Taceddin Kutay
TT

Cemaatleri yok etme hevesi üzerine

Etnolog ve din bilimci Hartmut Zinser’in “Sekülerleşme Üzerine 14 Aktüel Tez” isimli makalesinde işaret ettiği hakikat, cemaatler ve tarikatlar hakkında tartışmaktan bıkmayan Türk insanının mutlaka göz önünde bulundurması gereken bir hakikattir: Sekülerleşme süreçlerinde dine karşı pozisyon alan bir devlet, iddia edildiği üzere inananla inanmayan arasında tarafsız değildir. Aksine böyle bir devlet dine karşı tarafta yer almaktadır. Zira din sadece tartışmanın sahası değil, aynı zamanda taraflarından birisidir ve bu noktada, yokmuş gibi davranmanız dine karşı bir pozisyonu ister istemez doğurur.
Ne kadar ister istemez olduğu tartışılır, ancak sekülerleşme süreci esnasında Türkiye dine direkt olarak karşıt pozisyon alan bir devlet resmini ortaya koydu. Öyleydi-değildi tartışmasının bir getirisi yoktur. İmaj budur ve kendisini dindar olarak tanımlayan toplum kesiminin bir kısmında bu resim, Erdoğan iktidarı sonrası yaşanması beklenen restorasyona rağmen tam olarak silinebilmiş değildir.
“Benim devletim dine karşı bir kurumdur” demek, öyle sanıyorum ki bir Türk açısından en acı tasavvurdur. Organize olmaktan yorulmayan Türk böyle bir durumda ne yapar? Rica ederim dikkat ediniz, sosyal bilimcilik oynamıyoruz; aksine sokaktaki adam olarak adım adım çıkarım yapıyoruz. Bu Türk kendisine uygun bir organizasyonu bir şekilde ihdas eder. Zira bu adamın başka türlü bir hayat pratiği yoktur. İşte bunlara cemaat dedik. Bir süre sonra bu cemaatler kifayet etmemeye başlayınca tarikatlardan bozma cemaatler üretmeye başladı Türk insanı.
Esasen cemaatlerin hemen hepsi bir tarikata istinad eden yapılar. Teknik farklara ve usul tartışmalarına girmenin alemi yok. Açık yüreklilikle ortaya koymamız gereken şey, cemaatlerin, iddia edildiği üzere yalnızca modernitenin bir sonucu olarak ortaya çıkmış dini yapılar olmadığıdır. Aksine cemaatler daha ziyade, hasmane bir pozisyon takındığını düşündüğü devletten ümidini kestiği kertede ekseriyetle mektep medrese görmemiş kimselerin bir ilim adamına sığınmak suretiyle icat ettiği yapılardır. Süleymancılık ve Nurculuk tam olarak buna tekabül eder. Söz konusu yapıları tartışmaya başladığınız anda mezkur refleksi diriltmeye başladığınızı isterseniz ıskalayın. Cemaatlerin ihtiyaç duydukları şey tam olarak bu tartışma ortamıdır. Zira her tartışma, bir cemaati hasmane bir duruş karşısında gettolaşmaya iter.
Yaşım yettiğince saff-ı evvel nurcuların pek çoğunu tanıdım. Hemen hepsinin en ziyade lezzet alarak anlattığı hikayelerin, elliler, altmışlar, yetmişler boyunca hakim karşısına çıktıkları koğuşturma dönemleri olduğuna şahit oldum. Hazerat tam olarak bu hissiyat ile tegaddi etmekteydi. Hataları ve savabları ile bu yapılar büyük hizmetler gördüler. Hata ve savabları yerine bu yapıların varlıklarını tartışan herkes, ister istemez cemaatlere hizmet ediyor. Etsinler. Cemaatler, bir takım yapısal düzenlemelere gitmek kaydıyla bu millete hizmet etme kabiliyetleri olan kurumlardır. Varlıklarını sorgulamak, bu yapılara kendi muhasebelerini yapma fırsatını tanımamak anlamına geliyor. Belki de en büyük zarar bu şekilde veriliyor.
Detlef Pollack, 2013 yılında yazdığı bir makalede, sosyal bilimlerin bir dönem gözde konusu olan sekülerleşme teorilerinin artık hak ettiği ilgiyi görmediğinden şikayet etmişti. Öyle sanıyorum ki Alman Sosyolog bu tespiti yaparken Türkiye’yi göz ardı etti. Bizim için sekülerleşme, modernleşme gibi kuramlar her devrin nöbet şekeri gibidir.
Dinç Bilgin’in Sabah gazetesinin tiraj artırmak istedikçe cemaatler dosyası yaptığını, temcit pilavı nev’inden ısıtıp ısıtıp aynı yazıları yayınladığını pek çoğumuz hatırlarız. Zira konu, bütün işlenmişliğine, hor kullanılmışlığına karşın oldukça albenili bir konudur.
Ruşen Çakır’ın Ayet ve Slogan kitabı, bu sebeple zayıf içeriğine karşın bir dönem her evin başköşesinde yer almaktaydı. Dedim ya, konu nöbet şekeri gibidir. Sıkıştıkça bir tutam ağzınıza atınız. Nefes darlığına da iyi gelir.
Bizzat Cumhurbaşkanlığı tarafından varlığı reddedilen bir raporun varlığı iddia edilerek -üstelik ilginç şekilde Sezgin Tanrıkulu tarafından öne sürülerek- cemaatler ve tarikatlar yeniden tartışmaya açıldı. Bir CHP milletvekili cemaatlerin hukukunu savunur mahiyette bir soru önergesi verdi. O paradoks bir başka tartışmanın konusu. Ancak tartışma yine, yeniden cemaatlerin yok edilmesi tartışması haline dönüştü. “Devlet cemaatleri kapatsın” gibi akla mantığa sığmaz bir söylem sosyal medyada yayılmaya başladı. Konu heyecanlı olunca kendisine pek çok taraftar da topladı.
Barthalomeos gecesi katliamı yahut Güzel Filip’in Tapınakçılar’ı katletmesi örneğindeki gibi bir şey yapmadıktan sonra hangi dini yapıyı devlet eliyle ortadan kaldırabilirsiniz ki? Suret-i haktan görünerek cemaatleri tartışma konusu haline getirmek ve akabinde hasmane bir tutumun muhatabı kılmak, cemaatleri ortaya çıktıkları hissiyatın tam göbeğine döndürmek anlamına gelir. Devlet cemaatleri yok etmez, edemez.
Alman anayasa Hukukçusu Ernst Wolfgang Böckenförde ne güzel söylemiş;

