Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Yeni başlayanlar için İran

İran’da, akıllara zarar bir uygulama olan, başörtüsü takma zorunluluğunun sokaktaki uygulayıcısı “ahlak polisi” geçtiğimiz hafta 22 yaşındaki Masha Amini’yi gözaltına almıştı. Akabinde, yaşadıklarından ötürü rahatsızlanan Amini, hayatını kaybetmişti. O günden bu yana İran içinden tüm dünyaya yayılan eylemlerle İran rejimi kınandı. Tam bu olaylar olurken, İranlı kadınlar, bu baskılara tepki olarak sokağa çıktı, saçlarını kesti, başörtülerini yaktı. İran kolluk güçleri, daha fazla kadını öldürdü. Bir yandan Tahran rejimi halkı sükunete davet ederken diğer yandan sokakta orantısız şiddet ve baskı kullanmaktan da çekinmedi.
Türkiye medyasında, köşe yazısı olarak Masha Amini olayını ilk yazan kişi olabilirim, bu köşeyi düzenli takip edenler zaten geçtiğimiz hafta bu konuyu işlediğimi görmüştür. Bu hafta aynı konuyu tekrar etmekte bir beis görmedim zira konu “yeni başlayanlar için İran” şeklinde dallanıp budaklanmaya devam ediyor ve bağlamından da koparılarak olmaması gereken yere doğru gidiyor.
Yakın/modern dönem İran’ı anlamak isteyenler için bakılması gereken ilk yer Şah dönemi İran’dır. Daha doğrusu Şah’ın devrilmesi ve rejimin ifadesiyle “İslam Devrimi”nin olduğu dönem. İslam Devrimi ifadesini bilerek tırnak işareti içine aldım zira bu isim, Şah sonrası döneme bugünkü rejimin kendi verdiği isim. Nihayetinde siz bir şeye İslam dediğinizde, siz dediğiniz için o İslam olmuyor. Çünkü Humeyni ve beraberindekiler, hem itikatlarına hem de siyasi emellerine uygun bir rejim oluştururken bunu meşrulaştırmak için İslam kavramını bu eylemlerin önüne koydular. Ama öyle miydi, gelin yakından bakalım…
Şah dönemi İran’ın, benim için değil İranlılar için bile savunulacak çok bir yanı yok zira hem ülkeyi zorunlu laikleştirme, ekonomik olarak bir üst seviyeye çekmeme, bireysel emelleri için İran’ın milli kaynaklarını Batılı ülkelere peşkeş çekme, zorunlu laikleştirme gibi girişimlerle Şah rejimi, İran tabanında meşruluğunu kaybetmişti. Yani İran’daki solcu, dindar, laik, milliyetçi kesimler birbirlerinden pek haz etmeseler dahi Şah’a karşı birlikte sokaklara dökülmüştü. Zira Şah, İran’ı her anlamda biraz daha geri götürmekteydi.
Nihayetinde, rejimin tüm hatalarına karşı her kesim kendi bünyesinde rejime karşı birleşti, sokaklara döküldü ve rejimin bu eylemcileri “öteki, dış düşman” olarak tanımlama imkanı yoktu. Zira birileri dine/mezhebe, birileri İran’ın milli kaynaklarına sahip çıkarken birileri de antiemperyalizm zırhıyla ülkelerinin iç düşmanı değil, ülkelerini korumak isteyenler vatanseverler olarak tepkilerini ortaya koyuyordu, iç düşman olarak görülenler ise Şah ve çevresiydi ki onların da toplumsal karşılığı tükenmişti.
Tarihsel bir anlatım ya da kronolojik bir sıralamaya girmeden özet geçecek olursam, bu arka planın da etkisiyle bir şekilde İran’da Şah devrildi, bir devrim oldu. Ancak unutmamak gerekir ki, bir devrime devrim demek için oluşu kadar sonrasına da bakmak gerekir.
İran’da da beklenen oldu ve devrim ilk kendi çocuklarını yedi, bir İranlının ifadesiyle “Mollalar devrimi çaldı.” 1979’da Şah devrildikten sonra yönetime gelen Humeyni ve yönetici kadro ilk olarak Tudeh Partisi çatısı altından gelen solcuları, sonra daha seküler kesimleri susturdu, hapsetti. Ve hatta haksız yargılamalar sonucu siyasi yasaklamalar getirildi. İranlıların “devrim” dediği şey bir anda bir kabusa dönüşmüştü. Humeyni destekçileri dışında kalan “devrimcilerin” aklında bir soru vardı: Şah döneminden farkımız nedir?
İran’da o dönem rejim, sadece İranlı dindar kesimi memnun ediyor sanılmasın. Zira birçok dindar İranlı için yeni rejimin icraatları, Şah dönemini aratmayacak baskıları kabul edilebilir gibi değildi.
Humeyni ilk olarak velayeti fakih doktrini ile her ne kadar “İslami bir rejim” kurduğunu iddia etse de, bu mertebe ile Şia’yı seküler, insan merkezli bir hale getirdi. İslam hukukuna genel olarak baktığınızda bu uygulama sadece seküler olarak değil bariz şekilde itikadi bozukluk olarak da yorumlanabilir.
