Nekbe anıları Kahire, Kuveyt, Katar ve başka yerlere dağılmış genç Filistinlilerin duygularını sarstığında Yahya el-Sinvar henüz doğmamıştı. Bu genç Filistinliler "tüm toprakları geri alma" savaşına katılmak üzere birleşik bir çerçevede bir araya gelme olasılığını araştırmak için tamamen gizli temaslar yürüttüler. El-Fetih 1965 yılının ilk gününde ilk kurşununu sıktığında Sinvar üç yaşındaydı. O kurşundan sonra dünya kurucularının isimlerini ezberledi; Yaser Arafat (Ebu Ammar), Salah Halaf (Ebu Iyad), Halil el-Vezir (Ebu Cihad), Faruk el-Kadumi (Ebul Lutf) ve Mahmud Abbas (Ebu Mazen) ve diğer bazı isimler. Arafat, Halef ve Vezir İhvan-ı Müslimin, Kadumi ise Baas ortamından geliyorlardı. Abbas'ın ise partizan veya yarı partizan bir geçmişi yoktu. Fetih halkasının üyeleri daha önceki eğilimlerini aşarak ulusal direniş seçeneği içinde birleştiler.
Kadumi, Suriye Savunma Bakanı Hafız Esed'i ziyaret ettiğinde Sinvar dört yaşındaydı ve ziyaret, 51 gün boyunca Mezze Cezaevi’nde tutuklu bulunan Arafat'ın serbest bırakılmasıyla sona erdi. Kısa bir süre sonra Lübnan'dan sınırı geçerek düzenlenen bir gerilla saldırısında parmağı olduğu için Beyrut'ta tutuklanacak olan Arafat, Mısır'da öğrenci olduğu dönemde de tutuklanmıştı. İsrail 1967’deki Arap-İsrail savaşını başlatıp komşu ülkelerin bir kısmını rehin aldığında Sinvar beş yaşındaydı. Bu ülkelerin bazılarını İsrail ancak bir fidye, yani var olma hakkını tanımaları karşılığında serbest bırakacaktı.
İsrail güçleri sınırı gizlice geçen Yaser Arafat adında birisini az kalsın yakalayacakları zaman o altı yaşındaydı. O yıl, Ürdün topraklarında Fetih hareketine Filistin mücadelesine liderlik etme yetkisi verecek ve zafer bayrağını taşıyan Ebu Ammar’a Arap dünyası ve ötesindeki başkentlerin kapılarını açacak olan "Kerame Savaşı" yaşandı.
George Habaş'ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nden yoldaşı Dr. Vedi (Wadie) Haddad, 1970 yılında üç uçağı kaçırıp Ürdün'deki Savra Havaalanına indirerek dünyayı sarstığında Sinvar sekiz yaşındaydı. Aynı yıl Arap Zirvesi, Amman'da kuşatma altındaki Arafat'ı oradan çıkarmak için üst düzey bir heyet gönderecekti.
Sinvar büyük olasılıkla 1982'de Beyrut'ta yaşananları hatırlıyor. O zaman 20 yaşındaydı. General Ariel Şaron emrindeki kuvvetler Lübnan'ın başkenti üzerindeki kuşatmasını sıkılaştırmış ve karadan, denizden ve havadan üzerine ateş yağdırmıştı. Arafat acı gerçekleri anlamakta gecikmemişti. Sovyetler Birliği ültimatom vermeye ve hatta yaralıları taşımak için bir gemi göndermeye bile hazır değildi. Mısır, Camp David’in yükümlülüklerinden kaçamazdı. İşgalin ilk günlerinde Lübnan'daki güçleri kıyasıya bir mücadeleye girişen Suriye, Golan cephesini ateşleyemezdi. Beyrut'taki ateşkesten Güvenlik Konseyi salonuna kadar, uluslararası meşruiyetin ve Avrupa'nın ağırlığının azaldığı bir ortamda anahtarlar ABD'nin elindeymiş gibi görünüyordu. Arafat, Filistinli liderleri Beyrut'ta intihar etmeye çağıran Muammer Kaddafi'yi dinlemeye istekli değildi. Zorunlu geçiş kapısı olan ABD’ye yönelmekten ve zararı azaltıp koşulları iyileştirmeye çalışmaktan başka seçeneği yoktu. Habaş da Beyrut'u yeni bir Stalingrad'a dönüştürme isteğinin sadece bir hayal olduğunu kabul etti.
