Violet Dixon, Ortadoğu'ya ilk kez 1920'de genç bir gelinken geldi. Kuveyt'e yerleşmeden önce o ve eşi Bahreyn, İran ve Irak'ta yaşadılar ve burada bazı musta'rablar ile tanışıp çalıştılar. 1929'da Albay Dixon siyasi temsilci olarak atanınca çift Kuveyt'e taşındı ve deniz kıyısında yaşadı. Dixon, ‘Kuveyt'te Kırk Yıl’ adlı kitabında, özellikle 1933'te petrolün keşfinden sonra, bu küçük Körfez ülkesinde tanık olduğu muazzam değişimlerden bahsetti.
Bayan Dixon, eşiniz siyasi temsilci olarak atandığında 1929'da Kuveyt'e yaşamaya geldiniz. Şehre dair ilk izlenimleriniz nelerdi?
Şehir denizden çok küçük görünüyordu. Ama çok temiz bir şehirdi. Evlerin tamamı beyaz alçı ile kaplanmıştı.
Peki yakından nasıl görünüyordu?
Çok güzeldi. Ve benim için ilginçti. Çevremizdeki tüm evlerin sahiplerinin bir veya iki keçisi olduğunu hatırlıyorum. Bedeviler değil onlar keçi yetiştiriyorlardı. Keçileri bütün gün otlanmak için çöle götüren ve gün batımından hemen önce geri getiren bir adam vardı. Çocuklar keçileri ondan alıp eve getirmeleri için gönderilirlerdi. Burada ayrıca çok sayıda at vardı. Şeyhin çölde dolaşan yaklaşık 50 atı vardı. Çok güzellerdi. Yemek zamanı surların ardındaki çöle giderlerdi ve hepsinin su içmek veya yemek için farklı yönlerden geldiklerini görürdünüz. Arabaların ortaya çıkışından sonra atlar artık kullanılmamaya başlandı. Ancak 1929'da yalnızca üç veya dört araba vardı ve T-Ford en iyisiydi. Liman Hindistan ve Zanzibar'dan karanfil, pirinç ve çay getiren büyük yelkenli teknelerle doluydu. Bedeviler erzak ve kahve almak için şehre gelirlerdi. Çarşı, açık meydan çölden gelen insanlarla dolardı.
O dönemde kervanlar hâlâ Kuveyt’ten geçerek Mekke'ye giderlerdi. Hacılar hâlâ develerin yanlarına asılı sepetler içindeki küçük örtülü oturaklara otururlardı. Her iki tarafta birer tane bulunan sepetler içinde bağdaş kurarlardı. Rehberler yol boyunca kadınların bindiği develerin yularlarını tutarak yürürlerdi.
Çöldeki Bedeviler kahve ve diğer malzemeleri satın almak için nasıl para kazanırlardı?
Kesim için satmak üzere develer ve koyun yünü getirirlerdi. O günlerde çok büyük bir ‘el-astrahan’ ticareti vardı. Astrahan henüz beş günlükken kesilen küçük kuzuların derilerinin adıdır. Siyah yünlü ve sıkı bukleli olan ‘astrahan’ Avrupa'ya ihraç edilirdi. Kuveyt koyunlarının hepsi siyahtı. Ayrıca yakacak odun da yoktu. Herkes yemek pişirmek için palmiye yapraklarını kullanmak zorundaydı, bu nedenle Basra'dan tekneler ile buraya getirilen kesilmiş palmiye yaprakları da bir başka önemli ticari üründü. Sürekli gelip giden birçok gemi vardı. Hurma, yeşil yem, meyve ve sebzeler taşırlardı.
Kuveyt'in gerçekten biri çöle, diğeri denize bakan iki yüzü mü vardı?
Aslında o zamanlar şehrin tek zenginliği denizden geliyordu; o da inci avcılığıydı. Denize açılıp gerçek inci teknelerinden inci satın almak isteyen insanları taşıyan, havvaşa adı verilen özel tekneler vardı. Bahreyn'den tüccarlar gelirdi, Fransız inci tüccarları da Bombay'dan Bahreyn'e gelip oradan inci alırlardı. Geriye kalan inciler Kuveyt'e getirilir ve sahilde satılırdı. Sahil boyunca yürüdüğünüzde inci satan insanlarla ya da çarşıda dolaşırken “İnci ister misiniz?” deyip ağzından bir inci çıkaran kişilerle karşılaşırdınız. Her zaman çok keyif aldığım ve özlediğim bir diğer şey ise bir bahar akşamı inci avına çıkmış tekneler limana döndüklerinde mürettebatın söyledikleri şarkıları dinlemek. Evimizin önüne demirlemiş teknelerde oturan mürettebat, gece biz uyumak için dama çıkana kadar avcılıkla ilgili şarkılar söylerdi.
Kuveytliler de ticaret ile ilgileniyor muydu?
Evet, Hindistan'a, Doğu Afrika'ya, Zanzibar'a uzun yolculuklara çıkarlardı. Sanırım Kuveyt'e geldiğimiz ilk yıl 400'e yakın tekne limandan ayrılmıştı. Yolculuklarına eylül ayında başlar, Basra'da durup hurma alır, sonra Hindistan'a giderlerdi. Orada hurmaları boşaltıp, başka bir şey yüklenerek Kuzey Afrika'ya yönelirlerdi.