Semir Ataullah
Lübnanlı gazeteci - yazar
TT

Çöl sevdası hakkında

Çölün çağrısına Avrupa’nın erkekleri, kadınlarından daha çok kulak verdi. Bunun sebebi, Fransız kadınlarının hayatını sınırlayan geleneklerdi. Ancak azımsanmayacak sayıda kadın da çöle gitti, orada yaşadı. Bu durum genellikle 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında görüldü. Şimdi ise yeni bir dalga var. ‘Çöl tutkunları’. Ama bu kez yeni araçlarla ve yeni bir bakış açısıyla. Burada, Kanadalı gazeteci Moran’ın Le Devoir gazetesinde dizi hâlinde yayımlanan harika yazısından bir bölümü aktarıyorum:

Geçtiğimiz nisan ayında, Fas’ın güney ucundaki Batı Sahra’daydım. Küçük bir kum tepeciğinin tepesinde oturuyordum; önümde üç çöl uzanıyordu: kumdan, denizden ve gökyüzünden oluşan üç çöl… Dünyanın özüne karışmış gibiydim. Bir çöle ihtiyacım vardı. Sade, yalın, sonsuza dek uzanan bir şeye... Doğrusu, turuncu saç tutamlarından, testere dişli yüzlerden, kravatıyla övünen erkeklerden ya da takım elbiseli kadınlardan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Bir süreliğine insansız hava araçlarından, füzelerden, savaş makinelerinden uzaklaşmak istedim. Gösterişten ve savaştan bıktım; uçsuz bucaksız, pürüzsüz, sessiz bir ufuk istedim. Rüzgârda savrulan saçlarımla, hiçbir engele takılmadan yürümek, düz, sessiz bir toprakta kaybolmak istedim.

Batı Sahra’ya, Atlas Okyanusu’yla buluştuğu yere geldim. Sahra’ya, yani hayalimde kaçıp sığınmak istediğim yere... Kumların ortasında, dünyada giderek daha önemli bir jeopolitik merkez hâline gelen Dahla şehri için geldim. Hem de bir istiridye uğruna! Evet, çölün istiridyesi! Ve biraz da Antoine de Saint-Exupery için… Belki Küçük Prens’i kum tepelerinde bulurum diye.

‘Çöl’ kelimesinin kendisi bile insanı hayal kurmaya iter. İnsanlık tarihi boyunca çöller hep cezbetmiş, merak uyandırmış, büyülemiştir. İster kum ister buzdan olsun, çöller genellikle sessizlikle, enginlikle, sonsuzlukla ve tehlikeyle özdeşleştirilir. Kanada'nın Quebec eyaletinde bulunan Montreal Üniversitesi’nden Prof. Dr. Rachel Bouvet şöyle der: “Çöl, insanın hakikatini açığa çıkarır; çünkü onu dünyevi olanı terk etmeye, özüne dönmeye zorlar. Yaşamı engelleyen her şeyden kurtarır.”

Yazar Jean-Pierre Valentin de çöle sık giden biri olarak şu soruyu sorar: “Üç semavi din de çölde doğdu. Bu bir tesadüf mü?”

Çölün pek çok türü vardır. Genellikle aklımıza sıcak, kumlu çöller gelir; ama soğuk, buz ve kardan oluşan çöller de vardır. Peki ‘çöl’ tam olarak nedir? Paris Ulusal Doğa Tarihi Müzesi, yeryüzünün üçte birini kaplayan bu uçsuz bucaksız alanları şöyle tanımlar: “Kuraklığa ve aşırı sıcaklık farklarına maruz kalan, açık ve geniş bölgeler.”

Yağışlar son derece azdır, örneğin Sahra’da yılda sadece 20 mm, Kanada’nın kuzeyinde 25 mm civarındadır. Sıcaklık farkları büyüktür: Kuzey Afrika çölünde gündüz sıcaklık 50 dereceye çıkabilirken, gece sıfıra iner. National Geographic dergisine göre, çöllerin sadece yüzde 20’si kumla kaplıdır. Ve eğer dünyanın en büyük çölünün Sahra olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz: En büyük çöl aslında soğuktur: Antarktika, yaklaşık 13 milyon kilometrekarelik alanıyla dünyanın en geniş çölüdür.

Dalgaların kenarındaki kum tepeciğime döndüm. Bölgede alışılmış vahşi bir köpek beni izliyordu. Bu yükseklikten, kum ve tuzlu suyun iki sonsuz uzantısı arasında, Virginia Woolf’un yazdıklarını anımsatan bir an yaşadım.

Çölden söz etmek, çölleşmeden söz etmeye de götürür bizi. Dünyanın bazı bölgeleri endişe verici bir hızla çölleşiyor. Bunun başlıca nedeni, ormanların yok edilmesi ve insanların günlük ihtiyaçları. Milyonlar hâlâ yemek pişirmek ve ısınmak için oduna muhtaç. Buna bir de iklim değişikliğinin etkisi eklenince, çöl dünyayı yavaş yavaş yutuyor.

Görüşmek üzere...