Fransız yetkililerin devlet okullarında abaya tarzı uzun elbiseler giyilmesini yasaklama kararı ve ardından geçtiğimiz hafta devlet meclisinin bu karara verdiği destek, Fransa içinde ve dışında büyük tartışmalara yol açtı. Ülke, 2004 yılında eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın başörtüsü konusundaki tartışmalara noktayı koyup okullarda ve kamu kurumlarında başörtüsünün yasaklanması kararını desteklemesinden itibaren kültürel ve siyasi tartışmalara sahne oluyor. Fransız hükümeti 2010 yılında da kamuya açık veya özel herhangi bir yerde peçe takılmasını yasakladı.
Aslında Fransız laikliğinin ayrıcalığı, yüzyıllar boyunca dini kilisenin otoritesini ortadan kaldırmak ve dini, dünyadaki laik sistemlerin mutabık kaldığı gibi sadece siyasi alandan değil, kamusal alandan da ayırmak için bir ‘mücadele’ hali içinde kalmasından kaynaklanıyor.
Birçok Müslüman göçmenin ve Arap kökenli bazı Fransızların farklı kültürel kılık kıyafetini ele alan bu ‘Fransız dizisi’, Avrupalı komşularının takip ettiği yoldan farklıydı. İngiltere veya Almanya'da kimse kızların başları örtülü bir şekilde okula gitmesini engelleme konusuna fazla kafa yormaz. Tam aksine, İngiltere, Londra'da ve Müslüman belediye başkanının aldığı bir kararla, başkentin sınırlı bir alanının aydınlatılarak Ramazan Ayı’nın kutlanmasına izin verdi. Bunun Fransa’da gerçekleşmesi hayal bile edilemez. Zira Fransa dünyada öğrenciler okul içinde ibadet etmeye karar verdiğinde ya da Kwik Burger helal hamburger köftesi satacağını duyurduğunda, bunu laikliğe karşı bir tehdit olarak gören neredeyse tek ülke. Öyle ki Avrupa'da ‘laik görünümü’ korumak adına bazı Müslüman oyuncuların oruçlarını açmak için futbol maçlarını bir dakika bile durdurmayı reddeden tek ülke oldu.
‘Fransız sorununun’ kökleri, Müslüman varlığın öncesine uzanan Kilise ile mücadele gibi tarihsel bir boyuta sahip. Mücadele, devlet ile dini kurumlar arasında tam bir ayrım yaratan 1905 yasasıyla başladı. Örneğin yasa Almanya'nın aksine devletin dini kurumlara para harcamasını yasakladı. Kanunun ikinci bölümünde ‘Cumhuriyetin hiçbir dini tanımadığı, finanse etmediği ve desteklemediği’ ifadesi yer aldı. Sorunun aynı zamanda, göçmen ve Müslüman kökenli Fransızların sayısının artmasının ve bunların çoğunun Avrupa ve Fransa'daki emsallerinden farklı yaşam tarzının ortaya çıkardığı çağdaş bir yönü de var.
Gerçek şu ki Fransa, devlet okullarından dini simgelerin, özellikle de sınıflarda tahtaların üstünde asılı olan ‘haç’ın kaldırılması gibi diğer Avrupa ülkelerinin yaşamadıkları bir savaşa tanık oldu. Bu karar, üç aşamada uygulandı. İlk olarak eğitim programları, ikinci olarak da okullar ve öğretmenler ‘laikleştirildi’. Ancak öğrencilerin ‘laikleştirilmesi’ hiçbir zaman önerilmedi. Yasa hemen yürürlüğe konulacak bir ferman gibi değil de kademeli olarak uygulamaya konuldu. İlk olarak yeni inşa edilecek okullara haç asılmaması kararı alındı. Haçın bulunduğu okullarda ise sorun yaratmaması durumunda kaldırılması, sorun yaratması halinde bırakılmasına karar verildi. Bu süreç, devlet okullarında haçların tamamen ortadan kalkmasına kadar birkaç on yıl boyunca devam etti.
