Hazım Sağıye
TT

Lübnan’da savaş karşıtı bilincimizin neredeyse yok oluşuna dair…

Birimiz tekrar tekrar, çok gergin bir şekilde, savaşı sevmediğini ama ondan korkmadığını ya da savaş istemediğini ama savaşmaya hazır olduğunu söylediğinde, sadece savaşı sevdiğini ve savaşmak istediğini, hatta patlak vermesini hızlandırmak ve eğer patlamazsa, patlatma görevini üstlenmek istediğini söylemektedir.
Bu tabir tekrarlandığında sadece sahibinin savaş fikriyle dolu olduğunun, bunun neredeyse kaçınılmaz olduğunu varsaydığının, ona tek politika aracı muamelesinde bulunduğunun, ardından başkalarını savaşın yaşanacağı olasılığı ile yaşamaya zorlayacağının ve böylece savaşı beklemelerini kolaylaştırdığının duyurusudur.
Hizbullah liderlerinin ve milletvekillerinin neredeyse her gün tekrarladıkları yukarıdaki ibareye, farklı şekillerde söylense de aynı mantık yapısı tarafından yönetilen bir İran ibaresinin eşlik etmesi tesadüf değildir: “Nükleer silah üretmek istemiyoruz ama artık onu üretecek teknik kapasiteye sahibiz”.
Savaş başlatma kabiliyetindeki fazlalık ve onu önleyebilecek güçlerin zayıflığı, sözde zayıf savaşma arzunu kuşatıyor, bu arzuyu büyütmeye kışkırtıyor. Tüm değerlendirmelerden sonra ne de olsa biz, temel gurur aracı sahip olduğu füzeler ile sınırsız ve hesapsız bir şekilde şehit vermeyi kolay gören savaşçı bir yapıdan bahsediyoruz.
Savaşçı yapı için güç ve savaş, diğer her şeyi yapan temeldir. Bunlar Schopenhauer düşüncesindeki iradenin, Marksizm'deki altyapının veya Freud'daki bilinçaltının eşdeğeridir...
Buradan başlıyor ve buraya geri dönüyoruz.
Hizbullah’ın savaş konusunda gönülsüz olduğuna inansak bile, sahip olduğu aşırı savaş kapasitesi, kırılgan ve küçük bir şişenin içinde kontrol edilmesi ve denetlenmesi zor bir canavara dönüşüyor. Çünkü savaşın enerjisi ve kinetiği, ona duyulan arzuyu, arzunun veya arzusuzluğun yapabileceğinden daha fazla koşullandırabilir.
Aslında bugün Lübnan halkını en çok tehdit eden şey de bu savaş ihtimali. Muhtemel senaryolar çok olabilir, tabii ki en başta da Hizbullah'ın petrol ve gaz haklarımız bahanesiyle bizi içine sürükleyeceği bir İsrail-İran çatışması geliyor. Ancak muhtemel senaryolar ne olursa olsun sonuç aynı olacak; daha fazla ölüm, daha fazla yıkım, mevcut trajedinin derinleşmesi, gelecekte tüm iyileşme olasılığını ortadan kaldıran nihai bir gerçeklik olarak kökleşmesi.
Teoride savaşı engelleyici iki taraf olan devletin zayıflığı ve dışarının kayıtsızlığıyla birlikte, Hizbullah aklı ve derin seçimleri bize bu yönün her durumda muhtemel olduğunu söylüyor.
Örneğin, Hizbullah’ın doksanlarda direnişini bir Lübnan uzlaşı durağı olarak sunmaktan, 2005'ten sonra, uzlaşı konusu olmadığı gerçeğini ikrar etmeye nasıl geçiş yaptığını gözden geçirelim. 
Bugün ise, Lübnanlıların çoğu “onursuz” hale geldikleri ve direnmek istemedikleri için, liderlerinden veya sadık yandaşlarından sık sık günümüzü eleştirdiklerini duyuyoruz. Ancak bu gerçeklik ve ikrarı, Hizbullah’ı bu direnişi durdurmaya zorlamadı ve zorlamayacak. Çoğunluğun pozisyonu ne olursa olsun, irademiz dışında bizi “özgürleştirmeye” çalışmaya devam edecek. Aynı şekilde irademiz dışında “toprağımızı ve zenginliklerimizi bize iade etmeye” çalışmaya da.
Böyle bir tarafı, kendisi istediği ve gerekli gördüğü zaman, hiçbir şey savaştan caydıramaz.
Buna ilaveten, zafer ve mağlubiyet hesaplama yönteminin Lübnanlıların çoğunluğu tarafından benimsenen hesaplama yönteminden tamamen farklı olması da Hizbullah’ı hiçbir şekilde durdurmuyor. Hiç ilgilendirmiyor.
Bütünüyle ele alındığında, bu, başka bir savaşa yakın olabileceğimizi gösteriyor. Ama daha kötüsüyle de karşı karşıya olabiliriz; koyunlar gibi kolayca savaşa sürüklenmek, yol açacağı ölümlere boyun eğmek, ölmezsek de Hizbullah’ın Genel Sekreteri’nin uyarısına göre fırınlara sürülmek. Bunun nedeni de halkın büyük çoğunluğunu kapsayan savaş karşıtlığının, maddi bir varlığa dönüşmemesi. Dahası, bir tarafın yaptığı bir açıklama, bir başkasının yazdığı bir makalenin ötesinde savaşı reddeden bir bilincin kristalleşmemesi. Halbuki savaşı deneyimlemiş ve ağır bedellerini ödemiş bir ülkeyiz ve mevcut krizin büyük bir kısmı da bu maliyetlerden kaynaklanıyor.
Hâkim değişim bilinci, savaş karşıtlığını programının temel, açık ve doğrudan bir öğesine dönüştürmedi. Savaş ihtimali yüksekken ona muhalefet  “business as usual” (her zamanki işler) olmanın ötesine geçmiyor.
Böyle bir bilincin savaşı engelleyemeyeceğini, dahası savaş karşıtı bir hareket ortaya çıksa bile bunu başaramayacağını söyleyenler olabilir. Barış arayışıyla tanınmayan bölgemizde yaygın olan kültürün pekiştirdiği mezhepsel bölünmelerin ışığında bu doğru olabilir. Ancak böyle bir başarısızlık, başka ülkelerde ve başka zamanlarda savaşlar tarafından yenilgiye uğratılan bilinçlilik ve örgütlenme biçimleri için de yeni değil. Başarısız olsak da en azından kendimize ve dünyaya birbirine bağlı iki şeyi söyleyebiliriz; alışılagelmiş askeri argümanlara kanmıyoruz, savaş çıktığında, irademiz dışında “bizi özgürleştirenler” savaşmak için bizi bahane olarak kullansalar da bizim adımıza savaşılmayacak.