İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Gazze ‘tangosu’ ve yıkıcı yansımaları…

Gazze Şeridi ‘çevresinde’ gerçekleştirilen 7 Ekim operasyonu üzerinden bir aydan fazla bir süre geçmişken şüpheler artıyor, tehlikeler hız kazanıyor.

Binyamin Netanyahu ve ‘Savunma’ Bakanı Yoav Galant’ın haritalarda değişiklik yapma konusundaki kahramanlık edalarını, ‘7 Ekim’den öncesinin sonrası gibi olmadığı’ söylemlerini ve bazı Hamas liderlerinin yaşananlar karşısındaki ‘büyüklenmelerini’ bir kenara bırakıp, verileri inceleyelim.

Tehlikeli stratejik boyutlardan ve Batı’nın eşi benzeri görülmemiş net tutumlarından hareketle söylüyorum ki bence aklı başında her analist, bu gördüklerimizin ‘meşru nefsi müdafaanın’, bir ‘rehineleri kurtarma operasyonunun’ ya da 7 Ekim’in intikamını alma ve hatta DEAŞ benzeri bir grubu ortadan kaldırma meselesinin ötesine geçtiğinin farkında.

Uluslararası hukuk kaidelerine göre ‘nefsi müdafaa’ hakkı, yerleşim yerlerini füzelerle kasıtlı olarak hedef almayı kapsamıyor.

Ya da yüz binlerce kişiyi zorunlu göç ile evlerin, hastanelerin, okulların, camilerin ve de kiliselerin enkazı altında ölüm arasında ‘tercih yapmaya’ mecbur etmeyi…

Gazze Şeridi’nin güneyinde, sivillerin nakledilmesinin emredildiği bölgelerin bombalanmasından hiç bahsetmiyoruz!

Hem sonra ‘rehineleri kurtarma’ operasyonları, rehinelerin güvenliğini korumayı esas almalıdır. Yoksa onları gözden çıkarmaya tamamen hazır olmak hakkında korkunç bir kendini beğenmişlik ve kibirle konuşmayı değil.

Hamas hareketine gelince…

Herhangi bir düzeyde fikir sahibi olan herkes şunları fark eder diye düşünüyorum:

1. Hamas, liderleri tanınmış bir siyasi harekettir. İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) geçmişine sahip olup, DEAŞ’ın gerektiğinde ortaya çıkan ve kaybolan belirsiz varlığının aksine siyasi ve askerî eylemlerini açıktan açığa gerçekleştirmiştir.

2. Son yıllarda İsrail, Hamas’ın, sivilleri hedef almadan siyasi eylemlerde bulunmaya çalışan Şeyh Ahmed Yasin, İsmail Ebu Şeneb, Dr. Abdulaziz er-Rantisi gibi çok sayıda liderine ve kurucusuna suikastlar düzenledi, bazılarını da sürdü ve hapsetti.

3. İsrail ve elbette ABD, Hamas’ın bünyesinde birden fazla grup ve kanat olduğunun farkında. Bunun en açık delili, Hamas ve onun Lübnanlı-İranlı müttefiki Hizbullah’ın liderlerine göre 7 Ekim operasyonunun yoğun bir gizlilikle planlanmış ve hareketin çoğu liderinin bilgisi dışında failler tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır.

4. Yıllardır pek çok Batılı başkentin siyasi ve askerî ‘kanatları’ arasında ayrım yapılması gerektiği konusunda ‘fetva’ verdiği Hizbullah için durum ne ise Hamas için de aynısı geçerli. Özellikle de Hamas’ın birçok liderinin Batı’ya dost ülkelerde yaşadığını düşünürsek.

Tüm bunlara rağmen Hamas’a ve 7 Ekim operasyonuna ilişkin siyasi tutum ne olursa olsun Hamas’ın, DEAŞ’ın birebir kopyası olduğunu düşünmek, geçersiz bir değerlendirme sayılır ve apaçık bir Likud kışkırtması kapsamına girer.

Bununla beraber kendilerini kuşatan koşulları anlayamamalarının, entelektüel ve örgütsel çelişkilerine teslim olmalarının ve siyasi eyleme fiilen katılmaya hazır ve yetkin bir örgüt olarak önceliklerini belirleyememelerinin sorumlusu, kısmen Hamas liderleridir.

