Hamad Macid
TT

11 Eylül saldırılarının hatırladıkları

11 Eylül terör saldırılarını yıldönümünde anıyoruz. Kulaklarımızda meşhur iki kuleyi vurmak hedefiyle New York semalarında dolaşan sivil uçakların sesleri çınlıyor sanki. İnsanların üzerine hızlı ve sert bir şekilde düşen beton parçalarının tozu ile karışmış duman kokusu, ufku kaplıyor. Yürekler ağızlara gelmiş; insanlar, dev bir toz bulutuna bulanmış, ürkütücü gökdelenlerin düşüşünden ötürü kaçışıyor. Adeta aygın baygın şekilde kıyamet günü ile yüzleşiyorlar.
New York kuleleri yıkıldı ve yerlerine Batı ve İslam dünyası arasında güvensizlik kuleleri dikildi. ABD, Afganistan’ı dağıttı, Irak Devleti’ni baltaladı, Somali’yi işgal etti, yerküremizin her bir karışında el-Kaide hücrelerinin peşine düştü; ABD onlara, onlar ABD’ye saldırdı ve kötü üne sahip Guantanamo hapishanelerini açtı. Batılı ‘özgürlükler’ ülkesinde gizli ‘işkence’ hapishaneleri kuruldu.
İnsanlı-insansız uçaklar gönderilerek el-Kaide’nin sembol isimleri takip edilip öldürüldü. El-Kaide, New York’ta yer üstünde yapılan saldırıları kopyalayarak 7 Temmuz’da (2005) Londra’da yer altına yapıştırdı. Tüm bu olayları takiben el-Kaide, Arap devrim hareketlerinin ardından inzivaya çekildi ve terörün kesildiği bir ‘istirahat’ dönemi yaşandı.
Gözden kaybolunca ABD zannetti ki terörün miadı doldu. Ancak hesapta olmayan bir radikallik ve terör gücü ile sürpriz yaşadı: DEAŞ. DEAŞ’ın ne olduğu, yörüngesinde kimlerin dolaştığı ve beynini kimin kirlettiği nereden bilinsin? Arap devrimlerinin rahminden aşırılık yanlısı hareketler doğdu. Hatta bazıları, Afganistan’daki el-Kaide’nin durumu, DEAŞ’ın kanlı vahşeti ve her ikisinin yörüngesinde dolananlar ile karşılaştırılır hale geldi.
Sanki Samuel Huntington, terör hareketlerinin elini güçlendirerek devletler kurmasına, gelişmiş silahlar edinmesine, havalimanları ile petrol kuyularını ele geçirmesine bakarak ellerini ovalayıp ‘medeniyetler çatışması’ adındaki tartışmalı teorisinin doğrulanmasına işaret ediyor. Bu çatışmanın, siyasilerin süslü açıklamaları ve basın konferanslarına rağmen parlak gerçeğinin örtülemeyeceği kaçınılmaz bir varoluş mücadelesi olduğunu gösteriyor.
Bir uçağın kaçırılmasından ve DEAŞ’ın zirvesinde olduğu bir zamanda 11 Eylül olaylarının tekrarlanmasından çekinerek yolcuların çantasında bir tırnak makasının dahi taşınmasına izin vermeyen ABD’nin Libya ve Irak havalimanlarında radikal hareketlerin ele geçirdiği sivil ve savaş uçaklarının saldırısına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu kim düşünebilir?
11 Eylül olaylarının ardından teröre karşı saldırgan bir tavır alan ABD’nin sonrasında kendini savunan ve koruyan bir tutum sergilemeye başladığına kim inanır peki? İş o noktaya vardı ki ABD havayolları, militanların eline düşen ya da şüpheli uluslararası tarafların ulaştırdığı gelişmiş silahların saldırısına uğramamak için Irak’taki DEAŞ’ın etkin olduğu bölgelerde hava sahasından geçişi yasakladı.
Doğrudur, DEAŞ devleti yıkıldı ve ondan geriye sadece birkaç cephe kaldı. Ama şu da doğru ki Asya ve Afrika’da terör hareketlerini hedef alan tüm savaşlar, dalları, yaprakları ve belki gövdeyi yıktı ancak terörün köklerine dokunmadı. Bir ülkede yenildikten sonra başka bir ülkede boy vermesi de bu sözümüzün kanıtı olsun.