayalım: Talep ettiğimiz haklar konusunda anlaşmazlık var ve bu hakların yarısını müzakere yoluyla büyük kayıplar olmadan alabiliriz. Bu yarımı kabul mü edelim, yoksa ne kadar sürerse sürsün tüm taleplerimizin yerine getirilmesinde ısrar mı edelim?
Garantili ve külfetsiz olduğu için bu on kişiden yedisinin ilk seçeneği -yani hakların yarısını- kabul edeceğini düşünüyorum. Bazıları şöyle diyecektir: “Elimizdekilere yatırım yapıp kalan yarısını elde etmeye çalışalım.” Fakat geri kalan üçü haklardan vazgeçmeyi korkaklık ve bozgunculuk olarak görecek ve mesela şöyle diyeceklerdir: “Önemli olan kazanç elde etmek değil, önemli olan ne kadar sürerse sürsün, hakkını elde etmek için savaşmaktır.”
Muhtemelen bazı değerli okuyucularım, eldeki iki kuşun ağaçtaki on kuştan daha iyi olduğu konusunda benimle hemfikirdir ve yine büyük ihtimalle çoğu insan böyle düşünecektir.
Ancak Arap toplumunun siyasi pozisyon alma biçimi bu yaklaşımla tamamen çelişiyor. Ulusal (örneğin Filistin) ve bölgesel meselelerde, on kuşun hepsini istiyor ve uzlaşıyı reddediyor. Arap ülkelerinin karşı karşıya olduğu büyük sorunların çözümünü engelleyen sebeplerden birinin de bu olduğunu düşünüyorum.
Arkadaşım Dr. Munqith Dagher, Irak toplumu hakkında yürüttüğü bir araştırmadan bahsetti. Bu araştırmasında “pazarlığa ve müzakereye güç yetirememe” anlamına gelen “karakter katılığı” kavramıyla ilgileniyor. Araştırmalar, bilimsel olarak kanıtlanabilecek gerçek bir tablo çiziyor: “Irak toplumu gerçekten de “karakter katılığı” denilen bir durumla nitelenebilir.”
Elbette, bilimsel araştırmanın göreceli bir standarda bağlı olduğu anlaşılabilirdir. Fakat yine de belirli bir toplumun baskın bir özelliği veya eğilimi hakkında bize genel bir fikir veriyor, yoksa herkesin böyle olduğunu söylemiyor.
Dagher'ın yaptığı türden bir çalışma yapmadım, fakat insanların sözleri ve davranışları üzerine akıl yürüttüğümde Arap toplumunda çok yaygın olan bir ikili tutumun bulunduğunu fark ettim. Bunu şöyle açıklayayım: Bir önceki soruya geri döner ve on kişiye bu soruyu yöneltirsek, yedi kişinin uzlaşıyı ve karşılıklı ödün vermeyi kabul edeceğini göreceğiz. Ancak soruyu büyük bir kalabalığa sorarsak, diğer üçü ayağa kalkacak ve uzlaşmayı kabul etmenin millete karşı büyük bir ihanet olduğunu yüksek sesle haykırdıkları bir söylem geliştirecektir. Ardından herkesin bu tutumu benimsemeye yöneldiğini göreceksiniz. Kendinize şunu sorun: Önceki yedi kişi, sadece bu üçünün konuşmasını dinledikleri için mi fikirlerinden vazgeçtiler?
Aslında vazgeçmediler, ancak başka bir açıdan bakmaya başladılar ki o da değerler ve ilkeler açısıdır. Bu tutum, maalesef mantık kurallarını ve gerçeğin gerekliliklerini göz ardı etmektedir. Belki bazıları kendi kendilerine şunu sormaya başladılar: Diğer tüm insanlar haksız ve yedi kişi haklı olabilir mi? Ya da belki de kendilerine şunu sorarlar: Bu ölümlü dünya uğruna değerlerden ve ilkelerden vazgeçmem doğru mu?
Bu sorular aslında Temmuz 1945'te Japonlara sorulmuştu. Japon kültürü, Arap kültürü ile söz konusu karakter katılığında benzerdir. Yine de yarısından daha azı kabul etmeyi seçti. Hindistan Müslümanları da aynı soruyla karşı karşıya kaldılar. Ancak onlar aksi bir tutumu benimsediler ve bu, Pakistan devletinin kurulmasına yol açtı. Bu hikâyeye yakında geri döneceğiz.