Coğrafi olarak münferit olup çok tehlikeli gelişmelerle bağlantılı olaylar bana ABD’li filozof George Santayana’nın (1863-1952) şu sözünü hatırlatıyor:
“Tarihin derslerini anlamayan, olaylarını yeniden yaşamaya mahkumdur.”
Perşembe akşamı İrlanda’nın başkenti benzeri görülmemiş şiddet ve ayaklanmalara tanık oldu. Yetkililer, bir göçmenin bir kreşin önünde çocukları ve bir bakıcıyı bıçakladığı olaydan sonra sosyal medyada ‘ulusçu kültürü’ savunma çağrısında bulunan aşırı sağcı genç grupları galeyana getirmekle suçladı.
Bundan önce de basının ‘siyasi deprem’ olarak tanımladığı Hollanda parlamento seçimlerinin sonuçları geldi. Hükümetin, ırkçı ve İslamofobik açıklamaları nedeniyle 14 yıl önce İngiltere’yi ziyaret etmesini engellediği ve buna karşılık kararı bozmak için İngiliz mahkemesine başvuran Geert Wilders’in liderliğindeki aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) Hollanda parlamentosunda en fazla sandalyeyi (37) kazandı. Sol ve liberal partilerin bloğu ise yalnızca 25 sandalye kazandı. Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD) de 24 sandalye kazandı.
Ancak doğrudan bölge sistemi yerine nispi temsili içeren parlamenter sistem, VVD ile müttefik olsa bile çoğunluk sahibi Wilders’in hükümet kurma görevini oldukça zorlaştırıyor. Çünkü 40 sandalyesi yok (Hollanda Parlamentosu’nda asgari düzeyde gerekli olan sayı 76). Diğer iki bloktaki (merkez ve merkez sağ ya da solcular ve liberaller) rakipleri de aynı zorlukla karşı karşıya.
Yine aynı gün, Rishi Sunak’ın muhafazakar hükümeti, İngiltere’ye yönelik göçü azaltmakta başarısız olduğu için muhalefet tarafından okların hedefi oldu. Zira bu yıl yasal göçmenlerin net sayısı (aynı dönemde ülkeyi terk edenlerin sayısı düşüldükten sonra İngiltere’ye gelen göçmen sayısındaki artış) bir milyonun yaklaşık dörtte üçüne tekabül ediyordu (otellerde konaklamalarının günlük maliyeti yaklaşık 11 milyon dolara mal olup botlarla ülkeye gelen on binlerce yasadışı göçmenden bahsetmiyorum bile).
Ortak bağlantı yalnızca Avrupa dışından gelen göçün artması değil, aynı zamanda politikacıların ekonomik başarısızlıkları, kültürel çoğulculuk politikaları ve aynı zamanda seçim sisteminin yapısı gereği nispi temsil sisteminin seçmene, bazı beklentilerini ve arzularını karşılayacak kapsamlı bir seçim programına oy vermesini sağlayacak açık ve spesifik bir seçim sunamamasıdır.
Örneğin İngiltere, doğrudan bölge sistemiyle Avrupa ülkelerinin hükümet kurarken karşılaştığı sorunlarla karşılaşmadığından, İngiliz seçmenin alternatif olarak seçebileceği programı açık olan bir hükümet var.
Diğer gözlemlenen durum ise, sosyal medyanın ayaklanmaların patlak vermesindeki rolü; özellikle de vatandaşların -ister Hollanda, ister İrlanda’da olsun- gerçeği aktarma konusunda geleneksel basın araçlarının güvenilirliğine artık inanmamaları.
Dublin isyanlarına karışanların çoğunluğunu yerli ve işsiz gençler oluşturuyordu. Birçoğu, işverenlerin daha ucuz işgücü olarak göçmenlere yönelmesi nedeniyle geçim kaynaklarının kesildiğini düşünüyor. Gelgelelim, mesele sadece ekonomi değil. Geleneksel İrlanda basını, göçmenlerin kadınları taciz etmesi ve kadınlara rahatsız edici davranışlarda bulunması veya trafik ya da iş akışını bozan topluma uygun olmayan faaliyetleri sonucu kültürel sapmaya yol açan olayların durmaksızın arttığını haber yapmadı (liberal siyasi doğruculuk nedeniyle).
Geleneksel basına olan güvenin kaybolmasıyla birlikte, radikal ideolojiye sahip akımların durumu alevlendirmek ve göçmenlere karşı nefreti körüklemek için kullandığı sosyal medya platformları ortaya çıktı.
Mesela Dublin’de çocukları kurtaran, saldırgana karşılık veren ve onun silahını alan kişi de bir göçmen (40 yaşlarında). Dolayısıyla sosyal medyadaki söylentiler yerine vatandaşların güvenini yeniden tesis eden, sorumlu ve dengeli bir basın olması gerekiyor.
Hollanda’da geleneksel resmi basın kuruluşları, PVV ve lideri Wilders’i sürekli hedef alarak güçlü bir kampanya başlatmıştı ve bu nedenle seçim sonuçlarını ‘sürpriz’ olarak nitelendirdiler.
Ancak bu benim için sürpriz olmadı. Zira Hollandalı Müslüman seçmenler seçim kampanyası sırasında Wilders’in siyasi ve ekonomik programını ve göçün sınırlandırılmasını tercih ettiklerini söylediler. Bununla birlikte, İslam karşıtı açıklamaları ona oy vermelerini engelliyor. Bu yüzden oylarını merkez sağ parti VVD’ye verecekler ama güvenmedikleri sol partilere vermeyecekler.
Burada tarihin derslerinden bahsediyoruz. Nispi temsil sisteminde, örneğin İngiltere gibi seçmen önündeki hükümete açık bir alternatif olan programa sahip bir ‘gölge hükümet’ yok. Tek meseleli partiler ya duygusal ideoloji (yeşil ve çevre partileri, feminist ve eşcinsel hareketleri gibi) ya da kışkırtma (demagojik popülist partiler gibi) yoluyla oy toplamak için ortaya çıkıyor. Bugün Avrupa’da iktidardaki liberal düzenin göç meselesiyle baş edememesinin yanı sıra, özellikle sosyal kültürü ulusal kültürden farklı olan bölgelerden geldikleri için göçmenleri hedef alan kışkırtma faaliyetleri yükselişe geçmiş durumda.
Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi 1930’larda Almanlar arasında çoğunluğu temsil etmiyordu. Ancak ekonominin bozulmasından toplumdaki bir kesimi sorumlu tutup hedef göstererek popülist bir meseleyi gündeme getirdi ve böylece yükselmeyi başardı (1932 Parlamentosu’nda yalnızca üçte birlik bir çoğunluğa sahipken komünistler ve sosyal demokratlar 25 sandalyeyle onlardan sayıca üstündü ve seçim sistemi diğer birçok partinin sandalye almasını engelliyordu). Naziler çoğulculuğu ve demokrasiyi ortadan kaldırdı ve tarihteki diğer olaylar da herkesin malumu…