Tüm bu gelişmeler sonrasında rejim kendisine gelen tepkilere, “Sünni dünya ile çevrelenmiş Şii azınlık” olarak göstererek, yani dış düşman kılıfına sarılarak meşruluk aradı ve muhalifleri bununla korkutarak sindirdi. Bu yeterli olmadığında Batı emperyalist çevrelere karşı kendisini antiemperyalizmin kalesi olarak konumlandırmaya çalışarak aynı taktiğe devam etti. Zaten devrimin akabinde gerçekleşen İran-Irak Savaşı bu söylemin kabul edilebilir olmasında etkiliydi.
1990’lara gelindiğinde savaş bitmiş olsa da İran rejimi, halktan gelen her tepkiyi “dış güçler, iç düşmanlar, içimizdeki hainler” ezberiyle susturup baskıyı arttırdı. Ve mütemadiyen devam eden baskı-karşı eylem, baskı-karşı eylem silsilesi sonucunda rejim hala ayakta gibi görülse de  her tepkide biraz daha kan kaybederek öyle ya da böyle bugünlere geldi.
Unutmadan belirmem gerekiyor, İran rejiminin “mağduriyet” söylemi Şii inancından da beslenmekte -burada herhangi bir inancı değerlendirmiyorum, İran rejiminin Şia’ya verdiği anlamı izah ediyorum, yanlış anlaşılmasın- zira tüm Müslümanlar için bir acı olarak kabul edilen Kerbela olayı, rejim tarafından sanki tüm Sünni Müslümanlar tarafından yok sayılıyormuş gibi lanse ediliyor, elbette bunun da gerçekte bir karşılığı yok zira kendimize Allah yasakladığı için eza vermiyor olsak da bu hepimiz için gerçekten çok elim bir hadise. Ama maalesef rejim bunu da ayakta kalabilmek için kullanıyor.
Bugünün İran’ına dönüp baktığımızda, halkın ekonomik zorluklar içinde olduğunu görüyoruz. Suriye savaşına mezhepsel taassup nedeniyle çok ciddi kaynak aktaran rejimin, kötü giden ekonomi konusunda halk lehine bir şey yapmaması halkın öfkelenme nedenlerinden bir tanesi. Diğer yandan İran’da hala muhalifler susturuluyor, gayrı adil şeklide yargılanıyor, idam cezaları hala halkın başında bir sopa olarak bekliyor. Ve evet, başörtüsü zorunluluğu ciddi anlamda tepkiye neden oluyor, Masha’nın ölümüne neden olan rejim, içeride ve dışarıda yerden yere vuruluyor ama bu tepkinin tek nedeni Masha ve eylemlerde öldürülen insanlar değil, İran halkı ekonomik ve sosyal özgürlük de istiyor ve Masha’nın cenazesinde bilenen öfke, tüm bu haklılıklardan besleniyor. Sonuçta, rejimin artık ayakta kalabilecek son gücü de tükeniyor. Zira bugünün dünyasında İran halkı artık “dış güçler, iç düşmanlar, hainler” masallarını yemiyor zira ormanda bir canavar olmadığının herkes farkında. Yani rejimin en etkili susturma aparatı işlevini yitirmiş durumda ve İran halkı korkusuzca ormandan çıkışa doğru koşuyor.
Ancak burada belirtmem gereken iki önemli husus var:
Birincisi, Tahran’ın kendi gibi otoriter rejimlere sahip olan Moskova ve Pekin’in başı çektiği Avrasya bloğundan alacağı olası destek, rejimin ömrünü uzatabilir. Yakın vadede, umutları kırmak istemem ama, İran’da çok etkili bir değişim beklemiyorum ancak her şeyin olduğu gibi kalacağını söylemek de pek mümkün değil zira rejimin ömrünün uzaması, kalıcı olacağı anlamına gelmiyor.
İkincisi, İran’ın baskıcı rejimi eleştirilirken sık sık İslam ve Müslümanlar da hedef alınıyor. Hiç kimse, İran’ın kendi başına oluşturduğu bir anlayışa İslam demesi, uyguladığı baskıyı meşru kılmak adına İslam çatısı altına girmeye çalışması, buradaki baskı ve şiddetin kaynağının İslam olarak göstermesine bakıp da İslam’ı hedef almasın. Zira İslam’da “dinde zorlama yoktur”. Dahası, misal bugün Çin yönetimi dünyadaki en baskıcı yönetimlerden biri, bu tip baskıcı bir rejime sahip olmasının nedeni herhangi bir dine mensup olması değil, herhangi bir dini kabul etmeden de baya baya otoriter olunabiliyor. Dolayısıyla İran rejimini eleştireceğim diye birileri fırsattan istifade İslamofobik nefretini kusmaya kalkarsa, İran’ı bir takım zanlar üzerinden kullanarak oklarını Müslümanlara çevirirse onlara karşı da iki kelam edeceğiz. Yeni başlayanlar için İran yazısında bu da bir dipnot olarak burada dursun.