Doğrusu yaklaşık 20 yıl önce çıkarılan devlet okullarında dini simgeleri yasaklayan yasa ise farklı bir şekilde uygulandı. Hemen uygulamaya konuldu ve esas olarak Müslüman kızların başörtüsünü hedef aldı. Ancak yasa artan göçmen sayısı, aşırı sağ söylemin yükselişi, Fransızların büyük bir kesiminin gerek giyim gerekse genel olarak yaşam tarzı açısından Müslümanlara ait dini simgelerin artmasından rahatsız olması sonucu oluşan siyasi kutuplaşmanın ardından geldi. Nitekim mevcut Fransa cumhurbaşkanı bunu ‘İslami ayrılıkçılık’ olarak tanımladı.
Birbirini takip eden Fransız rejimleri 1905 yasasını, Fransız siyasi sisteminin değişmezlerinden biri, cumhuriyetin ve laik sisteminin sembolü olarak değerlendirdi. Ama bunu yaparken Fransa'ya yeni gelen bir dinin, İslam'ın farklı doğasını anlamaya çalışmadı. Çoğu Fransız vatandaşlığına sahip bu dinin mensuplarının sayısı altı milyona yakın olmasına rağmen Fransa’da ne ibadet yerleri ne de ölüleri için mezarlıkları bulunmuyordu.
Bu durumda Müslümanların camilerini kimin inşa edeceği konusu sorunu ortaya çıktı. 1905 tarihli yasaya göre devlet hiçbir ibadethaneye para tahsis edemezdi. Ancak arada bir fark vardı; o da Kilise'nin yüzyıllar boyunca Katolik olan bir ülkede manastırlara ve kiliselere sahip olması ve zamanla muazzam bir sermaye biriktirmiş, dolayısıyla devlet desteği olmamasına rağmen varlığını devam ettirmiş olmasıydı. Müslümanlar için böyle bir şey geçerli olmadığından, çok sayıda camiyi inşa etmek için ‘dış finansmana’ bel bağladılar ve bu da bugüne kadar bu sorunu çözemeyen Fransız yetkililerin hassasiyetlerini artırdı.
Her ne kadar eski eğitim bakanı ve başbakan olan Jules Ferry'nin “Bir dini fanatizm bir de din karşıtı fanatizm vardır ve ikincisi birincisinden daha az kötü değildir” sözü gibi Fransa’da bir asırdan fazla bir süredir ‘dini hedef alma’ konusunda uyarılar yapıldı. Buna rağmen bazı Fransız aydın ve politikacılarının bu eleştirel uyarı ve yazıları Fransız laikliğinin özünü değiştiremedi.
Fransız modeli şüphesiz, mevcut tezahürleriyle, özel bir laiklik anlayışı oluşturmuş tarihsel deneyimin ve kültürel birikimin ürünü. Dinle barışık, dindar ve dindar olmayanların bir arada yaşadığı bir laiklik oluşturmak için bazı yönlerini revize etmek kolay değil ve bu sorun bir ‘hükümet kararıyla’ çözülemez. Göçmenlerin çoğunun yabancılardan Fransız vatandaşlarına dönüştüğünü söyleyen (1905 kanunu çıkarıldığında durum böyle değildi) mevcut tabloyu okuyan yeni konsensüsler yaratılarak çözülür. İstenen devletin dinlere destek vermesi değil, diğer dinden olanlara (ki bu durumda Müslümanlar oluyor) anayasa ve kanunlara aykırı olmadığı ve herhangi bir siyasi projede kullanılmadığı sürece dini kültürlerini ifade etmek için daha fazla alan tanımasıdır. Bu, pek çok aksilik ve gerilime sahne olan Müslümanların siyasi ve toplumsal entegrasyon sürecine kuşkusuz yardımcı olacak bir meseledir.