“Demokratik bir düzen, varlıklarını asla garanti edemeyeceği şeylerin mevcudiyetine bağlı olarak sürdürülebilir.”

Her şeyi garanti altına alabildiğiniz ve risklerden arınmış bir laboratuvar ortamında demokrasi var olamaz. Elbette bir devlet, dönem dönem güvenlikçi politikalar izler. Buna mukabil olası riskler bahane edilerek sivil toplumu yok etmek demokratik rejimlerde düşünülesi bir şey değildir. Şu halde bunun yapılması bir yana, tasavvur edilemeyecek bir şey olduğu muhakkaktır. Öyleyse bu tartışmaların bir başka veçhesini konuşmalıyız.
Zinser’in ikazına tekrar kulak verelim ve devletin sekülerleşme süreçlerinde dine karşı bir pozisyon almasının, kavgada taraf olmak anlamına geleceğini hatırlayalım.
Modernleşme süreci boyunca Türkiye’de, aydınlanmacıların devlet aygıtına dayanmaları en kötü alışkanlıkları olarak karşımıza çıkıyor. Dine ve dini kurumlara karşı verdikleri savaşta her daim devleti yanında görmeyi talep eden aydınlanmacılarımız, bunun vaki olmadığı demde ise adeta devlet kendilerine karşı bir pozisyon alıyormuş gibi yaptılar. “Sıfır noktasında bulunan devlet bize karşıdır” gibi bir motto anlayacağınız. AK Parti iktidarı boyunca kendilerini baskılanıyor hissetmeleri bu sebeple.
Yanlış anlaşılmasın, aydınlanmacılarımızın abarttığını, yalan söylediğini vb. iddia ediyor değilim. Aksine hissettiklerinin son derece gerçek şeyler olduğunu söylemek ve kendilerini anladığımı belirtmek isterim. Alışkanlıkları bu zira. Tıpkı bir bağımlının ihtiyaç duyduğu dozda madde almadığında hissedeceği gibi, Türk aydınlanmacısı istediği dozda bir baskılama görmeyince panikliyor.
Türk tipi laikliğin tanımı bu fikre göre devletin dini kontrol etmesi esasına değil, aydınlatmacı talepler uyarınca baskılaması esasına dayanıyor çünkü. İşte “Cemaatler kapatılsın” talebi tam olarak bu yatkınlıktan, daha doğru ifade ile ihtiyaçlarından neşet ediyor.