Mesela bir örgütün Filistin ulusal kimliğine ve Filistin mücadelesinin birliğine önem verdiğini söyleyip de sonra Filistinlilerin saflarının bölünmesine ve Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında fiili bir ayrılığa katkıda bulunması akıl alır gibi değil.

Aynı şekilde İran’ın ve Batılı başkentlerin Suriye halk ayaklanmasını ‘İhvancı’ bir hareket olmakla suçlayarak ‘şeytanlaştırma’ konusunda çabalarını birleştirmesinin ardından, ‘İhvancı’ kökene sahip Hamas’ın bu ayaklanmaya karşı durup bastıranları desteklemesi de çok garip.

Mezhepçi bir bakış açısıyla sorgulamanın yönünü değiştirelim: Tanık olduğumuz ve bedelini Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki Sünni bileşenin ödediği, mezhebe dayalı egemenlik kurma, ayrıştırma, yerinden etme ve dışlama politikalarından sonra Hamas’ın, İran liderliğiyle yan yana durmasını Hamas’ın bazı kanatları nasıl açıklıyor?!

‘Dengesizliğin’ İsrail tarafına dönelim.

İddia ediyorum ki 7 Ekim’in en tehlikeli sonuçlarından biri, şiddetin istismarcı bir yaklaşımla körüklenmesi ile fikir çeşitliliği ve siyasi farklılık için ahlaki açıdan kabul edilir sınırlar arasında ayrım yapabilmesi gereken tarafların sergilediği son derece kötü tavırlardır.

Batılı demokrasilerin hepsi değilse de çoğu, en büyük ve çirkin düşüşü bu noktada yaşadı. Üzücü olan şu ki bu düşüş, 7 Ekim operasyonuna bir tepki olarak aniden gelmemiş olabilir.

Evet, bugün büyük küçük Batılı siyasetçilerden duyduğumuz, sosyal medyada okuduğumuz açıklamalar ve tutumlar gösteriyor ki bu tutumlar, ‘anlık’ tutumlar değil ve şokun etkisiyle gelmedi.

Bu tutumların, Aralık 1991’de Birleşmiş Milletler’in Siyonizm’in ırkçılıkla eş tutan önceki 3379 nolu kararını iptal etmesiyle başlayan stratejik bir sürecin parçası olduğu gitgide gözler önüne seriliyor.

Bu stratejik süreçte, pratikte İsrail’de aşırı sağcı ve yerleşimci hükümete yönelik herhangi bir eleştiriyi veya itirazı antisemitizmin, yani Yahudi karşıtlığının bir tezahürü olarak kabul etme noktasına gelindi!

Bildiğim kadarıyla aklı başında liderlerin İsrail hükümetlerini daha fazla memnun etmek ve bugün 11 binden fazla masum sivilin canına kıyan kanlı bir operasyona yönelik her türlü eleştiriyi Amerikan McCarthyci yaklaşımla baskılayıp bunu ya ‘teröre destek’ ya da ‘Yahudi karşıtlığı’ olarak yaftalamak için yarışması, Batılı demokrasilerde benzeri görülmemiş bir olgudur.

Ortadoğu’daki halk kültürümüzde biz, insanın ‘komşusu iyi olduğu sürece iyi kaldığını’ öğrendik. Düşünürlerimiz ve edebiyatçılarımız da bize ‘cezadan yana rahat olanın edepsizleştiğini’ öğretti. Ayrıca ‘tango için iki dansçı gerektiğini’ de Batı’nın kendisinden öğrendik.

Demem o ki:

Yakın komşusu güvenlikten yoksunken bir insan ya da toplum, nasıl güvenli bir yaşam bekleyebilir?

Çatışmanın bir tarafı, sınırsız bir dış destek görürken nasıl zulümden ve zorbalıktan caydırılabilir?

Çatışmada daha güçlü olan taraf öteki tarafın varlığını kabul etmeme konusunda ısrar ederse ve düşmanının gerçek bir varlığı olmadığını ispatlamak için onu fiziksel, demografik ve coğrafi olarak ortadan kaldırmaya çalışırsa barış ve bir arada yaşam nasıl mümkün olabilir?