Bir sene önce Endonezya’nın Bali kentinde buluşan ABD Başkanı Joe Biden ile Çinli mevkidaşı Şi Cinping ABD’nin San Francisco şehrinde tekrar bir araya geldi. Bu buluşma, ABD’nin Pasifik Okyanusu’na nazır Kaliforniya eyaletinde düzenlenen Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi münasebetiyle gerçekleşti.
Bu görüşme, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıcaklığını, dolayısıyla da gelecekteki dünya düzeninin sıcaklığını ölçmek açısından çok önemli. Bu iki devlet başkanı, ABD’nin geçtiğimiz şubat ayında Amerikan hava sahasındaki bir Çinli casus balonunu düşürmesinden bu yana ne bir araya geldi ne de konuştu.
Bu görüşme küresel sistemin zirvesine kurulmuş iki ülke arasında şiddetli bir ticari ve ekonomik savaşın yaşandığı bir zamanda gerçekleşiyor. Aynı zamanda Pekin’in özerk bir yönetim altında yaşayan ada üzerinde egemenlik talep ettiği hassas Tayvan meselesinin de gölgesinde gerçekleşen bu görüşme, güven derecesini, Çin’e iki güç arasındaki sıcak askerî hattın yenilenmesini kabul ettirecek kadar yükseltmek için de bir fırsat. Zira bilindiği üzere Çin’in bağlantısı, 2022 yılında dönemin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan’ı ziyaret etmesiyle kesilmişti.
ABD Başkanı ile Çin Devlet Başkanı, uluslararası ilişkilerin tabiatının tamamen değiştiğini gayet iyi biliyor. Yine iyi biliyorlar ki jeopolitiğin geleneksel haritalarını okumakla yetinen ve olup bitenlerin klasik çatışmalar çerçevesine dahil olduğunu düşünüp bunların lokal, siyasi ve stratejik mantığa hapsolduğunu düşünen taraf, karmaşık uluslararası ortamda kaybeden taraftır. Zira orada burada olup bitenler, dünyayı harekete getiriyor; bu olup bitenlerin kuralları da devlet-egemenlik sınırlarını aşıyor ve sayılamayacak ve durdurulamayacak kadar çok aktör tarafından çerçevelenen sürekli bir örgütlenme içerisinde bulunuyor.
ABD, dünyanın farklı bölgelerinde askerlerini konuşlandırabilen tek değilse bile en büyük askerî güç. Ama yeni dünya düzeni çerçevesinde askerî güç artık, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi belirleyici değil. Çünkü küreselleşme ve mevcut dönemin kabulleri ışığında bu güç, kadim çatışmalara yön veren geleneksel hedefleri gerçekleştiremiyor. Nitekim uluslararası sahnede güçlü devletlerin zayıflığına ve zayıf devletlerin gücüne dair çeşitli tezahürler görmeye başladık. Küresel güçlerin bir özelliği olmaya başlayan bu yeni zayıflık da düzensiz bir dünyada belirsizlik, muğlaklık ve endişe ile karakterize edilen bu yeni sistemin kabullerinin tanımladığı peş peşe krizlerden kaynaklanıyor.
Ayrıca egemenlik ilkesinden ülkeler arasında çoklu bağlılık ve karşılıklı bağımlılık biçimlerine, askerî gücün üstünlüğü kaidesinden (ekonomik olarak) zayıf veya büyüyen ülkelerin eski dünya düzenini istikrarsızlaştırma yeteneğine, lokallikten sürekli ‘hareket’ ve ‘hareketlilik’ meselesine, devletlerin çatışmasına dayalı Clausewtizci savaş okumasından iç toplumların parçalanmasına dayalı çatışma türüne geçtik. Özetle 1648 yılından itibaren inşa edilen Vestfalya sisteminin çöküşüyle karşı karşıyayız.
ABD, Çin’in bu yeni kuralları anladığının farkında. Çin de ABD’nin bu yeni kurallardan çekindiğinin farkında. Ayrıca Çin, yaptığının doğru olduğuna emin. Ve heyecan yapmadan, gürültü çıkarmadan ve türü ne olursa olsun başkasına egemen olma arzusu taşımadan, nazik kaçamak eylemler ve temkinli ciddi tavırlar yoluyla kendisine yeni dünya düzeninde iyi bir konum elde etme imkânı veren bir yol inşa ettiğini düşünüyor. Devlet olarak Çin, küreselleşmeyi kavradı ve binalarını akıllıca ve başarılı bir şekilde inşa etti. Bu devlet, ABD ve Fransa gibi Batılı ülkelerin yapageldiği üzere sahip olduğu fikrî, toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi modeli ihraç etmeye odaklanan ‘misyoner’ bir karaktere sahip değil. Batılı ülkeler, dünya ülkelerinin ancak onların modellerini uyguladıkları takdirde sahil-i selamete varabileceklerini, yoksa tarihin dışında kalacaklarını zannediyor ve bu zanlarında pek çok teorisyen ve akademisyen de onlara destek veriyor.
Çin, hep sakince ve sorun çıkarmadan çalışan bir ülke oldu. Başka ülkelerin medeni, ekonomik ve siyasi modellerine müdahale etmeyen bir devlet olma kuralını benimsiyor ve bir devletin gerçekleştirdiği herhangi bir ekonomik başarının bir başkasının zorunlu olarak başarısız olması ya da başarısızlığa itilmesi anlamına gelmediğini söylüyor. Yani ‘dost-düşman’ ikiliğinden ziyade, ‘kazan-kazan’ çerçevesini savunuyor.
Bu yüzden söz konusu ziyarette Başkan Biden; Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık gibi ülkelerin liderlerinin gizliden ve açıktan kullandığı tabiri tekrarlayarak Şi’yi halen bir ‘diktatör’ olarak gördüğünü belirtirken aslında ABD’nin ve Batı’nın, kendi ideolojik coğrafyalarına ait olmayan ülkeler hakkında kurdukları algıyı ve düşünceyi yineledi. Çin rejimi bu sözü duymaya alıştı ve artık umursamıyor. Bu aynı zamanda Batı’nın, Çin gibi Batılı olmayan çevrelerde olup bitenlere dair kalıcı kavrayış eksikliğini de ifade ediyor. ABD Başkanı’nın, kendi sözlerini, “O bir diktatör, yani bir ülkeyi, bizim sistemimizden tamamen farklı bir hükümet sistemine dayalı komünist bir ülkeyi yöneten biri” şeklinde düzeltmesi de bunun açık bir kanıtı.
Çin Devlet Başkanı, dünya ülkelerinin bugün kendisiyle iş yapan üçte ikisinden fazlasında bu sözleri duymayacak. Mesela yavaş yavaş eski sömürgecilerinden ve Batı ülkelerinden topluca koparak Çin, Rusya ve diğer ülkelerle yeni ticari ilişkiler geliştiren Afrika ülkelerinde… Bu ülkeler, dünyayı kurallara ve bazen de Batılı küresel güçlerin keyfine göre yürütme dayatmasını artık kabul etmiyor. Bu, artık mümkün değil. Batılı sistem; siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanda artık eski cazibeye ve hazır ihracat yeteneğine sahip değil. Mesela Çin’in ve Hindistan’ın ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel sistemlerinin Batılı ülkeler tarafından iyice anlaşılması gerek. Bu iki ülke bugün küresel bir sistemi rahatlatıcı ve cezbedici bir şekilde etkileme başarısını sürdürüyor.