Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Binayı doğru yere inşa etmek

Binaların nerede, nasıl, hangi şartlarda ve hangi zemine inşa edilmesi gerektiği ile ilgili konuşmaların çokça yapıldığı son günlerde, binalarla ilgili dikkat edilmesi gereken birkaç temel hususa değinmek ve hatırlatma yapmak yararlı olacaktır. Fiziki ve teknik anlamda binaların inşa edilmesi ile ilgili söylenecekleri işin ehli olan Jeoloji mühendislerine, mimarlara, inşaat mühendislerine ve deprem bilimcilere bırakarak manevi anlamda yapılan binalara değinmek istiyoruz. Manevi anlamda inşa edilen binaların maddi anlamda görünümleri olduğu gibi maddi anlamda yapılan binaların da manevi yansımaları olur.
Örnek olarak Mescidi Dırar ile Mescidi Nebevi. Her iki binanın maddi ve manevi yansımaları vardır. Her iki bina da maddi açıdan değerlendirildiğinde benzer malzemelerden yapılmıştır. Ancak manevi açıdan bakıldığında tamamen farklı amaç ve gayelerle inşa edilmişlerdir. Binanın birisi (Mescidi Dırar) İslam toplumunu yıkıcı ve zarar verici faaliyetlerle zora sokmak, inkârcıları güçlendirmek, inananların arasına fitne ve ayrılık tohumları ekerek onları birbirine düşürmek ve öteden beri Allah’a ve Elçisine karşı savaş ilan etmiş olan Allah düşmanına yataklık edip casuslarını barındırarak ona bir gözetleme ve istihbarat merkezi oluşturmak için inşa edilmişken[1] diğeri (Mescidi Nebevi) ise, ilk günden beri Allah’tan yana sağlam bir bilinç ve duyarlık temeli-takva üzerine[2] inşa edilmiştir. İmanlarında problem olan kimselerin manevi alanları için verilen bu örneği maddi alanla birleştirerek gözümüzün önüne seren başka bir örneğe de bakalım:
“Binasını Allah’a saygı, bağlılık ve O’nun hoşnutluğunu elde etme temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa sel sularının altını oyduğu, yıkılıp çökmeye yüz tutmuş bir uçurumun kenarına binasını kurup da, onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulüm ve haksızlık peşinde koşan bir toplumu doğru yola iletmez.”[3] Yani Allah’ı hesaba katarak işini doğru, düzgün ve -az da olsa- kazancını helalden elde etmek için gerekli her türlü çalışmayı ve harcamayı gerçekleştiren, sağlam bir iş-inşaat yapan ile daha çok kazanmak için zemin etüdü yaptırmayan, demirden çimentodan çalan, deniz kumu kullanan, denetim yapanları rüşvetle bağlayan ve daha birçok usulsüzlükler yapan bir olur mu? Bunlar ne maddi ne de manevi anlamda bir olamazlar! Zira üretilen iyi amellerin miktarından daha önemli olan, o amelleri hangi temeller (niyetler ve tasavvur) üzerine bina edildiğidir. Curuf, sel suyunun altını oyup dayanaksız bıraktığı yar. Hâr ise, bu nitelikte bir yarın kırılganlık hali. Bu muhteşem benzetme, insan davranışlarını da tıpkı binalar gibi “temelli” ve “temelsiz” şeklinde ikiye ayırıyor. Sorumluluk ahlâkı üzerine inşa edilmiş bir vicdanın eseri değilse, o kişiden sadır olan iyiyi temelsiz sayıyor. Temelsiz iyilikler ise hasbî değil hesabî, erdeme değil çıkara dayalı oluyor.[4]
Takva temelli yapılmayan işler-binalar hem yapanlara hem de onlardan istifade edenlere sıkıntı vermektedir. Onlardan istifade edenler son depremde de görüldüğü üzere mallarından ve canlarından olurlarken onları yapanlar ise kaçacak delik aramak durumunda kaldılar. Çünkü Allah Teâlâ kötü ve çıkar amaçlı işler-binalar yapanların halini şöyle tasvir etmektedir; “Kurdukları bu bina, kalpleri ölümün şiddetiyle paramparça oluncaya dek, dâimâ yüreklerinde bir huzursuzluk, şüphe ve tedirginlik kaynağı olacaktır. Allah, bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.”[5] Ayetlerde “onların yaptığı yapı” ifadesi, açıktır ki, burada ibadet için yapılmış evler anlamında odaklanan önceki yüklemini aşıp genişleyerek temsîlî bir ifade tarzı içinde insanların bütün davranışlarını, bütün yapıp-etmelerini içine almaktadır.[6]
İnsanlar canlarını –genellikle de başkalarının canlarını- dünyevi çıkarlar, menfaatler ve kârlar elde etmek için tehlikeye atabiliyorlarsa bunun en büyük nedeni manevi anlamda kendi nefis binalarını doğru inşa etmediklerinden dolayıdır. Eğer Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan takvalı insanlar yetiştirilseydi bu gün farklı bir halde olunurdu.
Yaptığımız tespitlere bazı kişiler şu itirazı yapabilirler: “Yıkılan binaların yapımında rol üstlenenlerin bir kısmı namazlı niyazlı insanlardır. İnançları onların yanlış yapmalarına mani olmadı?” Bu itiraza verilecek cevap şudur: Demek ki inançları, namazları onları bilerek yanlış yapmaktan alıkoyacak kadar güçlü değildi. Zira güçlü bir iman ve hakkıyla kılınan bir namaz kişiyi batıl ve yanlış işlerden alıkoyar. Alıkoymuyorsa o halde “Yazıklar olsun böyle namaz kılanlara!”[7] demekten ve yaptığı her şeye rağmen kendini mü’min görenlere; “Ey iman sahibi olduğunu iddia edenler! Allah’a, Elçisine ve gerek Elçisine indirdiği bu Kitaba, gerek daha önce indirmiş olduğu diğer Kitaplara gerçek anlamda ve yeniden iman edin! …”[8] çağrısını yinelemekten başka yol yoktur. Zira her şeye rağmen hala bu kişiler dindarlık iddiasında bulunuyorlarsa profan-sahte ticaret dilinin, iman alanına taşınmasından başka bir şey yapmamış olurlar. Hâlbuki gerçek mü’mine yaraşan, şu sözleri avazı çıktığı kadar haykırabilmektir:
Değersiz, onursuz, başkalarına zarar verecek bir hayat yaşamaktansa anlamlı bir ölüm bin kat iyidir. Çünkü Allah yolunda ve O’nun rızası için yaşayıp hakkaniyete riayet ederek ölmek, ölmemeyi tercih etmektir!

[1] et-Tevbe 9/107
[2] et-Tevbe 9/108
[3] et-Tevbe 9/109
[4] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, 361
[5] et-Tevbe 9/110
[6] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, 1/382
[7] el-Maun 107/4
[8] en-Nisa 4/136