Adnan Hüseyin
Iraklı Gazeteci-Yazar
TT

Saddam sonrası süreçte Irak neden başarısız oldu?

Saddam rejiminin devrilmesinden 16 yıl sonra Irak, petrol, doğalgaz ve su gibi maddi ve nitelikli beşeri kaynaklara sahip olmasına rağmen istikrarlı bir devlet kurmayı nasıl başaramadı?
Yurtdışında yaşayan yâda farklı ülkeleri ziyaret eden pek çok Iraklı, bu soruyla karşılaşıyor. Aynı zamanda yurtiçinde yaşayan birçok Iraklı, kafelerde, restoranlarda ve halk otobüslerinde her gün bu soruyu kendilerine soruyor. Ayrıca aynı soru, TV ve radyo kanallarındaki tartışma programlarının yanı sıra sosyal paylaşım sitelerinde, sohbetlerde ve yerel gazetelerdeki görüş bölümlerinde de gündeme geliyor.
Bu, haklı ve yerinde bir soru. Irak’ın Saddam döneminin trajik çöküntülerini 5-10 yıl içerisinde atlatacağı tahmin ediliyordu. Ancak Saddam sonrasında iktidara gelenler, ne ülkeyi iyi yönetebildi ne de mali ve beşeri kaynakları güzel kullanabildi. Onlar, iktidar, nüfuz ve para konusunda anlaşmazlığa düşerek iç savaşa davetiye çıkardılar. Aynı zamanda onlar, DEAŞ ve El-Kaide gibi radikal terör gruplarının yayılmasına zemin hazırladılar.
İktidar ve para konusunda mücadele eden güçler, terör gruplarından bazılarına lojistik ve finansal destek sağladı. Genelde iktidara gelen siyasi liderler, istikrarı gerçekleştirme ve güçlü bir devlet kurma noktasındaki başarısızlarını haklı göstermek için terörü suçluyor. Fakat bu, hem gerçeğe aykırı hem de kabul edilebilir bir bahane değildir. Dolayısıyla akil birinin bu bahaneyi ciddiye alması düşünülemez.
Nüfuz sahibi siyasi güçler, vatan konusunda orta düzeyde bir hassasiyet gösterselerdi terör örgütleri, Irak’ın yaklaşık üçte birini ele geçirip, büyük şehirleri (Musul, Tikrit, Felluce, Ramadi ve başkent Bağdat’ın kırsal kesimleri) işgal edemezdi.
Bağdat sınırına ulaşmadan önce DEAŞ güçleri, Musul’u sözde İslam Devleti’nin başkenti olarak ilan etmek için şehre girdikleri zaman söz konusu siyasi güçler, rakiplerini siyasi sahneden silmek için birbirleriyle çatışıyor ve birbirlerine karşı komplo kuruyorlardı.
İktidar, nüfuz ve para üzerindeki bu şiddetli çatışma, yeni dönemle birlikte özellikle de 2005 yılında anayasanın kabul edilmesinden ve 2006 yılında da ilk parlamento seçimlerinin yapılmasından sonra başladı.
Şii güçler, çoğunluğu elde ettiklerinden dolayı anayasa ve seçim sonuçlarına dayanarak ülkeyi yönetme yetkisine sahip olduklarını düşündü. Öte yandan Sünni güçlerin çoğu ise, anayasayı ve seçim sonuçlarını tanımayan anlamsız bir tutum sergiledi. Daha sonra Sünni güçler, bu tutumlarından vazgeçerek kota sistemine göre Şii partilerle bir koalisyon oluşturdu. Öyle ki kota sistemi, anayasayı bir kenara koyup bugüne kadar anayasanın değiştirilip demokrasi ilkeleriyle çelişen maddelerin düzeltilmesini sekteye uğrattı. Aynı Şii ve Sünni partiler, “Bu senin, bu benim” sistemine göre iktidar, nüfuz ve para kaynaklarını kendi aralarında paylaştılar.
Her grubun kazandığı rehin olarak kaldı. Hatta bu gruplar, daha fazla kazanmaya devam ettiler. Bu güçler -ki bu güçlerin çoğu, Şii ve Sünni siyasal İslam gruplarından oluşmaktadır- eski rejimin kalıntılarına ve pastadan pay almaya çalışan yeni gruplara açılım göstermeye başladı.
Yerel yönetim ve federal parlamento seçimleri, daima (aynı mezhepten) rakipleri ortadan kaldırmaya, rakiplerin nüfuzunu azaltmaya ya da iktidar, nüfuz ve para kaynaklarını paylaşmaya yönelik bir faaliyetti. Çoğu kez milyonlarca dolarla satın alınmaya başlanan devlet makamlarında şiddetli bir çöküntü meydana geldi.
Genellikle yönetim sanatı ve yönetim usulünde niteliksiz, deneyimsiz ve bilgisiz olan şahsiyetler, yürütme ve yasama organlarını devraldı. (Birçokları, Irak’ta ve bazı komşu ülkelerde özellikle de İran’da elde ettikleri sahte diplomalarla bu görevlere geldi.)
Bu şekilde onlar, bakanlıklarda, vilayetlerde, devlet dairelerinde ve bağımsız kuruluşlarda ekonomi komiteleri kuran parti temsilcilerinden yeteneksiz ve niteliksiz şahıslar üretmeye başladılar. Aslında böyle değil. Bu komitelerin görevi, makamları para karşılığında kendi öğrencilerine satmaktı. Birkaç yıl içerisinde fahiş bir zenginliğe yol açan bu paranın büyük bir kısmı parti liderlerine gidiyordu. Parti merkezli ekonomi komiteleri, ödeneklerinden büyük bir pay almak şartıyla şirketlere ve müteahhitlere proje önermekten sorumluydu. Aslında bu komiteler ve parti temsilcileri, bazen ödeneklerin yarısından fazlasını kendilerine ayırıyorlardı. Projeyi gerçekleştirecek şirketler ve müteahhitler, ödeneklerin diğer yarısını elde etmek için birbirleriyle mücadele ediyorlardı.
Genellikle devlet daireleri, yeterli paranın olmadığı gerekçesiyle şirketlere ve müteahhitlere ödeme yapmıyor ve böylece projeler sekteye uğruyordu. Eski Ekonomi Danışmanı Mazhar Muhammed Salih’e göre sekteye uğrayan projelerin değerinin 250 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.
Bu süreci yöneten parti liderleri, yürütme görevlerine ve parlamento üyeliğine seçilen şahsiyetler aracılığıyla iktidardaki varlığını ve kaynak akışını garantiledi. Böylece bu liderler, devlet ve toplum yönetiminde kendisini ve başarısızlığını yeniden üreterek sahip olduğu dokunulmazlıkla ve sekteye uğrayan projelerin paralarını cebine atanlar hakkında soruşturma yapılmasını engelleyen genel af kanunlarıyla tüm yargılamalardan kurtulmuş oluyorlardı.
Öte yandan sekteye uğrayan projeler, Irak’ta taş ve hurda yığınına dönüşürken söz konusu liderler de Saddam sonrası süreçte siyasal İslam partilerinin yolsuzluğuna ve Irak devletini inşa etmedeki başarısızlıklarına şahit oluyordu.