Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

İmam Sadr ve Humeynicilik: Çarpışma ve ortadan kaldırma

İmam Musa Sadr’ın siyasi biyografisi, İran devriminin sonuçları ile İran, Lübnan ve bölgede siyasi Şiiliğe ilişkin araştırmaların önemli bir kısmını oluşturur. Yine bugün dünyanın her yerindeki Şiiler üzerindeki siyasi hegemonyasının zirvesine ulaşan siyasi ve fıkhi bir ekol olarak Humeyniciliği de İmam Sadr ekolü ile arasındaki keskin çatışmaların ışığında okumadan anlamamız mümkün değildir. İmam Sadr ekolü, Humeyniciliğin referanslarından tamamen farklı fıkhi ve siyasi referanslar üzerinde yükselmiştir. Bunun yanında ulusal kimliklerin ötesine geçen devrimciliğe öncelik veren ve vermeye de devam eden Humeynici uygulamaların aksine çeşitli Şii ortamlarında Lübnan, Irak veya Körfez ulusal özgünlüğüne öncelik veren pragmatik bir performansla uygulanmıştır.
Şiilerin durumu ile ilgili son iyi çalışma, Arash Rezneh Azad’ın İngilizce yayınlanan “İran Şahı... Irak Kürtleri ve Lübnan Şiileri” adlı kitabıdır. Nitekim son olarak The American Interest dergisinde de kapsamlı bir eleştirel incelemeye konu oldu.
İran asıllı araştırmacı, Şah rejiminin yıkılmasının ardından Şiileri çevreleyen büyük dönüşümlerin biyografisini takip ediyor. Bunu da bazıları ilk defa yayınlanan ve Şah rejimi ile aralarında İmam Sadr’ın da olduğu çok sayıda büyük şahsiyet arasındaki temasların doğasını gösteren SAVAK (eski İran istihbarat teşkilatı) belgeleri aracılığıyla yapıyor. Yine bu belgeler, Humeyni’yi iktidara taşıyan devrimin dinamiklerini oluşturan çatışmaların doğasını, devrimin kanatları arasındaki karmaşık ilişkileri de ortaya çıkarıyor. Devrim sürecini ve sonuçlarını etkileyen kişilerin davranışlarını ve Sadr ile ilişkilerini gösteriyor. Bu anlamda kitap, belgeler ve biyografiler aracılığıyla son yıllarda Sadr ile Humeyni arasındaki köklü farklılıkları gizlemeyi amaçlayan İran anlatımını temel alarak yeniden yazılan ve dönüştürülen İmam Sadr’ın karmaşık biyografisini yeniden yapılandırıyor.
Nitekim İran anlatımında İmam Sadr’ın ekolü, Humeyni nehrine bağlı küçük bir dere gibi gösterilir. İmam Sadr, Şii kitlelere aşırı bir sözel övgü ve uyum ile sunulur ki bu ikisi, Lübnan’da Hizbullah’ın yeni söyleminin özellikleri haline gelmiştir.
Aslında Lübnan’daki İran devrimi güçlerini iki ana başlık altında sıralayabiliriz: Birincisi; farklı grupların Filistin meselesi ile ilgili tutumu. İkincisi bu grupların Şah sonrası İran devletinin kimliğine bakış açıları ve Humeyni’nin “Velayet-i Fakih” teorisi konusundaki bölünmeleri.
Her iki başlıkta da İmam Sadr, Humeyni ve ekibi ile çatışan bir noktada duruyordu. Humeyni devrimciliğinin aksine İmam Sadr, söz konusu dönemde Filistinli silahlı direnişinin Lübnan’ı üs olarak kullanmasına karşı çıkan tutumu, onun öncesinde de Nasırizme muhalif pozisyonu ile tanınan Lübnan milliyetçiliğinin bir parçası olmalarının Lübnanlı Şiilerin çıkarına olacağına inanıyordu.
Silahlı direniş kendisine üs olarak Lübnan coğrafyasındaki iki büyük Şii ortamından biri olan Güney Lübnan’ı seçmiş olduğu için de İmam Sadr, güney halkının çıkarlarını, bu bölgedeki kentleşmeyi ve istikrarlı ortamı tehlikeye atmanın Şiilerin çıkarlarına hiçbir şekilde hizmet etmeyeceği düşüncesindeydi. Bu yüzden İsrail’in 1978’de (İmam Sadr’ın ortadan kaybolduğu yıl) Lübnan’ı işgal etmesi Sadr ile Humeyni arasındaki ayrılığın zirveye ulaşmasını sağladı.