Beyrut kuşatması kesinlikle Gazze kuşatmasından farklıydı. İki farklı sahneden, iki ayrı dönemden bahsediyoruz. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük ölüsünün sonuna, Sovyetler Birliği'nin çöküşüne tanıklık eden bir dönemden bahsediyoruz. Bu ölüyü kurşunlar değil yaşlılık öldürmüştü. Peki dünyanın çok değiştiği ve Filistin yarasının açık kaldığı 40 yıl aradan sonra, iki durum arasında benzerlikler var mı? Ateşkesin ve Gazze'deki korkunç İsrail katliamının durdurulmasının tek kapısı ABD mi? Hamas bu kapıyı kullanabilir mi? Peki Hamas kabul edilebilir mi? Hamas FKÖ'ye katılabilir ve yükümlülüklerine saygı gösterebilir mi? İki devletli çözümün zorunlu olarak diğer devleti, yani İsrail'i tanımak anlamına geldiğini bilerek, Abbas'ın abasını giyebilir mi? Sinvar, Ebu Ammar'ın Beyrut'ta karşılaştığı sorulara benzer sorularla mı karşı karşıya? Suriye'de bulunan Rusya, Gazze uğruna büyük bir uluslararası krizi ateşleyecek bir ültimatom vermeye hazır değil.
İran'ın doğrudan müdahale yerine arabuluculuk yoluyla desteği tercih ettiği söylenebilir. Gazze'yi tamamen yok olmaktan kurtarmak karşılığında rehineleri teslim etmek dahil Sinvar'ın savaşı durduracak bir kartı var mı? Hamas'ı denklemin dışına çıkaracak "ertesi gün" senaryolarından koruyacak bir şeyi var mı?
Oslo Mutfağı Tunus’ta toplandığı sırada Sinvar hapisteydi ve 4 kez ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı. Oslo Mutfağı dediğimizde Ebu Mazen, Ebul Ala, Yaser Abdrabbo, Muhsin İbrahim, Mahmud Derviş ve diğerlerini kastediyoruz. Son iki isim Ebu Ammar'ın gözetimindeydiler. Mutfakta dönen tartışmalarla geçen zor günlerdi. Filistin davasını anayurduna döndürmenin, ödenmesi gereken ağır bir bedeli vardı. Ruhu parçalayan bir bedeldi çünkü “daha küçük bir hayali ve daha küçük bir toprağı” kabul etmek anlamına geliyordu. Fetih ilk kurşununu attığında Arafat ve arkadaşları Sinvar'ın bugün istediğini istiyorlardı; "tüm toprakları" geri almak. Ama güç dengesi acımasız ve zaman hem hayali hem de toprağı tehdit ediyordu. Mahmud Derviş'in söylediğine göre, tartışmaların sonunda "evin arka bahçesinde bir yer edinmek" için anlaşmaya imza atma seçeneği galip geldi. Sinvar, Arafat'ın Beyaz Saray'ın bahçesinde İzak Rabin ile el sıkıştığını hapishanedeyken öğrendi. Hamas ve İslami Cihad’ın "Oslo ihmalini" engellemek için intihar eylemleri dalgaları başlattığını hücresindeyken öğrendi.
Binyamin Netanyahu iki devlet projesini engellemekle övünüyor. Oslo Anlaşmalarının "tekrarlanmayacak bir hata" olduğunu söylüyor. Mevcut Gazze savaşının iki devletli çözümden önceki son savaş mı olduğunu, yoksa bu çatışmayı iyileştirilemeyecek bir yara haline getiren yeni, daha tehlikeli çatışmalara kapı mı açacağını öğrenmek için beklemek zorundayız. Soru hâlâ ortada: Sinvar ne düşünüyor? Ebu Ammar’ın deneyiminden ne sonuç çıkarılabilir?