Sadr, Filistinlilerin silahlı eylemlerine karşı çekincelerini daha açık bir şekilde dile getirmeye başladı ve Sur şehrindeki cuma hutbelerinde Filistinliler olmasa işgalin gerçekleşmeyeceğini söylemeye başladı.
Azad, kitabında bu konu ile ilgili Ali Ekber Muhteşemi’nin hatıratından bir alıntı yapıyor. Bilindiği gibi Muhteşemi, Humeyni ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki teması sağlayan kişiydi. Daha sonra Şam büyükelçisi görevini de yürütmüş ve devrimden sonra da içişleri bakanı olmuştu. Muhteşemi’nin günlüğünde anlattığına göre Sadr’ın söz konusu hutbeleri ile ilgili Humeyni’ye bir rapor sundu. Humeyni ise Sadr’da devrimci ruhun eksikliği nedeniyle duyduğu büyük üzüntüyü dile getirdi.
1978’deki İsrail işgalinden önce Sadr’a karşı yürütülen siyasi propagandanın başında Muhteşemi’nin yanı sıra Celaleddin Farisi, Muhammed Montazeri ve Muhammed Beheşti gibi İmam Humeyni hattının önde gelen isimleri vardı. Bu propaganda Sadr’ı siyasi Maruniliğin ve Ketaib Partisi’nin ajanı olmakla suçluyordu. Bunun nedeni de koruduğu ve Şii kimliğinde aktif bir rol oynamasını sağladığı milliyetçi felsefesiydi. Sadr ise Şah’a gönderdiği bir mektupta, ulus ötesi ve metafizik şeklinde nitelediği Velayet-i Fakih düşüncesini “hasta bir aklın ürünü” olarak görüyordu. Nitekim Sadr, hayatının sonuna kadar Humeyni’nin dini liderliğini redderek Mohsen el-Hakim ve Ebu'l-Kasım Hoyî’nin geleneğini takip etmeyi sürdürdü.
Aslında Sadr’a yöneltilen siyasi Maruniliğin ajanı olduğu suçlamasının kökleri, kendisinin Filistin meselesi ile ilgili görüşlerini açıklamasından önceye uzanır. İmam Sadr, başta cumhurbaşkanlığı olmak üzere Lübnan siyasi rejiminin kurumlarına yakındı ve onlara düşman değildi. Hatta İran Şahı, Nasırizmin yükselişi sırasında Sadr’ın ve bu tutumunun, İran’ın Cemal Abdunnasır’a muhalif olan gayrı resmi dış politikasında önemli bir Şii dayanak oluşturduğunu düşünüyordu. Sadr ve Lübnan Cumhurbaşkanı Fuad Şahap arasında var olan ve Şah’ın da gizliden desteklediği ittifak, Lübnan Hristiyanlarının Nasırizme karşı endişeli tutumlarına İslami bir derinlik kazandırdı. İran Şahı’na ise bölgenin kalbinde yer alan, Lübnan milliyetçiliğini temel alan, Nasırizmi yücelten söyleme karşı olan Arap-Müslüman bir ses verdi.
Bugün İran’ın bölgenin kalbindeki Arap sesi olan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın tam aksi bir rol oynaması ise tam bir paradokstur. Nitekim Hizbullah bugün, Suudi Arabistan ve BAE’nin tutumlarına muhalif ve Lübnan’ın ulusal çıkarlarını hiçe sayan bir söylem benimsiyor.
Kitapta yer alan birçok paradokstan biri de Mehdi Firuzan ve Sadık Tabatabai gibi Sadr’a yakın isimlerin Humeyni’nin adamlarının Sadr’a yönelik düşmanlıklarının boyutları ile ilgili izlenimleridir. Nitekim Firuzan, Humeyni ve Kaddafi’ye yakın olan Celaleddin Farisi’yi İmam Sadr’ın kaçırılmasına teşvik etmekle suçluyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Farisi, Muhteşemi ve Montazeri ile birlikte İmam Sadr’a karşı propagandayı yürüten grubun bir üyesiydi. Montazeri ise 1979 yılının mart ayında, yani İmam Sadr’ın kaçırılmasından aylar sonra düzenlenen İngiltere’nin Libya’dan çekilmesinin yıl dönümü kutlamalarında Kaddafi’nin şeref konuğuydu. Son olarak geriye yanıtlaması hem zor aynı zamanda da kolay şu soru kalıyor: İmam Musa Sadr’ı kim öldürdü?